Poyrazın
yakıp kavurduğu sıcak bir günün ardından, akşamı duyumsamak, kapısı herkese
açık Akdeniz’in mavi sularında Ağustos’a veda etmek için yola koyulduğumda
düştü aklıma yazının başlığı. Belki de bütün yaz boyunca hissettiğim, fakat
dile getiremediğim duygularımın, hallerimin bir toplamıydı bu cümle.
İnsan hayatı boyunca, yıllardan yıllara, mevsimlerden
mevsimlere, aylardan aylara, günlere, saatlere ve anlara doğru yol alıp
duruyor. Gelecek önümüzde belirsizliğini korurken, geçmiş hatıralarına sahip
çıkan bir insan için; "Geçmiş aslında geçmezmiş efendim.
Hep bir köşede yerinden çıkmak için geceyi beklermiş." Oğuz Atay’ın cümlesinde olduğu gibi
geçmiş dolanıp duruyor zihnimizin labirentlerinde.
Ağustos’un sıcak günlerinde bir yere gitmedim, içim kaldırmıyor
artık yalnız tatilleri. Bir yandan yazılarının düzeltilerini yaparken, diğer
yandan zihinsel bir yolculuk içindeydim,
odalardan odalara, kentlerden kentlere, anılardan anılara dolaşıp durdum,
sırtımdan terler akarken. Gençliğimdeki Ağustos’tan çıktım yolculuğa.
Genç kızlığımda,
akşamüstleri saat dörde doğru evimizin önündeki betonu yıkardı birimiz,
diğerimiz çay koyardı, elektriksiz pasta tenceremizde güzel kabarmış kek
kokuları sarardı iki katlı evimizi. Sonra sığırların otlatma vakti gelir, onlar
önde ben arkada yola koyulurduk, büyük bahçemize doğru. Sığırlar otlarını yerken, onları gözden
kaybetmeyecek bir şekilde, bir portakal ağacının dibine oturur, elişimin içine
gizlice koyduğum, Yurda Ablanın kitaplığından alıp getirdiğim Dostoyevski,
Tolstoy, Balzac romanlarını okurdum. Annemi kızdırmamak için de akşama doğru biraz
el işi yapardım. Bu yaz Dostoyevski’nin “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”ını okurken
aldığım tat gibi, fakat bir yanı eksik yine de ne Annem hayatta ne de Yurda
Abla.
1993 Ağustos’unda Ahmet’le Ankara’ya yaptığımız otobüs
yolculuğu, Antalya’nın sıcağından sonra Ankara’da üşümemiz, bir de o yolculuk
esnasında gördüğüm, Ahmet’in sağlığına kavuşacağı inancı veren o rüya aklımdan
çıkmaz hiç.
Bir etkinliğe katılman için Nürnberg’e yaptığımız yolculuk,
12 Ağustos 2006’da Ahmet’in Fitzgerald Kusz’un
şiirlerini Türkçe’ye çevirişi, ondan daha etkileyici olan ise, Türkçe
şiirleri Almanca’ya çevirmesiydi. O etkinliğin aurasını anlatmak zor, iyi ki
fotoğraflarını çekmişim, geçmişin bize
hatırası şimdi.
Nürnberg’den Köln’e hızlı trenle yaptığımız yolculuk boyunca,
Almanya’nın tabiatını sevmiştim de bulanık Ren nehri beni tedirgin etmişti,
üstünde gemiler gidip geliyor olmasaydı, mavi suların çocuğu olarak Ren’e
tahammülüm zor olacaktı. Köln Katedrali karşılamıştı bizi, heybetiyle sanki
diğer bütün mimariyi küçümsüyor gibiydi. Müzeleri gezmiştik, Irena bizi kent
dışındaki bir galeriye götürmüş, Bonn’da Guggenheim koleksiyon sergisini
görmeye gitmiştik. Irena ve Dieter’in evinde, bir akşam Ahmet’le
Dieter’in memleket meseleleri üzerine girdikleri tartışma, Ahmet’in evi terk
etmesiyle sonuçlanmıştı. Ahmet’in tavrı, iyi Almanca bilen bir Entelektüel’in
duyarlılığıydı. Aradan yıllar geçti,
Irena ve Dieter’le bu sefer Antalya’da havaalanında birkaç saat de olsa görüşme
olanağımız oldu, yine bir Ağustos ayında.
Viyana’ydım biraz, Ulla’nın o tarihi evinden çıkıp Viyana
sokaklarında yürümelerimiz. Birlikte gittiğimiz klasik müzik konseri, müzeler,
Schönbrunn Sarayı’nın içi,- ne kadar da bakımlı ve temizdi, ister istemez
Dolmabahçe Sarayı’nın bakımsızlığıyla karşılaştırmıştık,- çiçeklerle süslü
bahçesinde yaptığımız yürüyüş, Central ve Einstein Kafeleri, belki Viyana’dan
geçmiş, ruhunu solumuş yazarların, sanatçıların izlerini sürmek istemiştik,
fakat hiçbir şey o günlerdeki gibi değildi elbette.
Yakınlarımızın bizi, içinde bulunduğumuz konumu, yapıp
eylemelerimizi anlamaları zor oluyor, hele bir de sanat, edebiyatla
uğraşıyorsak. Sanki bu memleketin insanı değiliz de bir yabancıymışız gibi
hissettiriliyoruz, en küçük bir söz, tavır ve davranışlarında ele veriyorlar
kendilerini. En büyük belamızda hatırlamak zaten, onlar unutuyor, biz
hatırlıyoruz.
Bir Ağustos ayında, Berlin’de misafirliğe gittiğimiz kapının
zilini çaldı ev sahibi, birkaç kez üst üste, fakat kapı açılmadı. En sonunda
kendisi açmak zorunda kaldı. O an, işte gelmemiz istenmiyor duygusu basmıştı
beni de, yine de belli etmemiştim Ahmet’e. Kapı açılıp içeri girdiğimizde ev
sahibimizin eşi ve çocuğuyla karşılaşmıştık. Belli ki, öncesinde bir hesaplaşma
yaşanmıştı. Aldırış etmemeye çalıştık, misafirdik ne de olsa.
Berlin’de görecek o kadar yer varken bu küçük davranışlarla uğraşmanın bir
anlamı yok diye düşündük. Öyle bir tavırla karşılaştık ki, bu sefer tavrı biz
koyduk ve kendimizi bir otel odasında bulduk. Biliyorum Ahmet çok üzüldü. Fakat
yine de, zamanımızı iyi değerlendirmiş, Berlin Müzelerini gezip, görmüştük.
Neyse ki, Kassel’de doğa içindeki küçük otel Ahmet’e çok iyi
geldi, unutamadığını söylerdi hep. 20 Ağustos 2007’de, Kassel’deki bir şatoda
gerçekleşen Documenta sergisini görmek için yeşilliğin gölgesinde, parkta
dinlene dinlene yürüyüşümüzü unutmak mümkün mü? Fotoğraflara baktım, hayalimde yine
oralarda dolaştım seninle.
2010 yazının büyük bir bölümünü Hastane’de, Ağustos’un son üç haftasını da bir otel odasında,
Ahmet’in iyileşmesini bekleyerek geçirmiştik,
dayanışma içinde. Güniz Sokak, Ahmet’in sokakta, bağıra bağıra okuduğu Can
Yücel’in “Sevgi Duvarı”şiirini
hatırlıyordur belki de, kim bilir. ”Yalnızlığım benim
sidikli kontesim / Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” , tok sesinin yankısı
kulaklarımda hala.
İnsan yine de yaşadığı kentteki zihinsel yolculuğunda bir
gerçeklik hissediyor nedense. Ağustos 2011’de, senin diyalizden yorgun argın
döndüğün sıcak gecelerde, Konyaaltı’nda 16 nolu Beach’te yan yana oturup,
gökyüzünde ayı ve yıldızları seyretmiştik. Beni yanında istiyordun hep, elim
elinde, bırakma beni diyormuşsun meğer. Ben bir daha ne o kafeye ne de bir gece
yarısı deniz kenarına gidip oturdum sen gittiğinden beri. İsteseydim, tek
başına da çıkar giderdim, fakat bir tat alamayacağımı biliyordum.
İhmal etmediğim üç şey oldu yaz boyunca. Seni ziyaret etmek, Adam Yayınları’ndan çıkmış
şiir kitaplarını götürdüm her gidişimde, şiirler okudum sana. İyi de oldu,
bilmediğim yeni şiirlerle tanıştım, şairlerin çok bilinen şiirleriyle
anılmasının haksızlık olduğunu düşündüm bir an, keşfedilecek ne güzel şiirler
var oysa.
Atölyede küçük çizimler yaptım, kendiliğinden geldi, oysa hiç
böylesine küçük kağıtlara çalışmamıştım. Bir de küçük arkadaşım var, adı Arda,
beni her gördüğünde atölyede merhaba diyor, resimleri seviyor, güzel şeyler
söylüyor. Merak ediyorum, büyüdüğünde nasıl bir izlenim kalacak onda.
Sokrates’in deniz tutkusunu dile getirişinden
etkilenmişimdir; “Çoğu zaman insanlardan kaçardım. Hiç doyamadığım, bin bir
yüzlü, bin bir huylu sevgilim denize inerdim. Kendimi sularına teslim edip onu
kucaklar, denizkızları ve Tritonlar eşliğinde derinlere, çok derinlere
açılırdım.”(1) Bilirsin, ben de denize gitmeyi, orada ruh bulmayı
severim. Sokrates kadar derinlere dalamasam da, Akdeniz’in mavi sularıyla
buluşmak, onun şefkatli ve şifalı sularında kendimi tazelemek isterim. Yazdığım
ve seslendirdiğim metni henüz sergileme fırsatım olmadı, olursa bir gün sen
orada olacaksın, Ankara’da Akdeniz hasretiyle geçirdiğimiz yaz günlerinin
anısına. Eminim, Sokrates de üzülürdü benim gibi, denizlerin çocukların
yaşamını soldurmasına, onun zamanında da yaşanıyor muydu böyle olaylar acaba?
Ağustos ayı çok sıkıntılı geçti Ahmet. Öylesine acılar
yaşandı ki bu topraklarda, ölümler, Suriyeli göçmenlerin denizlerde solup giden
hayatları, kurulamayan hükümet, sürekli bir bekleyiş, neyi beklediğimizi
bilmeden, bireysel yaşamımızdan
uzaklaştırdı bizi. Sen, uzlaşma kültürünün önemini vurgulardın konuşmalarında,
uzlaşılamadı, inatlaştı herkes. Şimdi seçim kararı verildi, hem de benim resmi
doğum günümde. Çok da şaşırtmadı beni, doğduğum gün seçim haberlerini dinleyen
dedemin kollarına götürüvermiş Huriye teyze beni, ondandır utangaçlığım,
politikadan çok da hoşlanmamam belki de.
Sıcak günler ve acı haberler beni yorduğunda, “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”ın
sayfalarına sığındım. Dostoyevski’nin kahramanları, Nataşa, Alyoşa ve Vanya’nın kötülere karşı verdikleri mücadele,
bana da yol yol gösterici oldu, Dostoyevski ne kadar da usta iyi niyetin
arkasında yatan kötülüğü anlatmakta. Ne kadar da benzer oluyor insan
ilişkileri, sevenlerin huzuruna göz dikenlerin oyunları.
Kendimizi, ilişkimizi, evliliğimizi düşünüyorum sık sık,
Ioanna Kuçuradi’nin cümlesi bizi tanımlıyor gibi geldi bana; “ Güç olsa da,
etik ilişkinin bilgisi, insanlara bakarak ve yazın yapıtlarının bölgesinde
dolaşarak ortaya konabilir. Ama, değerlerin yaşandığı bir etik ilişkiyi
yeşertmek ve yaşatmak, bir “mucize”dir; bir ip üzerinde dolaşmaya alışkın iki
kişinin karşılaşmasını gerektirir.”(2)
İşte böyle geçti bir Ağustos daha, zihinsel bir yolculukta,
geçmişle bugün arasında.
Ağustos - Eylül, 2015
Kaynakça:
1 -Sokrates’in Gerçek Savunması –
Kostas Vanalis – Çeviren: Ari Çokona – Pan Yayıncılık
2
- Ioanna Kuçuradi – Etik – Türkiye Felsefe Kurumu – Ankara, 1996