Kasvetli bir kış akşam üstü,
hava kararmak üzereyken evimizde bir telaş vardı. Aile dostlarını ziyaret etmek için hazırlanan annemin yolculuğa çıkarken her şeyi dört dörtlük düşünmesinden kaynaklanıyordu bu telaş biraz da. Babam için yolculuk , bir kelebek misali uçup
gitmekken, annem için çocuklar, ev, ineklerimiz, bağın bahçenin, bilumum
varlığın gözden geçirilmesini gerektiriyordu.
Babam arabayı çalıştırıp acele etmese annem o yolculuğa hiç çıkamayacak
gibiydi sanki.
Annem ne zaman bir yere gitse ve biz çocuklarını götürmese,
terkedilmiş gibi hissederdim kendimi. Onların arkasından baktığımı hatırlıyorum
babaannemin odasından.
Aile dostu dediysem de, dedemden kalma aile dostlarımız,
biri Turunçova’da diğeri Isparta’daydı, dedem öldükten sonra da ilişkilerini
sürdürmek için çaba harcıyordu babam ve halamlar.
Turunçova’ya bir gece vakti ulaşan annemler, evin kızını
ortalıkta göremeyince merak etmişler, “nerede?” diye sormuşlar. Meğer o evde
bir can sıkıntısı varmış. Bir gün, kızlarını elinde roman okurken gören aile çok kızar ve hiddetlenirler. “Roman
okuyor, mutlaka bir gizli saklısı var.” düşüncesi hasıl olduğundan kızlarının
dışarı çıkmasına yasak koymuşlar, bir odaya kapatmışlar. Annem, böyle durumlardaki insanlara yakınlık
gösterirdi, kendisi de okuyamamanın acısını çektiğinden olsa gerek. Ne
konuştularsa artık, odasına girip derdini anlamaya çalışmış annem, çok etkilenmiş olmalı.
Bir değişiklik, bir umut olsun diye çıktığı yolculuktan
hüzünle döndü annem, bu hikayeyi anlattı bize. Çocuk yaşımda adı aklımda
kalmayan bu kızın hikayesi belleğime kazınmış gibidir.
İlkokulu bitirdiğimde, İlkokul’u bitiren birçok arkadaşım
Ortaokul’a gönderilmeyecekti aileleri tarafından. Ailemin Ortaokul’a yazdırması
benim için bir ayrıcalık gibiydi ve ben oldum olası ayrıcalıklardan
hoşlanmazdım, mahalleden tek başına Ortaokul’a gidip gelmek bana bir yük gibi
gelecekti sanki. Neyse ki abim Ortaokul’a gidiyordu, arkadaşlık edecektik
onunla. Yağmurlu kış günlerinde babam arabasıyla götürürdü bizi nasıl olsa,
kendimi hazırlıyordum böylece okula.
Demre Ortaokul binası yeni yapılmıştı, ilk derslerimizi
çimenlerin üstünde yapmıştık bir süre, sıralar alınıp sınıflar hazırlanınca bir
daha çimenlerin üstünde ders yapmadık. Demre öğretmenler için bir sürgün yeriydi
o zaman. Çoğu da sol görüşlüydü, aydınlanmacı duruşlarıyla, sınıflarımıza küçük
kitaplıklar kurdular. Okuduğum ilk kitap
Sabahattin Ali’nin ‘Kuyucaklı Yusuf’(1) romanıydı. Beni kitapların dünyasına çeken ve
okuma aşkını içime koyan bu romandır desem yeridir.
Pek çok kereler yazdığım gibi Lise hayatımda karşılaştığım
kitaplık beni okuma konusunda daha da yüreklendirmişti. Yurda Abla’nın evinde
Rus ve Fransız klasiklerini okuma fırsatı bulmuştum. Lise son sınıfta evlerinde
kaldığım Erkan abinin küçük kitaplığında ise İngiliz klasiklerini okumuştum. Nedense
oradan da aklımda kalan John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri”dir.
Ahmet’le arkadaşlığımızın sürdüğü günlerde benden çok ailem
çevrenin baskısına maruz kalıyordu. Birisi beni Ahmet’le sokakta görse, hemen
Demre’ye haber uçuruyor ve onları rahatsız ediyordu. Bu rahatsızlık da bana
geri dönüyordu. Bir gün, hiç unutmuyorum arkadaşlarımla kaldığım eve abim
geldi. Kalbindeki sevgiyi bastırıp beni ikaz ettikten sonra şöyle dedi: “Sen
hayatı romanlardaki gibi sanıyorsun, kitaplardaki gibi değil hayat.” Onun
söylediği cümle aklımda kaldı da ona cevap verip veremediğimi bile
hatırlamıyorum şimdi.
Abim bu ikazı yaptıktan belki dört – beş sene sonra Ahmet’le
evlendik. Ahmet benim için birlikte rahatça kitap okuyabileceğim bir dünyanın
kapılarını açtı, edebiyat dünyasına açılan bir kapıydı bu. Virginia Woolf’un, ‘
Mrs. Dolaway’i ni hediye ettiği gün
romanın başka bir şekilde de yazılabileceğini de fark etmiş oldum. Adalet
Ağaoğlu, Peride Celal, Sevim Burak, Susan Sontag, A.S. Byatt, John Fowles,
Truman Capote ve daha nice yazarların
öyküleri, romanları, şiirleri bizim
evrenimizin parçası oldular.
Neden okuruz romanları, nedir bizi içine çeken satırlar,
orada kurulan hayatlar bize neyi anlatır da kendimizi alamayız okumaktan. Yazarın
kurmaca dünyasında, aslında yaşanmış olayların gözlemine dayanan ve oradan yola
çıkarak bize yaşamda doğruyu, yanlışı, ezileni ezeni, varsıllığı yoksulluğu,
adaleti adaletsizliği, sınıfsal çelişkileri, aşkı sevgiyi, sevgisizliği, duyarsızlığı
ortaya koymasıdır. Oradaki dünya uçuk, kaçık bir hayal dünyası değildir
aslında, tam da hayatın özünü koyar önümüze.
Romanlar bize tam da hayatın nasıl yaşanması gerektiği konusunda, olaylar ve durumlar
karşısında nasıl bir duruş içinde olacağımızın yol göstericileri gibidir. Roman
okumak, bir zaman dilimini de kat etmeyi gerektirir, bir yolculuktur aynı
zamanda. Bu yolculuğa çıkmak herkesin göze alabileceği bir şey değildir, şimdi bile bilmediğimiz bir yerde, bir genç
kız, roman ya da bir kitap okumak için ne mücadeleler veriyordur kim bilir.
İmren Tüzün
Antalya, 19 Eylül
2015
1--Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali’nin ilk
baskısı 1937 yılında yapılan romanıdır.
Yazarın ilk romanı olan eser, Türk
edebiyatının önemli romanlarından biridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder