4 Ekim 2018 Perşembe

Birds Suffer by Imren Tüzün


                              to Kierkegaard …


My voiceless birds, do not look at me so
 I read your suffering in your eyes.

We sense each other’s grief

We can not speak, we can not converse
We discern from each others’ eyes


You, mostly you have seen

My tear-washed face

When I did not have the strength to carry my suffering
You lifted me to my feet

You held me in the apple of your eye.

İmren Tüzün
Antalya 16.09.2018


Translated by Kelly P. Goodwin

Copyright ©  İmren  Tüzün All rights reserved

18 Eylül 2018 Salı

Kuşlar Acı Çeker - İmren Tüzün


                                             Kierkegaard'a...

Dilsiz kuşlarım, bakmayın bana öyle
Kederinizi okuyorum gözlerinizden.

Anladık biz, birbirimizin kederini
Konuşmadık, hasbihal edemedik
Anladık gözlerimizden

Siz ki, en çok siz baktınız
Gözyaşlarıyla yıkanan yüzüme

Kederleri kaldıracak gücüm kalmadığında
Siz kaldırdınız beni ayağa
Göz bebeklerinizde tuttunuz.

İmren Tüzün


Antalya, 16.09.2018

Copyright ©  İmren  Tüzün All rights reserved





Yüz
                                           Levinas'a...

Ah bu sevdiklerini yitirmiş hüzünlü yüz
Kimse güldüremez artık seni
Kendinden başka.



İmren Tüzün

Antalya, 22.09.2018


Copyright ©  İmren  Tüzün All rights reserved

30 Ağustos 2018 Perşembe

Felsefe Günlükleri IV - İmren Tüzün



Felsefe  Günlükleri IV                                                                       

Yine felsefe derslerine çalıştığım günler. Siyaset Felsefesi II dersi kapsamında, ulus-devlet, küreselleşme gibi odaklanmış konular.

Ulus devletin Hitler sonrası Avrupa’da geçirdiği süreç, nasıl homojen yapıdan sosyal devlete evrildiğini, homojen yapıda kalmakta direnen devletlerin küreselleşmeye ayak uyduramayacakları dile getiriliyor. Küreselleşme ise ulus devletin küçüldüğü uluslararası şirketlerin daha çok söz sahibi olduğu, dünyayı tek elden yönetme arzusu ve isteği olarak adlandırılıyor.

Aslında, facebook, twitter gibi sosyal medya platformlarının da küreselleşmenin bir parçası olduğunu düşünebiliriz. Marksist ve sosyalistler de küreselleşmeyi, yeni emperyalizm veya yeni sömürgecilik düzeni olarak görüyorlarmış.

Tek bir kültürün(özünde Amerikan kültürünün) tüm dünyaya yayılması, “McWorld Globalization”, ağırlığı, batılı şirketlerin elinde bulunan medya, film endüstrisi, eğlence, yaşam stili, kültürel meta, moda yaratımı aracılığıyla ulusal kültürlerin hızla batılılaşması söz konusudur.

“Küresel kültür, yerel değerleri, gelenekleri, kültür ve inançları silikleştirmede dünyanın tek tipleştirilmesi tehlikesini ortaya çıkarmaktadır.”

Ders çalışmak, hiç bu bahar sonu dönemi kadar ağır gelmemişti. Sıcaklar bastırdı, insan zihnini toparlayamıyor.

Bir yanda bulaşıklar, bir yanda çamaşırlar, ev işleri her şeyin benim ilgime muhtaç olduğu bir ortamda ne kadar başarılı olabilirim? Yine de çırpınıyorum.

Ahmet’in mezarını yaptırmak sinirlerimi alt üst etti, bunu bekliyordum sanırım, fakat bu kadar değil. Derslerden sonra daha da bunalıma sokabilir beni, dikkatli olmam lazım.  Ahmet, daha önce yaşıyor gibiydi, mezar taşı bir soğukluk katacak hissi uyandırıyordu bende.

Şimdi, küreselleşmeyi bir an önce çalışmalıyım.

İmren Tüzün

Antalya, 02 Haziran 2016

Copyright ©  İmren  Tüzün

Bütün hakları saklıdır / All rights reserved

13 Mayıs 2018 Pazar

Üç Kadın, Üç Evlilik Hikayesi - İmren Tüzün


                               


Evlilikler söz konusu olduğunda bize anlatılan dedelerimizin, ninelerimizin, ardından anne babamızın  evliliklerinin nasıl gerçekleştiğine dair hikayeler zihnimize kazınmaya başlar çocukluğumuzda. Yaşanılanın olduğu kadar, anlatanın da etkisi vardır hatırlamanın oluşmasında.  Yazmaya çalışacağım,  üç nesil kadın olarak bizim evlilik hikayemiz de biraz da annemin sözlü anlatımının etkisiyle olacaktır.

Yazmak, anlatmak, yaşamaktan daha zordur bazen, yazılanın sorumluluğu vardır, anlatılandan daha çok.  Ancak, her yazılan da biraz eksik kalır, her şeyi olduğu gibi anlatmak, anlatılanı aktarmaya çalıştığımız, yaşanılana tanık olmadığımız için,  yaşanılanı kurgulama gereksinimi duyarız. Yazanın kendi yaşamına bakma, dile getirme  cesareti de olmayabilir, hele  evliliğe birlikte adım attığınız kişi hayatta değilse artık, onun hissettiklerinin eksikliği yazıya yansıyacaktır.

Annemin anlattıklarından yola çıkarak, anneannemin evlilik hikayesini yazıya aktarma deneyimiyle başlamak, nesiller arasında kadınların koşulların nasıl değişim gösterdiğini kavrayabilmek açısından iyi olacaktır.


Yüzünü bile doğru dürüst, tanıyamadan, anne diyemeden üç aylık bir çocuk olarak kalır annem bu dünyada, babası tarafından amcasının kızına teslim edilir, koruyup kollamaları için.


Annem, özenli, özgüvenli bir çocuk olarak yetiştirilirken manevi ailesi tarafından, kendi ailesinin hikayesini, kendisinden daha büyük olarak kalan iki kardeşinden daha çok peşine düşer, anlatılarında bir masala dönüştürürdü trajik bir şekilde yaşama veda eden ailesini.

Anlatıldığına göre, annemin annesi ve babası, okuma yazma biliyorlardı, dönemin ilkokulu sayılacak okullarına gitmişlerdi. Süleyman dedemin sonu hüsranla biten aşk hikayesinden sonra, evlenmek için yeni arayışlara girmiş olmalı.

Anneannem, babamın babası Ahmet dedemin yanında kalıyormuş, hikayelerini bilmiyorum ama herhalde onlar da ana babalarını erken kaybetmiş olmalılar. Şerife nineyi evlenmek için talipleri abisi Ahmet dedemden istiyorlarmış. Dedem, Şerife ninenin taliplilerinin adlarını bir kağıda yazmış, kız kardeşinden istediği kişiyi işaretlemesini istemiş. Herhalde o zamanlarda bu konular açıkça konuşulamıyordu ya da Ahmet dedem Şerife ninenin kararını etkilemek istemediği için yazılı olarak karar vermesini istemiş olabilir.

Şerife nine, Demre’de yetişmiş, o dönemler nasıldı tam bilemiyorum, ancak gelin gideceği yere göre daha sosyal bir ortamı olmalıydı. Okumuş, eğitimli bir insan olarak annemin babası Süleyman dedeyi seçmiş. Süleyman dedeler de aile olarak, Çukur denilen, o zamanlar yolu izi olmayan bir yerde yaşıyorlarmış. Annemin halaları, dik başlı, çetin cevizlermiş. Şerife Nine onlarla pek anlaşamamış, genç yaşta bu dünyadan ayrılırken; “bana gün yüzü göstermedin, kendim de yaşayacağını sanma.”, demiş kocasına. Bu laf ağır gelmiş olmalı ki, Süleyman dede de üç ay sonra dünyaya veda etmiş.

Palaz ailesinin çocukları olmamış, annemi ve bir erkek çocuğunu, İbrahim dayıyı evlat edinmişler. Annemi deyim yerindeyse tepelerinde gezdirmişler, mutlu bir çocukluk yaşatmışlar ona. Biraz büyüyünce kardeşleri ve diğer akrabalarıyla bağlarını kurdurmuşlar. Annem, güçlü kuvvetli güzel bir kız olmuş, yıllar içinde. Evlenmek isteyen talipleri olmuş, hatta kaçırmak isteyenler, fakat annem meyl etmemiş kimseye.

Babam, dayısının oğlu , uzun boylu kıvırcık saçlı güzel bir delikanlıymış. Ahmet dedem,  babamla evlenmesini istiyormuş. Annemin gönlünün olduğu belli, fakat babam istemiyormuş bu evliliği.  O sıralarda annem on dokuz, babam ise on yedi yaşındaymış. Babamın, yıllar sonra anlattığına göre,-babam anlatmayı pek sevmezdi, konuşmayı da, gönlünün aldığı kişi olmadıkça-, Beymelekli bir kızı seviyormuş, fakat kızın da onu sevdiğine ya da bir kavilleri olduğuna dair bir şey söylemedi, sanırım bir ilk aşktı.

Oğlunun bu isteksizliğine, babaannem de ortaya attığı bir yalanla destek vermek istemiş.  Çocukken annemi emzirdiğini, dolayısıyla kardeş olduklarını söylemiş herkese, gerçekte böyle bir olay yokmuş.  Herhalde bir kargaşa kopmuştur, bu yalan karşısında.  Sonuç olarak, Annem gönüllü, babam ise gönülsüz bir evliliğe evet demişler.

O sıralarda,  henüz  yol  yapılmadığı için, annemi at sırtında getirmişler Çukur’dan Demre’ye. Düğün hazırlıkları yapılmış,  Annem ve babamın söylediklerine göre, anneme urba alınmış, beyaz gelinlik elbisesi, sandığındaki pudra kokusu bugün gibi aklımdadır.

Onlar da, Ahmet ve benim gibi, Mart ayında evlenmişler, babam Kasım 2004’de anlatıncaya kadar bilmiyordum.  Düğün esnasında güreş müsabakası düzenlenmiş, o yıllarda bu gelenek varmış  Demre’de.

Babamın anlattığına göre, annemle babamın resmi nikahı evlendikten iki sene sonra kıyılmış. O yıllarda, Demre henüz Belediye ve İlçe olmadığı için nikah için Kaş’a gidilmesi gerekiyormuş. Yol yokmuş henüz, hep atlarla gidilip geliniyormuş. Babam, Hüsniye Teyze’yle gitmiş Hükümet Konağı’na, orada resmi nikah kıyılmış. Bana göre bahane, ata bindirip götürebilirdi annemi, birlikte hareket etmek, birlikte bir şey yapmak içselleştirilmediği için, bir sürü bahane bulmak mümkün, her zaman. Babam anlattığında da söyledim bunu, ancak daha fazla da kalbini kırmak istemedim.

İki katlı evin büyük aile evinin, bir odası Annem ve babama verilmiş, “biz çocukken demir karyolalı bu odaya ; “bizim ev”, derdik.  Oda da, annemin sandıkları, onların özel yorgan ve yastıkları dururdu. Kendilerine ait bir oda olması bile bir ayrıcalık sayılabilse de, tam bir çekirdek aile hayatı yaşayamamıştır annem, babam.  Babaannemin varlığı, hep bir gölge, dedemden sonra sinirli ve beddualı dilinin esareti damga vurmuştur hayatlarına.

Üçüncü nesil olarak, yetiştiğim ortam, edindiğim kültürel birikim ve çalışma hayatımın evliliğimde etkisi olmuştur. Okulu bitirdiğimde, kaldığım yurtta da konaklama sürem bittiği için, önümde iki seçenek bulunuyordu. Demre’ye dönmek ya da Antalya’da kalıp iş aramak, iş hayatına atılmak. Birinci seçenek,  Demre’ye dönersem, tekrar gelip iş bulma olanağımı zorlar düşüncesindeydim. O yıllarda turizm sektörü yeni yeni duyuluyor, bir kadının otelde çalışmasına pek de sıcak bakılmıyordu, öte yandan çalışacak otel sayısı da çok azdı, üç ya da dört otel vardı şehir içinde.

Seyahat Acentalarında iş aramaya başladım, Pamfilya Turizm, o yıllarda bilinen bir şirketti. Başvurum, kış ayı olmasına rağmen kabul edildi, okuldaki teorikle iş hayatındaki pratik arasında oldukça uçurum vardı.  Bu nedenle işi bir acemi gibi öğrenmek için fatura yazmak,  mesajları teleksle göndermek gibi işlerle başladım. Teleks yazarken dökülen sarı pullar, gönderirken çıkardığı seslerle geçti kış ayı.  1985 Nisanı’nda, şimdi tam tarihini ve gününü hatırlayamıyorum ama gelişindeki edayı hiç unutmuyorum Ahmet Tüzün’ün. Elinde bir çantası vardı, o yıllarda erkeklerin taşıdığı iş çantalarından çok farklıydı, bir kültür adamı olduğunu hissettiriyordu, açık- koyu mavi çizgili ceketi zihnimdedir hâlâ.

Büroda, Ahmet Tüzün’ü şirketin demirbaşlarından Ali Bey, biz çalışanlara tanıttı onu; “Ahmet Tüzün, Atalay Tüzün’ün oğlu, Kemer bölgemizde çalışacak kendisi.” dedi.  Tanışma faslından sonra, Kemer bölgesinde çalışıncaya kadar, büroda zaman geçirmeye başladı Ahmet Tüzün. Öğle aralarında kitap okurdum, dikkatini çekmiş olmalı, kitap hediye etmeye başladı bana. Kitaplardan konuşacak biriyle karşılaşmanın arkadaşlığa, sonra evliliğe dönüşeceğini tahmin edemezdik başlangıçta. Yaz aylarında, bilet bölümüne bakıyordum, Ahmet Tüzün işle ilgili aradığında, isimleri kodlarken öyle kelimeler bulurdu ki, edebiyat tutkusu herhalde derdim. Yakın çalışma arkadaşlarım Nazan Abla ve Fatih Abi, Ahmet Tüzün’ün bana olan ilgisini farketmişler.  Nazan Abla; “Ahmet  Bey, sana ilgi duyuyor, hoşlanıyor senden, fakat sen yüz vermiyorsun gibi, “dedi bana bir gün.
O sıralarda karşılıksız, platonik bir aşkın acısını çekiyordum,  evlilik cümlesi edilecek olsa, herkesi tersliyordum adeta. Bir vesileyle tanıştırıldığım insanlara da ters davrandığım olmuştur, canlarını sıkmışımdır. Nazan Abla’ya da kızmışımdır, o sadece arkadaşım, başka bir şey düşünmüyorum demişimdir. Sonradan öğrendiğime göre, Ahmet Tüzün de pek çok  kırıklıklar yaşamıştı benden önce.

Sezon sonu yaklaşıyordu, havalar soğumaya başlamıştı. İşten çıktığımda, bazen tesadüfen Ahmet Tüzün önüme çıkıverir, fakat görmezden gelirmiş gibi yapardı. Çok girişken, atılgan bir insan değildi, bu onun iyi niyetli olduğunu gösteriyordu. O sene, ilk tatil köyü Robinson Çamyuva açılıyordu, Ahmet Tüzün beni açılışa davet etti. Ev arkadaşım kızlarla, fikir teatisinde bulunduk, benim davete icabet etmemin doğru olacağına karar verdik. Böylece, Ahmet Tüzün’le hem yemek yedik hem de deniz kenarında oturup yıldızları seyrettik,  kitaplardan, ailelerden söz ettik. Bu bir adım oldu ona güvenmem için.

Arkadaşlığımız, beş seneye yakın sürdü. İkimiz de evlilik konusunda adım atmaktan korkuyorduk, araya Ahmet Tüzün’ün askerlik, askerlik sırasında yaşadığı olumsuzluk, sağlık sorunları girdi.  Onun geri adım atmasına sebep olan en büyük etmenlerden biri de sağlık sorunlarıydı,  o gün benim anlamakta zorlanacağım, sonradan ne kadar haklı olduğunu, dürüstlüğünü ortaya koyan önseziler olduğunu yıllar içinde öğrenmiş olacaktım.  Beş senelik gelgitli, aynı zamanda heyecan dolu yıllardan sonra evlenmeye karar verdik. 09 Haziran 1989’da aile arasında nişanlandık,  17 Mart 1990’da evlendik.

O gün sadece resmi nikahımız kıyıldı, akşam da aile arasında yemek yedik Talya Otel’de. Yemekte annem, babam, ağabeyim, Ahmet Tüzün’ün anne babası, amcası, yengesi ve babaannesi vardı. Ahmet Tüzün babaannesini çok severdi, çocukluğunun büyük bölümü babaanne evinin hatıralarıyla doluydu.

Babam, çok dindar bir insan değildi, ancak geleneklerine bağlıydı. Dini nikah yapılmasını çok istiyordu, ancak Ahmet Tüzün dini nikah istemedi, babamı teskin etmek de anneme düşmüştü. 

Ahmet Tüzün’le evliliğimiz yirmi iki yıl sürdü. Acı tatlı zamanları birlikte göğüsledik, birbirimizin gelişmesi için birikimlerimizi aktardık, çok da sakınmadık. Ahmet’le karşı karşıya getirilmek istendiğim durumlar olmuştur, ikimiz de buna meyil vermeyecek kadar bağlıydık birbirimize.

Hiçbir şey kendiliğinden ne masala dönüşüyor ne de hikayeye. Annemin kendi anne babasının hikayesine olan tutkusu, içinde taşıdığı hüzün,- annem pek belli etmezdi bunu, neşeli görünürdü çoğunlukla güldürürdü insanları anlatılarıyla-, bana da sirayet etmiş olmalı. Onun anlatıları sayesinde anne ve babasının hikayelerini biliyoruz, kendi hikayesini de.

Geriye dönüp baktığımda, çok değer atfettiğimiz, bizi acılara gark eden ilk aşkların hikayesi kurmuyor hayatımızı, belki bu geçiciliği gerçek sanıyoruz.  Asıl hikaye, karşılaşmalardan,  karşılaşmaların hayatımıza kattığı anlam ve paylaşımlarla kuruluyor.  Sözlü gelenekten yazılı geleneğe farklılık gösterse de hikayemizi anlatabildiğimiz ölçüde var kılabiliyoruz.

Hiç görmediğim anneannem, annem ve benim, üç nesil kadının evlilik hikayelerinde gördüğüm ortak nokta evliliklerimize kendimizin karar vermiş olması, benim onlardan en önemli farkım, beş senelik bir arkadaşlığı, büyük bir mücadeleyle sürdürmüş olmamdadır. Özgürlüğe, bağımsızlığa verdiğim kıymet ve değer, evlilik yolunda, ailemden çok topluma karşı verdiğim(iz) duruşla anlamını bulmuştur.

Toplumsal yaşamda, kadınların konumu, içinden geçtiğimiz süreçte görece daha iyiye gidiyor olsa da,  bir kadının özgürlük ve bağımsızlığı kendi bireysel mücadelesine bağlı,  kadının varlığı sadece annelik misyonuyla sınırlanmamalı, varlığının anlamı üzerine düşünme olanaklarını aramalıdır kadın.




10 Mayıs 2018 Perşembe

Dün Sana El Salladım Babacığım - İmren Tüzün



Biz seni öksürüğünden tanırdık. Çocukluğumda bizi bırakıp gidip kaybolurdun. Uzun süre senden haber alamazdık. Aylar geçerdi, bir bayram arifesinde ellerin kolların hediye dolu çıkar gelirdin. Daha sokaktan öksürüğün duyururdu gelişini. Her gelişin ayrı bir edaylaydı. Sen çok güzel giyinmiş olurdun. Üzerinde “neyir” marka kazaklar, dar paçalı pantolonların, yumurta topuklu ayakkabılarınla, şehir havası getirirdin eve. Oysa annem ve çocukların, yani bizler, köylü kalırdık yanında. O nedenle mi, nedendir bilmem, yorganın altından kafamızı çıkarıp, seninle konuşamazdık. Annem her zamanki olgunluğuyla neredeydin bunca zamandır demeden odasına alırdı seni. Senin yokluğunda biz bildiğimiz gibi yaşardık. Dağınık savruk. Sen sevmezdin dağınıklığı. Her gelişinin, hemen ertesi günü evin etrafını kolaçan eder, çalıyı çırpıyı toplar yakardın. Çok severdin ateş yakmayı. Eve ve bize bir düzen gelirdi. 

Akşamüstleri okuldan sonra öyle elimize ekmek alıp yememizi istemezdin. Akşamı bekleyin, sofrada yiyin derdin. Ha bir de şu getirdiğin mantolar, botlar yok muydu, onları okula giyip giderken diğer çocuklardan çok utanırdım, onlarda yok bende var diye. Okul yolunda yoksul arkadaşlarımın eski ayakkabılarını giyer, onlara botlarımı giydirirdim. O zamanlar senin bu ayrıksı, kent görmüş, bize medeniyet öğreten tavrından rahatsız olurdum. Dar kasabaların ayrık otlarına tahammülünün olmadığını bilmiyordum ben o zamanlar. Herkes gibi yoksul, sıradan olmak istiyordum.

Sen toprak, bağ, bahçe sahibiydin. Bugün herkesin almak için mücadele ettiği her şey sende vardı. Yanında yörende senin için çalışmış pek çok insan vardı. Ama sen toprağa bağlı, mal mülk sahibi olmayı hiç istemedin. Belki de çalışan insanların yoksulluğu, çektiği çileler seni üzüyordu. Belki de o yüzden çocuklarına bir karış toprak bırakmamak en büyük isteğindi. Bunu yavaş yavaş hayata geçirdin. Çeşit çeşit arabalara bindin, envai çeşit yemekler yedin Antalya’da, Bursa’da, İstanbul’da.

Senin kendine has, yabancı, arkasında ne bıraktığını düşünmeyen tavrın yıllarca başkaları tarafından sorgulanmana neden oldu. Annemi, beni ve kardeşlerimi az üzmedi bu tavırların. Elindekini avucundakini yok etmeye eğilimin, varlıklı olmaktan yoksulluğa düşürdü bizi. Yoksulluğu da öğrenmek gerekirmiş babacığım. Hayat tek taraftan bakılınca, başkalarının çektiği sıkıntıları göremeyince, hayatın anlamı olmuyormuş.

Ticaret hayatında olmuştu, saf ve dürüst halin, hilekâr olamayışın senin bütün çalışmalarını başarısızlıkla sonuçlandırdı. Çok hesaplı, kitaplı insanlardan değildin. Yedirip, içirmeyi, misafir ağırlamayı çok severdin. Yoksulları, farklı mezhepten insanları kucaklardın her zaman. Yabancı ve öteki yoktu senin için. Sadece kendini beğenmişleri sevmezdin, onlara "mürâi" ya da “okumuş ama adam olamamış” derdin.

Seni bu satırlara sığdırmak zor. Hastalığın nedeniyle, sen biraz daha duruldun. Eskiden sinirli, yanına yaklaşılmaz insandın. O zorlu hastalıkla mücadele ettiğin günlerde sakinleşmiştin. Çocukluğundan, babanın otoriter tavrından, askerliğinden, bizim için biraz sır kalmış hayatından bahsederdin. Çok anımsamak istemediğinden olsa gerek, “bu kadar yeter” konuşmayı keserdin.

Bir yabancıydın sen, ne zaman, nasıl çıkıp geleceği belli olmayan. Çocuklarının evine de haber vermeden gelmeyi severdin. Bir akşam alacakaranlığında ya da gece yarıları çıkıp gelirdin. Kapının zili çaldığında, “kim o “ diye sorardım. Adını söylemezdin hiçbir zaman .”Ben, ben, aç ,aç” diyen sesini duyardım. Sabahları çok erken kalkardın, gidiyorum, demeden çeker giderdin. Bir yabancıydın hayatımızda, hem tedirgin eden, hem de bir şekilde hayatın aykırılığını duyumsatan.

Biliyorum artık çalmayacaksın kapılarımızı. Ansızın çıkıp gelmeyeceksin. Ya da hastalığın boyunca yaptığım gibi telefon etmeyeceğim sana. Ani sıkıntılarınla beni korkutmayacaksın. Alışmak kolay olamayacak yokluğuna.

Sen dar kasabaların insanı değildin. Boğuldun, boğuldukça kaçtın. Evlerden çok yollar, oteller, kahvehaneler, sandalyeler dostun oldu senin. Anlaşılmadın, anlaşılamadın. İfade edemedin kendini.

Dün seni elleri üzerinde götürürken insanlar, o uzun kuyruk oluşturmuş insanlar, belki de kendi hayatlarında yaşayamadıkları aykırılıklarına da son görevlerini yerine getiriyorlardı. Sen önümden geçerken sana el salladım, diğer kadınlar öylece bakarken.

İmren Çalışan Tüzün
©Bütün Hakları Saklıdır.

3 Mayıs 2018 Perşembe

8.Türkiye Yayıncılık Kurultayı’ndan İzlenimler





Kitapla tanışmam, 1970’li yılların ilk başında Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” romanıyla olmuştu. O zamanlar bir kitabın nasıl yayımlandığı, künyesi ve bize nasıl ulaştığı konusunda bilgi sahibi değildim bir öğrenci olarak.

Lise yıllarımda, Yurdagül Gençler’in kitaplığında dünya klasikleriyle karşılaşmam okuma sevgimin oluşmasında önemli bir etmendir. Ancak, yayıncılık konusu hala ilgi alanım içinde değildi, asıl olan okumaktı benim için.

Ahmet Tüzün’le karşılaşmam, kitabın bir nesne olarak nasıl kotarıldığı, bir kitabın bibliyografik bilgileri, onun kitabı inceleyişi, benim için ikinci bir okul gibidir. Ortak tutkumuz kitap, gün geçtikçe bir kütüphane kurmaya yöneltti bizi. Hazırlık aşamasında Ahmet Tüzün hayata veda etti, dolayısıyla ortak tutkumuzun sorumluluğunu alarak, arşivimizde bulunan kitapları kataloglamak için yola çıktığımda, kitap basımının, özellikle kitabın bibliyografik bilgilerinin  ne kadar önemli olduğunu deneyimle öğrenmiş oldum. Bu süreçte, pek çok hatayla karşılaştık, hata arayıcısı konumuna düşmeyeceğimi bilsem bir listesini yapmak isterdim.

8.Türkiye Yayıncılar Kurultayı’nın 26-27 Nisan 2018’de gerçekleşeceği haberini okuyunca, kütüphanecilikle ilgili boyutu da olabilir düşüncesiyle izlemeye karar verdim.

Yapı Kredi Kültür Sanat - Loca’da 26 Nisan 2018’de saat 10:00’da başlayan  Kurultay’ın açılış konuşması Türkiye  Yayıncılar Birliği İkinci Başkanı Fahri Aral, Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Kenan Kocatürk ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Koray Akay tarafından yapılmış, konuşmalara yetişemedim.

 Konuk Konuşmacı Martjin David’in “Kitap’ta Sabit Fiyatı Korumak: Hollanda Deneyimi”  başlıklı konuşmasında, Hollanda hukukunda kitap nedir? sorusuna verdiği cevapta, “dil, başlık, kağıt ve basım” anlamına geldiğini vurguladıktan sonra, sabit fiyat nasıl belirlenir, sabit fiyat nasıl yapılır sorularına açımlama getirdi ve sabit kitap fiyatı yasasının politik-kültürel bir araç olduğunu vurguladı. Yayıncılık kadar dağıtımcılık sistemi üzerine de bilgi verdi. Hollanda’da merkezi bir kitabevi bulunuyormuş, yayımlanan her kitap,- büyük, küçük yayınevi ayırdımı olmaksızın-, merkezi kitabevine gönderiliyor ve dağıtımı buradan yapılıyormuş. Bu bakımdan, küçük bir yayınevinin yayımladığı bir kitap da eşit bir şekilde okuyucuya ulaşma fırsatı buluyormuş.

Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Kenan Kocatürk’ün yönettiği 1. Oturum’da, “Kitapta Sabit Fiyata Neden İhtiyaç Var?” konusunu, Metis Yayınları’ndan Semih Sökmen, Arkadaş Kitabevi’nden Cumhur Özdemir, Turizm ve Kültür Bakanlığı, Rekabet Kurumu’ndan Ayşe Özlem Uzun ele aldılar. Cumhur Özdemir’in Almanya ve Türkiye’den verdiği kitabevi ve yayıncı sayısı kıyaslaması dikkate değerdi. Almanya’da yirmi beş bin kitabevi varken, Türkiye’de üç bin kitabevi bulunduğu, Türkiye’de bu sayının son yıllarda gittikçe azaldığı vurgulandı. Ayşe Uzun, sabit kitap uygulamasının rekabet yasası açısından zorluklarını dile getirdi, Yayıncılar Birliği’nin sabit fiyatın gerekliliği konusunda, Rekabet Kurumu’na başvurmaları halinde değerlendirilebileceğini söyledi.

EDItEUR Yönetici Direktörü ve Baş Veri Mimarı Graham Bell’in “Yayıncılık Standartları ve Tedarik Zinciri” başlıklı konuşması benim açımdan kayda değerdi. Konuşmasına, EDItEUR’un kar amacı gütmeyen bir kuruluş olduğu, merkezinin Londra’da, dünya çapında yayıncıların, kütüphanelerin, altyazı ajanslarının üyelerinin olduğunu söyledi.

Kitabın bibliyografik bilgileri, pazarlama ve tedarik zinciri için geliştirdikleri “ONIX” sistemini ve meta verilerinde hangi bilgilere yer verileceğini anlattıktan sonra, ONIX’in Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından Türkçeleştirilerek yayıncıların kullanabileceği hale getirdiğini söyledi. Bu sistem, Dewey ve LCC gibi ONIX’in de kütüphanelerce kullanılabileceğini belirtti. Graham Bell’in konuşması için hazırladığı tanıtım linkini kendisinin izniyle ekliyorum.

 “Yayıncılık Standartları ve Yayıncılıkta Yeni Dağıtım Modelleri” başlıklı 2. Oturum’un yöneticiliğini Koray Seçkin yaptı. Konuşmacılar; Ayda Perçin, Yayın Standartları ve Derleme Şube Müdürlüğü, Mustafa Aksoy - Bulut Yayınları, Murat Bahadır –Emek Dağıtım, Emel Azdemit – Punto Dağıtım.

Ayda Perçin, Yayın Standartları’nı ISBN,ISSN,ISMN,ISNI belirttikten sonra, Yayın standartlarından monograflar için kullanılan ISBN’nin ilk kez 1987 yılında; süreli yayınlar için ise 1993 ISSN verilmeye başlandığını, yürürlüğe girdikten sonra ISBN ve ISSN alımının 2006’da bir Tebliğ ile zorunluluktan çıkarıldığını söyledi. Zorunluluğu kaldırılmasına rağmen, ISBN ve ISSN’nin ücretsiz oluşu ve satış kanalları, kütüphaneler ve bilgi merkezlerinde kontrol mekanizması olarak kullanılması olduğunu vurguladı. ISMN ve ISNI’nin henüz yeteri kadar uygulamaya geçirilemediğini, Bakanlık olarak, özellikle ISNI’nin kullanılmasını beklediklerini söyledi. Daha sonra, Yayıncılıkla ilgili e-devlet üzerinden başvuruların yapılabildiğini, daha önce bir adet istedikleri dergilerin e-mail yoluyla, PDF olarak kendilerine iletilme yolu bulunduğunu hatırlattı.

Perçin, Kütüphanecilikten geldiğini, bu nedenle kitapların kataloglanması esnasında pek çok hatalarla karşılaşıldığını, bunun ortadan kalkması için, Yayıncıların, kitabın basımından üç ay önce tüm bilgilerinin kendilerine iletilmesinin standardizasyona önemli katkısı olacağını söyledi. Yayıncılar ise itiraz ettiler, kitap basıldıktan sonra yapılmasının doğru olacağını, Kenan Kocatürk ise bu konunun gelecekte Bakanlıktan çok Yayıncılar Birliği’nin  işi olması gerektiğini söyledi.

Emek Dağıtım’dan Murat Bahadır, portföylerinde yüz seksen üç bin kitap bulunduğunu belirtti. Gösterdiği videoda bir kitap dağıtım şirketinin çalışma sistemini görmüş olduk. Punto’dan Emel Azdemir, Punto dağıtım olarak Anadolu’da açılan metrekaresi büyük kitabevlerinin artmakta olduğunu vurguladı.

Türkiye’de yayıncı – dağıtımcı arasında çalışma sisteminin nasıl işlediği üzerine de bilgi verildi. %42 ile % 65 arasında değişen fiyatlarla yayıncının dağıtımcıya kitabı verdiğini, ancak kitaptan elde edilen gelirin geri dönüşünün oldukça gecikmeli olduğunu, bunun da yayınevlerini zorladığı vurgulandı.

Mustafa Aksoy ise, butik yayıncılığın Bakanlık tarafından desteklenmesi gerektiğini, kültürel değişim ve farklılığın sağlanabilmesi için butik yayıncılığın sistemin içinde kalması gerektiğini söyledi.

Kitap kataloglaması yaptığımız için Ayda Perçin’in dile getirdiği zorlukları biliyorum, haklı tarafları var. Öte yandan yayıncıların kaygılarını da anlıyorum, yayıncılığın daha bağımsız olması gerektiği görüşlerine katılıyorum.

27 Nisan 2018, Cuma günü iki oturumu izleme olanağı buldum. “Yayıncılıkta Sansür ve Otosansür” başlıklı Oturum, Mine Soysal  yöneticiliğinde gerçekleşti.  Konuşmacılar; Fulya Alkoç- Kor Kitap, İrfan Sancı – Sel Yayıncılık, Hamide Yiğit – araştırmacı Yazar, Asya Çağlar-Kelime Yayınları.

Sel Yayıncılık’tan İrfan Sancı, 2011 yılında yayımladıkları Beat Kuşağı’nın önde gelen isimlerinden William S. Burroughs’un “Yumuşak Makina(Soft Machine) adlı kitabın sansürü nedeniyle yaşadığı dava süreci ve Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi ve  mahkemenin kendilerini haklı bularak üç bin lira tazminat ödenmesine karar verilmesi sürecini anlattı.  Hamide Yiğit, Felsefe öğretmeni olduğu okulda bir öğrenci velisinin kendisini şikayeti üzerine yaşadığı mahkeme sürecini, yazdığı her yazıda sansüre uğrama tedirginliği yaşadığını, bu nedenle Avukatlarına danıştığını anlattı. Asya Çağlar ise Çocuk kitapları yayıncılığında sansür üzerine konuştu. Bu oturumun sonunda, Mine Soysal, bir özeleştiri yaptı ve yayıncılık sektörünün kendi içine kapalı olduğunu, kitabevleri, kütüphaneler ve okuyucularla daha çok bir araya gelinmesi gerektiğini söyledi.

Son Oturum,“ Dijitalleşmenin Yayıncılığa Yansımaları: Çarpıcı Uygulamalar”ın yöneticiliğini Türkiye Yayıncılar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Nemutlu yaptı. Konuşmacılar; Tan Çağlayan-Çağlayan Kitabevi, Kıvanç Çınar – Informascpoe, Oytun Çetin – Teknolist, Berk İmamoğlu –Storytell

Kıvanç Çınar, ilk bilgisayardan günümüze kadar değişen teknolojideki yenilikleri görsellerle hatırlattı bize. İlk bilgisayar bir odayı kaplıyormuş neredeyse, gittikçe küçülmüş. Telefonda ise çevirmeli telefonlardan cep telefonlarına kadar değişimi görselleştirmiş. Ayrıca geliştirdikleri Turcademy’nin öne çıkan özellikleri üzerine bilgi verdi. Bunlardan bazıları; Zaman, mekan ve cihaz bağımsız  elektronik kitaplara erişim imkanı, Yayınevleri için dağıtım kanalı ve kullanıcı beklentilerini karşılama imkanı, Marc kayıtlarının temini ve kütüphanelerde hızlı bir şekilde kitapları kataloglama ve kullanıcılara sunma imkanı.
Oytun Çetin, normal baskı ile dijital baskının farklılık ve olanaklarına yer verdiği konuşmasında, kişiye özel kitap yapma olanağından bahsetti. Özellikle okullarda sınav sistemlerinin dijital baskısı, bu baskıların kullanıldıktan sonra atılmasına dikkat çekti. Berk İmamoğlu ise “Seslenen Kitap” projesini nasıl hayata geçirdiklerini anlattı, profesyonel kişilerin kitapları okuduğunu, arabada, yolda , seyahatte “seslenen kitap”ın dinlenilebileceğini, yeni bir olanak olduğunu vurguladı.

8.Türkiye Yayıncılık Kurultayı, yazar, yayıncı, dağıtımcı ve okur ağının birbirinin ayrılmaz bir parçası olduğunu, Türkiye’de yayıncılıkta kitabın standartlaşmasının elzem olduğunu, yayıncı-dağıtımcı ağının adil bir şekilde kurulmasının elzem olduğunu hatırlattı bize.

Dijital çağda, kitabın bibliyografik bilgilerinin  çok iyi bir şekilde yayına hazırlanmasının, kitabın küresel ölçekte ulaşılabilirliği açısından önem taşıdığı aşikar.  Sabit kitap fiyatı uygulaması, yayıncılar kadar okuyucular içinde yararlı olacaktır, Avrupa’da uygulanabilen bir sitem bizde de yürürlüğe koyulmalıdır.

Yayıncılar Birliği’nin iki yılda bir düzenlediği  Kurultay’ın, 2020’de gerçekleşeceğini hatırlatarak, 8.Kurultay’ın sonuç bildirgesinin kamuoyuyla paylaşılmasının yayın dünyasına yeni açılımlar getirmesi
açısından önemli buluyorum.


İmren Tüzün