Evlilikler söz konusu olduğunda bize anlatılan
dedelerimizin, ninelerimizin, ardından anne babamızın evliliklerinin nasıl gerçekleştiğine dair
hikayeler zihnimize kazınmaya başlar çocukluğumuzda. Yaşanılanın olduğu kadar,
anlatanın da etkisi vardır hatırlamanın oluşmasında. Yazmaya çalışacağım, üç nesil kadın olarak bizim evlilik hikayemiz
de biraz da annemin sözlü anlatımının etkisiyle olacaktır.
Yazmak, anlatmak, yaşamaktan daha zordur bazen, yazılanın
sorumluluğu vardır, anlatılandan daha çok.
Ancak, her yazılan da biraz eksik kalır, her şeyi olduğu gibi anlatmak,
anlatılanı aktarmaya çalıştığımız, yaşanılana tanık olmadığımız için, yaşanılanı kurgulama gereksinimi duyarız. Yazanın
kendi yaşamına bakma, dile getirme
cesareti de olmayabilir, hele
evliliğe birlikte adım attığınız kişi hayatta değilse artık, onun
hissettiklerinin eksikliği yazıya yansıyacaktır.
Annemin anlattıklarından yola çıkarak, anneannemin evlilik
hikayesini yazıya aktarma deneyimiyle başlamak, nesiller arasında kadınların koşulların
nasıl değişim gösterdiğini kavrayabilmek açısından iyi olacaktır.
Yüzünü bile doğru dürüst, tanıyamadan, anne diyemeden üç
aylık bir çocuk olarak kalır annem bu dünyada, babası tarafından amcasının
kızına teslim edilir, koruyup kollamaları için.
Annem, özenli, özgüvenli bir çocuk olarak yetiştirilirken
manevi ailesi tarafından, kendi ailesinin hikayesini, kendisinden daha büyük
olarak kalan iki kardeşinden daha çok peşine düşer, anlatılarında bir masala
dönüştürürdü trajik bir şekilde yaşama veda eden ailesini.
Anlatıldığına göre, annemin annesi ve babası, okuma yazma
biliyorlardı, dönemin ilkokulu sayılacak okullarına gitmişlerdi. Süleyman
dedemin sonu hüsranla biten aşk hikayesinden sonra, evlenmek için yeni
arayışlara girmiş olmalı.
Anneannem, babamın babası Ahmet dedemin yanında kalıyormuş,
hikayelerini bilmiyorum ama herhalde onlar da ana babalarını erken kaybetmiş
olmalılar. Şerife nineyi evlenmek için talipleri abisi Ahmet dedemden
istiyorlarmış. Dedem, Şerife ninenin taliplilerinin adlarını bir kağıda yazmış,
kız kardeşinden istediği kişiyi işaretlemesini istemiş. Herhalde o zamanlarda
bu konular açıkça konuşulamıyordu ya da Ahmet dedem Şerife ninenin kararını etkilemek
istemediği için yazılı olarak karar vermesini istemiş olabilir.
Şerife nine, Demre’de yetişmiş, o dönemler nasıldı tam
bilemiyorum, ancak gelin gideceği yere göre daha sosyal bir ortamı olmalıydı.
Okumuş, eğitimli bir insan olarak annemin babası Süleyman dedeyi seçmiş.
Süleyman dedeler de aile olarak, Çukur denilen, o zamanlar yolu izi olmayan bir
yerde yaşıyorlarmış. Annemin halaları, dik başlı, çetin cevizlermiş. Şerife
Nine onlarla pek anlaşamamış, genç yaşta bu dünyadan ayrılırken; “bana gün yüzü
göstermedin, kendim de yaşayacağını sanma.”, demiş kocasına. Bu laf ağır gelmiş
olmalı ki, Süleyman dede de üç ay sonra dünyaya veda etmiş.
Palaz ailesinin çocukları olmamış, annemi ve bir erkek
çocuğunu, İbrahim dayıyı evlat edinmişler. Annemi deyim yerindeyse tepelerinde
gezdirmişler, mutlu bir çocukluk yaşatmışlar ona. Biraz büyüyünce kardeşleri ve
diğer akrabalarıyla bağlarını kurdurmuşlar. Annem, güçlü kuvvetli güzel bir kız
olmuş, yıllar içinde. Evlenmek isteyen talipleri olmuş, hatta kaçırmak isteyenler,
fakat annem meyl etmemiş kimseye.
Babam, dayısının oğlu , uzun boylu kıvırcık saçlı güzel bir delikanlıymış. Ahmet
dedem, babamla evlenmesini istiyormuş.
Annemin gönlünün olduğu belli, fakat babam istemiyormuş bu evliliği. O sıralarda annem on dokuz, babam ise on yedi
yaşındaymış. Babamın, yıllar sonra anlattığına göre,-babam anlatmayı pek
sevmezdi, konuşmayı da, gönlünün aldığı kişi olmadıkça-, Beymelekli bir kızı
seviyormuş, fakat kızın da onu sevdiğine ya da bir kavilleri olduğuna dair bir
şey söylemedi, sanırım bir ilk aşktı.
Oğlunun bu isteksizliğine, babaannem de ortaya attığı bir
yalanla destek vermek istemiş. Çocukken
annemi emzirdiğini, dolayısıyla kardeş olduklarını söylemiş herkese, gerçekte
böyle bir olay yokmuş. Herhalde bir kargaşa
kopmuştur, bu yalan karşısında. Sonuç
olarak, Annem gönüllü, babam ise gönülsüz bir evliliğe evet demişler.
O sıralarda,
henüz yol yapılmadığı için, annemi at sırtında
getirmişler Çukur’dan Demre’ye. Düğün hazırlıkları yapılmış, Annem ve babamın söylediklerine göre, anneme
urba alınmış, beyaz gelinlik elbisesi, sandığındaki pudra kokusu bugün gibi
aklımdadır.
Onlar da, Ahmet ve benim gibi, Mart ayında evlenmişler,
babam Kasım 2004’de anlatıncaya kadar bilmiyordum. Düğün esnasında güreş müsabakası düzenlenmiş,
o yıllarda bu gelenek varmış Demre’de.
Babamın anlattığına göre, annemle babamın resmi nikahı
evlendikten iki sene sonra kıyılmış. O yıllarda, Demre henüz Belediye ve İlçe
olmadığı için nikah için Kaş’a gidilmesi gerekiyormuş. Yol yokmuş henüz, hep
atlarla gidilip geliniyormuş. Babam, Hüsniye Teyze’yle gitmiş Hükümet Konağı’na,
orada resmi nikah kıyılmış. Bana göre bahane, ata bindirip götürebilirdi
annemi, birlikte hareket etmek, birlikte bir şey yapmak içselleştirilmediği
için, bir sürü bahane bulmak mümkün, her zaman. Babam anlattığında da söyledim
bunu, ancak daha fazla da kalbini kırmak istemedim.
İki katlı evin büyük aile evinin, bir odası Annem ve babama
verilmiş, “biz çocukken demir karyolalı bu odaya ; “bizim ev”, derdik. Oda da, annemin sandıkları, onların özel
yorgan ve yastıkları dururdu. Kendilerine ait bir oda olması bile bir ayrıcalık
sayılabilse de, tam bir çekirdek aile hayatı yaşayamamıştır annem, babam. Babaannemin varlığı, hep bir gölge, dedemden sonra
sinirli ve beddualı dilinin esareti damga vurmuştur hayatlarına.
Üçüncü nesil olarak, yetiştiğim ortam, edindiğim kültürel
birikim ve çalışma hayatımın evliliğimde etkisi olmuştur. Okulu bitirdiğimde,
kaldığım yurtta da konaklama sürem bittiği için, önümde iki seçenek
bulunuyordu. Demre’ye dönmek ya da Antalya’da kalıp iş aramak, iş hayatına
atılmak. Birinci seçenek, Demre’ye
dönersem, tekrar gelip iş bulma olanağımı zorlar düşüncesindeydim. O yıllarda
turizm sektörü yeni yeni duyuluyor, bir kadının otelde çalışmasına pek de sıcak
bakılmıyordu, öte yandan çalışacak otel sayısı da çok azdı, üç ya da dört otel
vardı şehir içinde.
Seyahat Acentalarında iş aramaya başladım, Pamfilya Turizm,
o yıllarda bilinen bir şirketti. Başvurum, kış ayı olmasına rağmen kabul
edildi, okuldaki teorikle iş hayatındaki pratik arasında oldukça uçurum
vardı. Bu nedenle işi bir acemi gibi
öğrenmek için fatura yazmak, mesajları
teleksle göndermek gibi işlerle başladım. Teleks yazarken dökülen sarı pullar,
gönderirken çıkardığı seslerle geçti kış ayı.
1985 Nisanı’nda, şimdi tam tarihini ve gününü hatırlayamıyorum ama
gelişindeki edayı hiç unutmuyorum Ahmet Tüzün’ün. Elinde bir çantası vardı, o
yıllarda erkeklerin taşıdığı iş çantalarından çok farklıydı, bir kültür adamı
olduğunu hissettiriyordu, açık- koyu mavi çizgili ceketi zihnimdedir hâlâ.
Büroda, Ahmet Tüzün’ü şirketin demirbaşlarından Ali Bey, biz
çalışanlara tanıttı onu; “Ahmet Tüzün, Atalay Tüzün’ün oğlu, Kemer bölgemizde
çalışacak kendisi.” dedi. Tanışma
faslından sonra, Kemer bölgesinde çalışıncaya kadar, büroda zaman geçirmeye
başladı Ahmet Tüzün. Öğle aralarında kitap okurdum, dikkatini çekmiş olmalı,
kitap hediye etmeye başladı bana. Kitaplardan konuşacak biriyle karşılaşmanın
arkadaşlığa, sonra evliliğe dönüşeceğini tahmin edemezdik başlangıçta. Yaz
aylarında, bilet bölümüne bakıyordum, Ahmet Tüzün işle ilgili aradığında,
isimleri kodlarken öyle kelimeler bulurdu ki, edebiyat tutkusu herhalde derdim.
Yakın çalışma arkadaşlarım Nazan Abla ve Fatih Abi, Ahmet Tüzün’ün bana olan
ilgisini farketmişler. Nazan Abla;
“Ahmet Bey, sana ilgi duyuyor,
hoşlanıyor senden, fakat sen yüz vermiyorsun gibi, “dedi bana bir gün.
O sıralarda karşılıksız, platonik bir aşkın acısını
çekiyordum, evlilik cümlesi edilecek
olsa, herkesi tersliyordum adeta. Bir vesileyle tanıştırıldığım insanlara da
ters davrandığım olmuştur, canlarını sıkmışımdır. Nazan Abla’ya da kızmışımdır,
o sadece arkadaşım, başka bir şey düşünmüyorum demişimdir. Sonradan öğrendiğime
göre, Ahmet Tüzün de pek çok kırıklıklar
yaşamıştı benden önce.
Sezon sonu yaklaşıyordu, havalar soğumaya başlamıştı. İşten
çıktığımda, bazen tesadüfen Ahmet Tüzün önüme çıkıverir, fakat görmezden
gelirmiş gibi yapardı. Çok girişken, atılgan bir insan değildi, bu onun iyi
niyetli olduğunu gösteriyordu. O sene, ilk tatil köyü Robinson Çamyuva
açılıyordu, Ahmet Tüzün beni açılışa davet etti. Ev arkadaşım kızlarla, fikir
teatisinde bulunduk, benim davete icabet etmemin doğru olacağına karar verdik.
Böylece, Ahmet Tüzün’le hem yemek yedik hem de deniz kenarında oturup yıldızları
seyrettik, kitaplardan, ailelerden söz
ettik. Bu bir adım oldu ona güvenmem için.
Arkadaşlığımız, beş seneye yakın sürdü. İkimiz de evlilik
konusunda adım atmaktan korkuyorduk, araya Ahmet Tüzün’ün askerlik, askerlik sırasında yaşadığı olumsuzluk, sağlık sorunları girdi. Onun geri adım atmasına sebep olan en büyük
etmenlerden biri de sağlık sorunlarıydı,
o gün benim anlamakta zorlanacağım, sonradan ne kadar haklı olduğunu,
dürüstlüğünü ortaya koyan önseziler olduğunu yıllar içinde öğrenmiş
olacaktım. Beş senelik gelgitli, aynı
zamanda heyecan dolu yıllardan sonra evlenmeye karar verdik. 09 Haziran 1989’da
aile arasında nişanlandık, 17 Mart
1990’da evlendik.
O gün sadece resmi nikahımız kıyıldı, akşam da aile arasında
yemek yedik Talya Otel’de. Yemekte annem, babam, ağabeyim, Ahmet Tüzün’ün anne
babası, amcası, yengesi ve babaannesi vardı. Ahmet Tüzün babaannesini çok
severdi, çocukluğunun büyük bölümü babaanne evinin hatıralarıyla doluydu.
Babam, çok dindar bir insan değildi, ancak geleneklerine
bağlıydı. Dini nikah yapılmasını çok istiyordu, ancak Ahmet Tüzün dini nikah
istemedi, babamı teskin etmek de anneme düşmüştü.
Ahmet Tüzün’le evliliğimiz yirmi iki yıl sürdü. Acı tatlı
zamanları birlikte göğüsledik, birbirimizin gelişmesi için birikimlerimizi
aktardık, çok da sakınmadık. Ahmet’le karşı karşıya getirilmek istendiğim durumlar
olmuştur, ikimiz de buna meyil vermeyecek kadar bağlıydık birbirimize.
Hiçbir şey kendiliğinden ne masala dönüşüyor ne de hikayeye.
Annemin kendi anne babasının hikayesine olan tutkusu, içinde taşıdığı hüzün,-
annem pek belli etmezdi bunu, neşeli görünürdü çoğunlukla güldürürdü insanları
anlatılarıyla-, bana da sirayet etmiş olmalı. Onun anlatıları sayesinde anne ve
babasının hikayelerini biliyoruz, kendi hikayesini de.
Geriye dönüp baktığımda, çok değer atfettiğimiz, bizi
acılara gark eden ilk aşkların hikayesi kurmuyor hayatımızı, belki bu
geçiciliği gerçek sanıyoruz. Asıl
hikaye, karşılaşmalardan,
karşılaşmaların hayatımıza kattığı anlam ve paylaşımlarla
kuruluyor. Sözlü gelenekten yazılı
geleneğe farklılık gösterse de hikayemizi anlatabildiğimiz ölçüde var
kılabiliyoruz.
Hiç görmediğim anneannem, annem ve benim, üç nesil kadının
evlilik hikayelerinde gördüğüm ortak nokta evliliklerimize kendimizin karar
vermiş olması, benim onlardan en önemli farkım, beş senelik bir arkadaşlığı,
büyük bir mücadeleyle sürdürmüş olmamdadır. Özgürlüğe, bağımsızlığa verdiğim
kıymet ve değer, evlilik yolunda, ailemden çok topluma karşı verdiğim(iz)
duruşla anlamını bulmuştur.
Toplumsal yaşamda, kadınların konumu, içinden geçtiğimiz
süreçte görece daha iyiye gidiyor olsa da,
bir kadının özgürlük ve bağımsızlığı kendi bireysel mücadelesine
bağlı, kadının varlığı sadece annelik
misyonuyla sınırlanmamalı, varlığının anlamı üzerine düşünme olanaklarını
aramalıdır kadın.