13 Mayıs 2018 Pazar

Üç Kadın, Üç Evlilik Hikayesi - İmren Tüzün


                               


Evlilikler söz konusu olduğunda bize anlatılan dedelerimizin, ninelerimizin, ardından anne babamızın  evliliklerinin nasıl gerçekleştiğine dair hikayeler zihnimize kazınmaya başlar çocukluğumuzda. Yaşanılanın olduğu kadar, anlatanın da etkisi vardır hatırlamanın oluşmasında.  Yazmaya çalışacağım,  üç nesil kadın olarak bizim evlilik hikayemiz de biraz da annemin sözlü anlatımının etkisiyle olacaktır.

Yazmak, anlatmak, yaşamaktan daha zordur bazen, yazılanın sorumluluğu vardır, anlatılandan daha çok.  Ancak, her yazılan da biraz eksik kalır, her şeyi olduğu gibi anlatmak, anlatılanı aktarmaya çalıştığımız, yaşanılana tanık olmadığımız için,  yaşanılanı kurgulama gereksinimi duyarız. Yazanın kendi yaşamına bakma, dile getirme  cesareti de olmayabilir, hele  evliliğe birlikte adım attığınız kişi hayatta değilse artık, onun hissettiklerinin eksikliği yazıya yansıyacaktır.

Annemin anlattıklarından yola çıkarak, anneannemin evlilik hikayesini yazıya aktarma deneyimiyle başlamak, nesiller arasında kadınların koşulların nasıl değişim gösterdiğini kavrayabilmek açısından iyi olacaktır.


Yüzünü bile doğru dürüst, tanıyamadan, anne diyemeden üç aylık bir çocuk olarak kalır annem bu dünyada, babası tarafından amcasının kızına teslim edilir, koruyup kollamaları için.


Annem, özenli, özgüvenli bir çocuk olarak yetiştirilirken manevi ailesi tarafından, kendi ailesinin hikayesini, kendisinden daha büyük olarak kalan iki kardeşinden daha çok peşine düşer, anlatılarında bir masala dönüştürürdü trajik bir şekilde yaşama veda eden ailesini.

Anlatıldığına göre, annemin annesi ve babası, okuma yazma biliyorlardı, dönemin ilkokulu sayılacak okullarına gitmişlerdi. Süleyman dedemin sonu hüsranla biten aşk hikayesinden sonra, evlenmek için yeni arayışlara girmiş olmalı.

Anneannem, babamın babası Ahmet dedemin yanında kalıyormuş, hikayelerini bilmiyorum ama herhalde onlar da ana babalarını erken kaybetmiş olmalılar. Şerife nineyi evlenmek için talipleri abisi Ahmet dedemden istiyorlarmış. Dedem, Şerife ninenin taliplilerinin adlarını bir kağıda yazmış, kız kardeşinden istediği kişiyi işaretlemesini istemiş. Herhalde o zamanlarda bu konular açıkça konuşulamıyordu ya da Ahmet dedem Şerife ninenin kararını etkilemek istemediği için yazılı olarak karar vermesini istemiş olabilir.

Şerife nine, Demre’de yetişmiş, o dönemler nasıldı tam bilemiyorum, ancak gelin gideceği yere göre daha sosyal bir ortamı olmalıydı. Okumuş, eğitimli bir insan olarak annemin babası Süleyman dedeyi seçmiş. Süleyman dedeler de aile olarak, Çukur denilen, o zamanlar yolu izi olmayan bir yerde yaşıyorlarmış. Annemin halaları, dik başlı, çetin cevizlermiş. Şerife Nine onlarla pek anlaşamamış, genç yaşta bu dünyadan ayrılırken; “bana gün yüzü göstermedin, kendim de yaşayacağını sanma.”, demiş kocasına. Bu laf ağır gelmiş olmalı ki, Süleyman dede de üç ay sonra dünyaya veda etmiş.

Palaz ailesinin çocukları olmamış, annemi ve bir erkek çocuğunu, İbrahim dayıyı evlat edinmişler. Annemi deyim yerindeyse tepelerinde gezdirmişler, mutlu bir çocukluk yaşatmışlar ona. Biraz büyüyünce kardeşleri ve diğer akrabalarıyla bağlarını kurdurmuşlar. Annem, güçlü kuvvetli güzel bir kız olmuş, yıllar içinde. Evlenmek isteyen talipleri olmuş, hatta kaçırmak isteyenler, fakat annem meyl etmemiş kimseye.

Babam, dayısının oğlu , uzun boylu kıvırcık saçlı güzel bir delikanlıymış. Ahmet dedem,  babamla evlenmesini istiyormuş. Annemin gönlünün olduğu belli, fakat babam istemiyormuş bu evliliği.  O sıralarda annem on dokuz, babam ise on yedi yaşındaymış. Babamın, yıllar sonra anlattığına göre,-babam anlatmayı pek sevmezdi, konuşmayı da, gönlünün aldığı kişi olmadıkça-, Beymelekli bir kızı seviyormuş, fakat kızın da onu sevdiğine ya da bir kavilleri olduğuna dair bir şey söylemedi, sanırım bir ilk aşktı.

Oğlunun bu isteksizliğine, babaannem de ortaya attığı bir yalanla destek vermek istemiş.  Çocukken annemi emzirdiğini, dolayısıyla kardeş olduklarını söylemiş herkese, gerçekte böyle bir olay yokmuş.  Herhalde bir kargaşa kopmuştur, bu yalan karşısında.  Sonuç olarak, Annem gönüllü, babam ise gönülsüz bir evliliğe evet demişler.

O sıralarda,  henüz  yol  yapılmadığı için, annemi at sırtında getirmişler Çukur’dan Demre’ye. Düğün hazırlıkları yapılmış,  Annem ve babamın söylediklerine göre, anneme urba alınmış, beyaz gelinlik elbisesi, sandığındaki pudra kokusu bugün gibi aklımdadır.

Onlar da, Ahmet ve benim gibi, Mart ayında evlenmişler, babam Kasım 2004’de anlatıncaya kadar bilmiyordum.  Düğün esnasında güreş müsabakası düzenlenmiş, o yıllarda bu gelenek varmış  Demre’de.

Babamın anlattığına göre, annemle babamın resmi nikahı evlendikten iki sene sonra kıyılmış. O yıllarda, Demre henüz Belediye ve İlçe olmadığı için nikah için Kaş’a gidilmesi gerekiyormuş. Yol yokmuş henüz, hep atlarla gidilip geliniyormuş. Babam, Hüsniye Teyze’yle gitmiş Hükümet Konağı’na, orada resmi nikah kıyılmış. Bana göre bahane, ata bindirip götürebilirdi annemi, birlikte hareket etmek, birlikte bir şey yapmak içselleştirilmediği için, bir sürü bahane bulmak mümkün, her zaman. Babam anlattığında da söyledim bunu, ancak daha fazla da kalbini kırmak istemedim.

İki katlı evin büyük aile evinin, bir odası Annem ve babama verilmiş, “biz çocukken demir karyolalı bu odaya ; “bizim ev”, derdik.  Oda da, annemin sandıkları, onların özel yorgan ve yastıkları dururdu. Kendilerine ait bir oda olması bile bir ayrıcalık sayılabilse de, tam bir çekirdek aile hayatı yaşayamamıştır annem, babam.  Babaannemin varlığı, hep bir gölge, dedemden sonra sinirli ve beddualı dilinin esareti damga vurmuştur hayatlarına.

Üçüncü nesil olarak, yetiştiğim ortam, edindiğim kültürel birikim ve çalışma hayatımın evliliğimde etkisi olmuştur. Okulu bitirdiğimde, kaldığım yurtta da konaklama sürem bittiği için, önümde iki seçenek bulunuyordu. Demre’ye dönmek ya da Antalya’da kalıp iş aramak, iş hayatına atılmak. Birinci seçenek,  Demre’ye dönersem, tekrar gelip iş bulma olanağımı zorlar düşüncesindeydim. O yıllarda turizm sektörü yeni yeni duyuluyor, bir kadının otelde çalışmasına pek de sıcak bakılmıyordu, öte yandan çalışacak otel sayısı da çok azdı, üç ya da dört otel vardı şehir içinde.

Seyahat Acentalarında iş aramaya başladım, Pamfilya Turizm, o yıllarda bilinen bir şirketti. Başvurum, kış ayı olmasına rağmen kabul edildi, okuldaki teorikle iş hayatındaki pratik arasında oldukça uçurum vardı.  Bu nedenle işi bir acemi gibi öğrenmek için fatura yazmak,  mesajları teleksle göndermek gibi işlerle başladım. Teleks yazarken dökülen sarı pullar, gönderirken çıkardığı seslerle geçti kış ayı.  1985 Nisanı’nda, şimdi tam tarihini ve gününü hatırlayamıyorum ama gelişindeki edayı hiç unutmuyorum Ahmet Tüzün’ün. Elinde bir çantası vardı, o yıllarda erkeklerin taşıdığı iş çantalarından çok farklıydı, bir kültür adamı olduğunu hissettiriyordu, açık- koyu mavi çizgili ceketi zihnimdedir hâlâ.

Büroda, Ahmet Tüzün’ü şirketin demirbaşlarından Ali Bey, biz çalışanlara tanıttı onu; “Ahmet Tüzün, Atalay Tüzün’ün oğlu, Kemer bölgemizde çalışacak kendisi.” dedi.  Tanışma faslından sonra, Kemer bölgesinde çalışıncaya kadar, büroda zaman geçirmeye başladı Ahmet Tüzün. Öğle aralarında kitap okurdum, dikkatini çekmiş olmalı, kitap hediye etmeye başladı bana. Kitaplardan konuşacak biriyle karşılaşmanın arkadaşlığa, sonra evliliğe dönüşeceğini tahmin edemezdik başlangıçta. Yaz aylarında, bilet bölümüne bakıyordum, Ahmet Tüzün işle ilgili aradığında, isimleri kodlarken öyle kelimeler bulurdu ki, edebiyat tutkusu herhalde derdim. Yakın çalışma arkadaşlarım Nazan Abla ve Fatih Abi, Ahmet Tüzün’ün bana olan ilgisini farketmişler.  Nazan Abla; “Ahmet  Bey, sana ilgi duyuyor, hoşlanıyor senden, fakat sen yüz vermiyorsun gibi, “dedi bana bir gün.
O sıralarda karşılıksız, platonik bir aşkın acısını çekiyordum,  evlilik cümlesi edilecek olsa, herkesi tersliyordum adeta. Bir vesileyle tanıştırıldığım insanlara da ters davrandığım olmuştur, canlarını sıkmışımdır. Nazan Abla’ya da kızmışımdır, o sadece arkadaşım, başka bir şey düşünmüyorum demişimdir. Sonradan öğrendiğime göre, Ahmet Tüzün de pek çok  kırıklıklar yaşamıştı benden önce.

Sezon sonu yaklaşıyordu, havalar soğumaya başlamıştı. İşten çıktığımda, bazen tesadüfen Ahmet Tüzün önüme çıkıverir, fakat görmezden gelirmiş gibi yapardı. Çok girişken, atılgan bir insan değildi, bu onun iyi niyetli olduğunu gösteriyordu. O sene, ilk tatil köyü Robinson Çamyuva açılıyordu, Ahmet Tüzün beni açılışa davet etti. Ev arkadaşım kızlarla, fikir teatisinde bulunduk, benim davete icabet etmemin doğru olacağına karar verdik. Böylece, Ahmet Tüzün’le hem yemek yedik hem de deniz kenarında oturup yıldızları seyrettik,  kitaplardan, ailelerden söz ettik. Bu bir adım oldu ona güvenmem için.

Arkadaşlığımız, beş seneye yakın sürdü. İkimiz de evlilik konusunda adım atmaktan korkuyorduk, araya Ahmet Tüzün’ün askerlik, askerlik sırasında yaşadığı olumsuzluk, sağlık sorunları girdi.  Onun geri adım atmasına sebep olan en büyük etmenlerden biri de sağlık sorunlarıydı,  o gün benim anlamakta zorlanacağım, sonradan ne kadar haklı olduğunu, dürüstlüğünü ortaya koyan önseziler olduğunu yıllar içinde öğrenmiş olacaktım.  Beş senelik gelgitli, aynı zamanda heyecan dolu yıllardan sonra evlenmeye karar verdik. 09 Haziran 1989’da aile arasında nişanlandık,  17 Mart 1990’da evlendik.

O gün sadece resmi nikahımız kıyıldı, akşam da aile arasında yemek yedik Talya Otel’de. Yemekte annem, babam, ağabeyim, Ahmet Tüzün’ün anne babası, amcası, yengesi ve babaannesi vardı. Ahmet Tüzün babaannesini çok severdi, çocukluğunun büyük bölümü babaanne evinin hatıralarıyla doluydu.

Babam, çok dindar bir insan değildi, ancak geleneklerine bağlıydı. Dini nikah yapılmasını çok istiyordu, ancak Ahmet Tüzün dini nikah istemedi, babamı teskin etmek de anneme düşmüştü. 

Ahmet Tüzün’le evliliğimiz yirmi iki yıl sürdü. Acı tatlı zamanları birlikte göğüsledik, birbirimizin gelişmesi için birikimlerimizi aktardık, çok da sakınmadık. Ahmet’le karşı karşıya getirilmek istendiğim durumlar olmuştur, ikimiz de buna meyil vermeyecek kadar bağlıydık birbirimize.

Hiçbir şey kendiliğinden ne masala dönüşüyor ne de hikayeye. Annemin kendi anne babasının hikayesine olan tutkusu, içinde taşıdığı hüzün,- annem pek belli etmezdi bunu, neşeli görünürdü çoğunlukla güldürürdü insanları anlatılarıyla-, bana da sirayet etmiş olmalı. Onun anlatıları sayesinde anne ve babasının hikayelerini biliyoruz, kendi hikayesini de.

Geriye dönüp baktığımda, çok değer atfettiğimiz, bizi acılara gark eden ilk aşkların hikayesi kurmuyor hayatımızı, belki bu geçiciliği gerçek sanıyoruz.  Asıl hikaye, karşılaşmalardan,  karşılaşmaların hayatımıza kattığı anlam ve paylaşımlarla kuruluyor.  Sözlü gelenekten yazılı geleneğe farklılık gösterse de hikayemizi anlatabildiğimiz ölçüde var kılabiliyoruz.

Hiç görmediğim anneannem, annem ve benim, üç nesil kadının evlilik hikayelerinde gördüğüm ortak nokta evliliklerimize kendimizin karar vermiş olması, benim onlardan en önemli farkım, beş senelik bir arkadaşlığı, büyük bir mücadeleyle sürdürmüş olmamdadır. Özgürlüğe, bağımsızlığa verdiğim kıymet ve değer, evlilik yolunda, ailemden çok topluma karşı verdiğim(iz) duruşla anlamını bulmuştur.

Toplumsal yaşamda, kadınların konumu, içinden geçtiğimiz süreçte görece daha iyiye gidiyor olsa da,  bir kadının özgürlük ve bağımsızlığı kendi bireysel mücadelesine bağlı,  kadının varlığı sadece annelik misyonuyla sınırlanmamalı, varlığının anlamı üzerine düşünme olanaklarını aramalıdır kadın.