19 Kasım 2013 Salı

Sanat Fuarı mı Yoksa Müze mi?

 


1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çözülmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılması sonucu Doğu ve Batı Almanya’nın  birleşmesi dünyada kısacık da olsa bir sevinç havası yarattı, insanların kucaklaşmasını sağladı. Bu sevinç ortamı çok da uzun sürmedi aslında. Balkanlarda Yugoslavya’nın parçalanması, Ortadoğu’da birinci Irak savaşının başlaması, dünyanın gözünü Balkanlara ve Ortadoğu’ya çevirdi. Türkiye’de ise Güneydoğu’da yakılan köyler sonucu Kürtlerin büyük kentlere zorunlu göçünü de bu sürece dahil edebiliriz. Savaşların, göçlerin, acının, yoksulluğun, yerlerinden yurtlarından savrulup giden insanların durumları sanatın konusu olmaya devam ediyordu.  Bu nedenle olmalı ki,  sanata sosyolojik ve  felsefi  açıdan yaklaşan  Küratörler,  yaşanan bu acılara  “Göç”, “Kimlik”, “Aidiyet”, “Melezlik” gibi kavramlara dikkat çekerek,  Bienaller aracılığıyla sorgulanmasını sağladılar.  Resimden çok, videolar, fotoğraflar, enstelasyonlar  ifade  alanları olarak öne çıkmaya başladı. 

Soğuk Savaş’ın ardından gelen küreselleşme ticarette sınırları ortadan kaldırırken, malların dolaşımını da kolaylaştırdı. Küresel şirketler, verdikleri desteklerle sanatın dolaşımının  önünü açtılar, pek çok büyük sergi dünyanın bir ucundan diğer ucuna ulaşabilir hale geldi. Türkiye’de elbette bu gelişmelerden kendini soyutlamayacak, özellikle İstanbul  yeni dünya düzeninde sanatta önemli bir durak noktası haline gelmeye başlayacaktı.

TÜYAP’ın düzenlediği Kitap Fuarı'na paralel olarak başlatılan Sanat Fuarı’nın zamanla, dünyanın içinde bulunduğu değişime yeterince ayak uyduramadığı aşikardı.  Çeşitli ülkelerden galeriler katılsa da istenilen uluslararası boyuta ulaşamıyordu ARTIST.
İstanbullu koleksiyonerler, işadamları, büyük şirket sahipleri ve çağdaş sanatı takip eden Akedemisyen, Küratörlerin işbirliğiyle yeni bir oluşum için adım atıldı ve ilk kez 2006 yılında, İstanbul’dan ve  dünyanın önemli kentlerinden gelen galerilerin katılımıyla,” Contemporary İstanbul”  Çağdaş Sanat  Fuarı hayata geçirildi.
Contemporay İstanbul, bu sene, 07-10 Kasım 2013 tarihleri arsında, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde,  650 sanatçı, 3000 eser, 23 ülkeden 96 çağdaş sanat galerisinin katılımıyla gerçekleşti.
İstanbul ve Ankara’nın yanı sıra,  New York, Londra , Berlin, Bejing(Pekin)Paris, Roma, Floransa, Barselona, Lizbon, Bükreş, Selanik, Tahran, Beyrut ve Erbil’den  galeriler yer alıyordu Fuar’da.
Çevre ülkelerdeki çağdaş sanat ortamını görünür kılmayı amaçlayan Contemporary Istanbul,  “yeni ufuklar” başlıklı bir tema belirleyerek her sene bir ülkeyi davet ediyor. Bu sene Rusya davet edilmiş, bu bağlamda Moskova ve St. Petersburg’dan galeriler, sanatçılar ve eleştirmenlerin fuara katılmaları sağlanmış.
Türkiye’nin lider akaryakıt dağıtım ve madeni yağ şirketi Petrol Ofisi’nin ana hissedarı, Avusturyalı OWM şirketi Contemporary Istanbul’a sponsor olurken,  özel bir proje olan;"Diyalog: Viyana’dan Sanat” çerçevesinde Avusturyalı çağdaş sanatçıların eserlerini  sergiliyordu. 
Sanat inisiyatifleri de Fuar’da dikkati çekiyordu. Collectorspace; kâr amacı gütmeyen, Newyork merkezli bir sanat kurumu, 2011 yılında İstanbul’da şubesini açmış. Amacı, koleksiyonerliği tartışmaya açmak ve yeni koleksiyonerlerin vizyonunu geliştirmede yardımcı olmak. İstanbul’daki mekanlarında koleksiyon sergileri yapıyorlarmış ve sanat kitapları ve güncel sanat dergilerinin yer aldığı kütüphanelerinden de yararlanmak mümkünmüş.

Plato Sanat, hep merak ettiğim bir kurumdu, Fuar’da karşılaşınca sevindim. Nisan 2010’da açılan Plato Sanat, Marcus Graf küratörlüğünde, sergi, etkinlik ve performanslara yer veren bir güncel sanat mekanı.
Bükreş’ten katılan Lavacow”  temsilcileri,  Romanya, Macaristan, Türkiye gibi ülkelerden dijital çizim yapan sanatçıların buluştuğu bir platform oluşturmak istediklerini anlattılar. 

İKSV, Akbank Sanat, Pera Müzesi, Baksi Müzesi, Pera Müzesi,  Doğançay Müzesi ve  EKAV gibi kurumlar Fuar’da kendilerini tanıtma imkanı bulurken, Sanatatak adına Ayşegül Sönmez yaptığı röportajlarla Fuar’ın nabzını tutmaya çalışıyordu. 

Avusturyalı sanatçı Herman Nitsch’in gerçekleştirdiği  canlı resim performansı ve Ülker’in sponsorluğunda gerçekleşen Çocuk Sanat Atölyesi Fuar’ın dikkat çekici etkinliklerindendi. 

09-10 Kasım 2013 tarihlerinde izleme fırsatı bulduğum Contemporary İstanbul’da resimler, heykeller, fotoğraflar, çizimler gözümün önünden akıp giderken, ilgimi çekenleri fotoğrafladım. Video bölümü beni oldukça şaşırttı, dijital sanatın yeni olanaklarıyla karşılaştırdı. Teknolojinin olanaklarıyla sanat üretmek yeni bir ifade alanı. Bu bağlamda çağdaş sanatçının, grafik, photoshop, web grafik, üç boyutlu çizimi öğrenmesi ve  kendini yetiştirmesi gerekiyor. Özellikle, genç sanatçıların bu alana el atması şart gibi görünüyor. Öte yandan neon ışıklarıyla yazılan cümlelerde fuarların ve bienallerin ayrılmaz parçası. Harfler ve cümleler de gittikçe plastik sanatların içine dahil olmaya başladı. 

İspanya’dan katılan bir galerinin temsilcisi hanımla yaptığım sohbette, Fuar’ı nasıl bulduğunu sordum. “Açılışın çok görkemli ve abartılı bulduğunu, fakat bu durumun koleksiyonerlere yansımadığını daha çok halkın katılımının iyi olduğunu belirttikten sonra, burası müze değil ki, bir fuar, o nedenle koleksiyonerlerle karşılaşmak bizim için önemli “dedi. Bir de izleyicilerin sergilenen eserlere dokunmalarından şikayetçiydi. Türkiye’de Çağdaş Sanat Müzelerinin azlığı, aslında Fuarlara bir nevi Müze işlevi de yüklüyor sanki.


Türkiye’de sanat piyasasının oluşamaması ciddi bir sorun. Dünyanın çeşitli kentlerinden katılan galericilerin, sergiledikleri eserleri satmak istemeleri, bunun içinde izleyiciden çok koleksiyonerlerle

buluşmak istemelerini anlaşılır buluyorum.  Bildiğim kadarıyla, Contemporary İstanbul yönetimi çeşitli kentlerde yaptığı toplantılarda yeni koleksiyonerler oluşturmak için çaba harcıyor. Bu çabaların sonuçları gelecek yıllarda daha iyi ortaya çıkacaktır.

9. Contemporary İstanbul,  12-16 Kasım 2013 tarihleri arasında gerçekleşeceğinin duyurulması, Fuar’ın uluslararası ortamın bir parçası ve sürekliliğini anımsatması bakımından önemli. Bu aynı zamanda Türkiyeli sanatçıların ve galericilerin yurtdışına açılabilmelerini sağlayacak. 


İmren Tüzün
Fotoğraflar: İmren Tüzün

                                               Fuar Alanından, ziyaretçiler...




Fuar'da yer alan eserlerden bazıları...




                           
                                         
 






























"Yeni Ufuklar" bağlamında Moskova ve St . Petersburg galerilerinden...  












Video bölümünden bir çalışmadan görüntü...






Neon ışıklarıyla yapılan çalışmalardan...  





















        Hermann Nitsch Resim Performansından...





22 Ekim 2013 Salı

Nar Tanesi

       
Yaz aylarından Sonbahara geçerken yavaştan tezgahlarda  görünmeye başlar. Yaz boyunca , o sıcak günlerin  ısısıyla içindeki taneleri günden güne çoğaltır, irileştirir. Çiçekten meyveye dönüştüğünü fark edersiniz de ne zaman öyle irileşip büyüdüğünü ve renginin yeşilden bordoya doğru değiştiğini pek de gözlemleyemezsiniz. Bir de bakarsınız ki pazarda, manavda satışa sunulmaya başlamıştır. Akdeniz’in bu büyülü meyvesi nar,  inci taneleri gibi saçılmaya başlar etrafa.

Çocukluğumda, bahçemizin etrafı nar ağaçlarıyla doluydu. Ekşi ve tatlı narları Sonbaharda toplayıp, konu komşuya dağıtmak, paylaşmak mutluluk verirdi bize. Fazlasını ise güneş görmeyen kilerde saklar, kış boyunca yerdik.

Şimdiler de artık sadece taneyle alıyoruz narları. Kesip, etrafa saçmadan, örtüleri, üstünüzü kirletmeden yemek epeyce maharet ister.  Rengi öyle kuvvetlidir ki damladığı yerde izini bırakır.
                Mutfakta bir narı kesip, tanelerini ayıklarken annemin anlattığı hikâye aklıma düştü birden. Çocukluğumuzda annem yaşadığı bu hikâyeyi pek çok kez anlatmıştır, biz de her seferinde dinlemiş, belki de aynı soruyu sormuşuzdur. 

                Ailem,  büyük bahçenin işlerinin üstesinden gelemediği  için,  her zaman,  yanlarında çalışan yardımcıları olurdu.  Bazıları aileden sayılırdı. Babaannemin kız kardeşi, Emine Teyzem’in evlatlık olarak büyüttüğü Adil Ağabey de bize yardım ederdi işlerimizde. Annem ve Adil Ağabey  bir nar mevsimi iddiaya girmişler. Kim bir narın tanesini hiç düşürmeden yerse o kazanacak ve hediye alınacakmış.  Annem dökmeden yemeyi başaramamış. Fakat, Adil Ağabey öylesine titiz ve ağır yiyormuş ki, hiçbir tane dökülmüyormuş. Adil Ağabey tam narı bitirmek üzereyken, annem bir kurnazlık düşünmüş ve kendi nar tanesinden bir tanesini o fark etmeden atmış. Adil Ağabey, “ ben narımı bitirdim, bir tane bile dökmedim” demiş. Annem, “kalk etrafına bakalım belki bir tane dökülmüştür”  demiş.  Adil Ağabey nar tanesini görünce çok üzülmüş ve kendi kendine söylenmeye başlamış. ” Nasıl  olur, o kadar dikkatli yedim ki bir tane bile düşmesi imkansız” diyormuş.  Adil Ağabey’in çok üzüldüğünü gören annem,  suçunu itiraf etmiş.” O taneyi ben atmıştım” demiş. Böylece, Adil Ağabey’in üzüntülü hali sevince dönmüş ve annemin söz verdiği gömleği almaya hak kazanmış.

                Biz anneme,  o nar tanesini Adil Ağabey görmeden nasıl atabildiğini sorardık hep.  O da her seferinde anlatırdı bize  bıkmadan.  

                İşte bir nar mevsimi daha gelip geçmek üzere.  Antalya’da şehir merkezine, Kalekapısı’na düşerse yolunuz, Attalos Heykeli’nin hemen arkasındaki bir dükkanda nar suyu sıkıp satan gençlerin seslerini işitebilirsiniz. Taze nar suyu, Granatapfel…  Güler yüzlü  gençler,  yerli yabancı pek çok insana taze nar suyu satmaya çalışırlar gün boyunca.            

İmren Çalışkan Tüzün   
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved

18 Ekim 2013 Cuma

Kelimelere Sığınmak


                                                                

Zaman gelir gidilecek bir yol, tutunacak bir dal kalmamış gibi hissedersiniz hayatta. İşte, o zaman kelimeler yetişir imdadınıza, onlara sığınırsınız. Acılarınızı, içsel sıkıntılarınızı, şüphelerinizi, paranoyalarınızı, izlediğiniz bir filmi, okuduğunuz kitabı, küçük sevinçlerinizi kelimelere sığdırmaya çalışırsınız. Bu da yetmez, bilirsiniz.

Mahkemeler kurulur içinizde her gün, yargıçlar, avukatlar çarpışır durur, hesaplaşırsınız kendinizle. Ummadığınız bir anda, kendi kendinizi suçlarken bulursunuz. Tokat atmak, parçalamak, herkesin acıttığından daha çok acıtmak istersiniz varlığınızı. Sonra içinizden bir ses yükselir;“ Bu kadar hırpalama kendini, hayattaki her şeyin sorumlusu sen olamazsın” diyerek sanki bir dost eli uzatır size. Derin bir nefes alırsınız, yaşama yeniden dönmüş gibi hissedersiniz.

Ne çok önyargılara maruz kalırsınız, hayatınızın özünü bilmeyen insanların küçümseyici ve alaycı bakışları keskin bir ok gibi dolaşıp durur bedeninizde. İçinize işler,  bir daha görmek istemezsiniz o kartal pençeli insanları.  Yolda, sokakta görseniz bile başınızı çevirirsiniz, selam vermek gelmez içinizden. Yan gözle süzerek, “kibirli ne olacak” derler bu sefer de. Fakat bilmezler ki, siz artık onlara güveninizi yitirmişsinizdir. Hayatta en önemli şeylerden biri de güven değil midir?

Tanrı içinize yeterince küçümseme duygusu koymamışsa, yüreğiniz hep ezilenden yana olacaktır. Kendinizi mutlu hissettiğiniz anda bile, söyleyemezsiniz kimselere, belki kırarım, incitirim endişesiyle. Zaman, öfkeli insanlardan çok politik insanlara güvenmemeyi öğretir hayat size. Eninde sonunda sapla samanı ayrıştırırsınız, bedeli de yalnızlık olur çoğunlukla.

Kalbiniz kaç kere yanılır, pek çok tokat yersiniz,  yine de gözlerinin içi gülen insanlar aramaktan vazgeçmezsiniz. Bazen, o gözlerin söylediği yalanları çok sonra fark edersiniz, orası da başka. Şu dünyada sizin varlığınızı duyumsatacak bir hüzünlü yüzün çıkacağını umut edersiniz yine de. Bir kuşla göz göze gelirsiniz, bir kedi, bir çocuk çıkar gelir kapınıza, belki de kuşlar, kediler ve çocuklar anlar en çok hâl-i pür-melâl´inizi.

Kan kardeşliği yetmez, ruh kardeşleri ararsınız, hayat bu konuda da cimridir, öyle çabuk çıkarmaz karşınıza. Çıkardıklarını da apansızın alır götürür, çalar hayatınızdan, tek başına bırakır sizi.

Artık, yapacağınız tek şey, inandıklarınızı hayata geçirmektir kimselere aldırmadan. Küçük iğnelemelerden, sahte sohbetlerden arındırırsınız hayatınızı. “Alın, sizin olsun her şey, rahat bırakın beni” diyerek, kendi ayaklarınızın üzerinde mücadelenize devam edersiniz, şiirsel adalet umarak hayattan. 

İmren Tüzün

Antalya,  17 Ekim 2013

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved

25 Eylül 2013 Çarşamba

Sanatın İzinde Hüzünlü Bir Yolculuk

                                            

Çok değil, bundan birkaç yıl öncesine kadar, sanat haberlerini gazetelerden, dergilerden okur,  ona göre yollara koyulurduk. Sosyal medya hayatımıza girdikten sonra, her türlü sanatsal etkinliği günü gününe takip edebiliyoruz artık. Özellikle de, yazılı metinlerin yanı sıra paylaşılan fotoğraf ve videolar, sergileri, fuarları, bienalleri gidip görmesek de sanki oradaymışız duygusu veriyor bize. Başkalarının gözünden aktarıldığı kadar bilgi sahibi olabiliyor ve içselleştirebiliyoruz. Sadece sanatsal etkinlikler mi, yaşanan toplumsal olaylarda da aynı izlenime kapılmıyor muyuz? Olayların dışındayız ama içindeyiz, içindeyiz ama dışındayız duygusu. Ne kadar içindeyiz, ne kadar dışındayız ve ne kadarını anlayabiliyoruz sorusu da beynimizi tırmalayıp duruyor.
Hiç kuşkusuz, sanatın, edebiyatın,  müziğin ve toplumsal olayların yönlendiricisi İstanbul.  Anadolu kentleri ne kadar gelişirse gelişsin, İstanbul’dan  bağımsız bir şeyler üretmesi  biraz zor görünüyor  hâlâ. Üretseler bile ülkenin gündemini belirleyemiyorlar. Toplumsal olaylarda daha bağımsız olabilirler, fakat sanatsal etkinliklerde, İstanbul Türkiye’nin olduğu kadar dünyanın da merkezlerinden biri konumunda artık. 

Hâl böyle olunca, gündemi biraz olsun takip etmek istiyorsanız yolunuzun İstanbul’a düşmesi gerekiyor.  

Sabiha Gökçen’den otobüsle Avrupa yakasına geçerken, yorgunluktan bir an dalmış olmalıyım ki, köprüden geçtiğimizi bile fark etmemişim, yanımdaki yolcu; “Levent’e geldik mi” diye sorunca, ben şaşkınlıktan “köprüyü geçtik mi?” sorusuyla karşılık veriyorum. Neyse, Taksim’e ulaştığımızda Havataş otobüsü Talimhane’nin köşesinde, daracık bir kaldırımda indiriveriyor yolcuları. Kasım 2012’den beri İstanbul’a gelmemiştim, elimde bavulla yürürken, belleğimdeki pek çok şey yerle bir oluyor. Alt geçite doğru giden arabalar, önümde uzanan kocaman boşluk beni durduruyor bir an. Ne olmuş buralara, nerede  THY ofisi, nerede yolcuların ayaküstü oturduğu kafe – lokantacıklar. Bir hortum çıkmış da hepsini alıp götürmüş, geriye dımdızlak bir meydan kalmış. Bana ağır geliyor bu görüntü, daha fazla adım atamayacağımı hissederek, en yakındaki İtalyan kafeye oturuyorum. Hava sıcak sayılır, ben yine de içeriye giriyorum. İlk oturduğum masadan kalkıp, direkt meydana bakan masaya geçiyorum. Neler mi geçiyor aklımdan. THY bürosunun önünde otobüsten inişlerimiz, kendi kentimize dönmek için otobüse binişlerimiz, el sallayışlarımız, biraz tedirgince karşıdan karşıya geçişlerimiz…. Gezi olaylarını daha çok anlamaya başlıyorum. Başka bir kentten gelen biri olarak bu değişim beni bu kadar etkilediyse, bu kentin sahiplerini, İstanbulluları ne kadar etkilemiştir kimbilir. O boş beton meydanda yürüyenler insan değil de, siluetler gibi gelmeye başlıyor birden. Meydan kimliğini yitirince, ağaç, araba ve daha başka hiçbir nesne olmamasına rağmen, insanlara kalan meydanda neden silik bir siluet gibi görünüyorlar bana. Kendimi bir filmin karesinde gibi hissediyorum, bir şeyler yemek bile bana iyi gelmiyor. 

Konaklayacağım mekana ulaştıktan sonra bir süre dinleniyorum. Yorgunluğun üstüne hayal kırıklığı beni daha da yorgun düşürüyor sanki. Kendimi toparlayıp, biraz zorlayarak da olsa,

Haliç Kongre Merkezi’nde Art International İstanbul’u görmeye gidiyorum.  Bir Sanat Fuarı’nın girişinden çok, bir film festivalini anımsatıyor bana kırmızı halı. Pek de izleyici yok ortalıkta, ağır adımlarla Haliç Kongre Merkezi’ne ulaşıyorum. New York, Berlin, İstanbul, Londra, Paris, Amsterdam, Madrid, Roma, Viyana ve Dubai gibi dünyanın önemli kentlerinden katılan galerilerde başta resim olmak üzere, baskılar, fotoğraflar, tekstil, heykeller sergileniyordu. Belki de beni bu Fuar’a çeken, Camila Rocha’nın kaybettiği eşi Hüseyin Bahri Alptekin adına gerçekleştireceği “To see The Band Passing By…” başlıklı performansını görme isteğiydi. Rampa’da Esra Sarıgedik,  performasın gerçekleştiğini ve kendisinin çok etkilendiğini anlatıyor bana. Kaçırdığıma üzülüyorum.

 Biraz daha beklentili mi gelmiştim, yoksa ilki olması sebebiyle mi beni çok da etkilemiyor Art International İstanbul. David Clearbout’un, Travel, 1996-2013, 12 dakikalık filmindeki doğa görüntüleri bana sanki 18 yüzyıldaki resimlerinin bir yansıması gibi geliyor, öylesine güzel bir ışık yayılıyordu ki, izlerken filmin içinde bir yerlerde gezindiğimi hissediyorum bir an. Belki de ihtiyacım olanın, böyle bir fuarı gezmek, eserleri görmek değil de bir ormanın içinde yürümek olduğu hissine kapılıyorum. Bazen pek çok şey görürsünüz ama bir tek şey size iyi ki buraya geldim duygusu verir, iyi ki bu filmi gördüm. Haliç’e karşı oturup bir çay içtikten sonra biraz daha dolaşıyorum. 

Contemporary Istanbul, belki de 2007’den beri edindiği tecrübeyle, Çağdaş Sanat Fuarı niteliklerini yerine getiren bir Fuar. Art International Istanbul, nasıl bir Fuar olmak istediği konusunda biraz daha düşünmeli bana göre.  

Ertesi günü, kendimi toparladığımda, ilk işim Gezi Parkı’na gitmek oluyor. Küçük toprak tepeciği tırmanıp Gezi Parkı’na ulaşıyorum. Gezi Parkı olayları belleğime kazınmış olacak ki, kalabalıklar görmeyi umuyordum.  Parkta çok az insan vardı, bazıları bankta oturuyor, bazıları da parkı turluyor, çok az insan da gazete kitap okuyorlardı. Parktan ve Taksim Meydanı’ndan fotoğraflar çekiyorum. Taksim Meydanı bomboş beton bir tarla görünümünde, üzerinde insanlar gidip geliyorlar. İçim burkuluyor bir kez daha, “acaba değişiklikleri kabul etmekte zorlanıyor muyum?” diye sormadan edemiyorum kendime.  

İstiklal Caddesi ise bildiğim gibi, yine kalabalıklar yürüyor  yukarıdan aşağıya,aşağıdan yukarıya doğru. Birkaç fotoğraf çekiyorum. Sırt çantam, fotoğraf makinem kolumda, elimle sıkıca tutarak Galatasaray’a doğru yürürken, arkalardan bir adam sesini,  “ Sara, Sara” diye bağırdığını duyuyorum. Kime sesleniyor bimiyorum ve arkama dönüp bakmıyorum, aklıma ilk gelen Sara Siera oluyor ve adımlarımı hızlandırıyor, Salt Beyoğlu'na ulaşıyorum.

13. İstanbul Bienal'i ismini Lale Müldür'ün "Anne Ben Barbar mıyım" adlı kitabından alıyor. Salt Beyoğlu'nun girişinde  yer alan 13. İstanbul Bienal’inin  işlerini bir süre izliyorum, inceliyorum, anlamaya çalışıyorum. Daha fazla oyalanmadan sinema salonunda gösterilmekte olan Hintli yönetmen Amar Kanwar’ın, The scene of crime”, 2011,  şiirsel ve imge yüklü filmini izlemeye koyuluyorum. Hindistan’da  doğa için verilen mücadeleyi ve toplum dışına itilmiş insanların hikayelerini anlatan filmin alt yazıları beni çok etkiliyor.  

Sıra,  Gülsün Karamustafa’nın “Vadedilmiş Bir Sergisi”sini görmeye geliyor.  2006 yılının Ağustos ayında,  Viyana’da bir fotoğraf sergisinde  siyah beyaz fotoğraflarını ve Ağlayan Erkekler/Men Crying videosunu   gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Gülsün Karamustafa’nın işlerine ayrı bir oda tahsis edilmişti, ne çok gönenmiştim o zaman. Daha önce resimlerini, videolarını, halı işleriyle enstalasyonlarını görmüştüm, belki bildiğim işleriyle yeniden karşılaşacaktım, fakat kapsamlı bir sergisini görecek olmanın heyecanı içimdeydim.  Sergiyi üçüncü kattan aşağıya doğru görmeye karar veriyorum.  

Üçüncü katta beni Karamustafa’nın resimleri karşılıyor. Elleri çeşitli yönleri gösteren kadın portresi, ki portre bir self-portre niteliği de taşıyor  ve Karamustafa  konuklarını karşılıyor da sergiye onları yönlendiriyor hissini  uyandırıyor ben de. Altın varakla, mor rengin ne kadar da uyumla çalışılabileceğini  görüyorum. Sağdaki salonda yer alan, Last Supper’ın tasvirinin yer aldığı “Çifte İsalar ve de Yavru Ceylan” ve “Karpuz/Watermelon” halı tekstil karşımı işlerini beğeniyorum. Üç tane çocuk yeleği tavandan asılarak sergilenmiş, altına bir metin yazılmış: ”Sınırdan geçerken bizim için önemli  olanları çocuk yeleklerinin içine dikerek gizliyorduk.”  Bu not, bir göçü, özellikle de mübadele dönemini anımsatıyor  bana. Gülsüm Karamustafa ve Sadık Karamustafa’nın yargılandığı anı gösteren fotoğrafı daha önce görmüştüm. Bu fotoğrafın karşısına,  ilk kez sergilenen “Hapishane Resimleri “

(1972-1978) resimleri yerleştirilmişti. 68 kuşağının bir temsilcisi olan Karamustafa, Üniversite yıllarında yataklık suçlamasından hüküm giyiyor ve sivil bir hapishanede, “İzmit Kadınlar Hapishanesi”nde  kalırken yapıyor bu resimleri, fakat bugüne kadar hiç sergilememiş. Parmaklıklar arkasında, görüş esnasında, uyurken, bir köşeye oturmuş bir kadının yalnızlığını aktarmış resimlerine. Bu sıkıntılı ve acı dolu resimlerde  yine de insanın  içindeki umudu diri tutacak renkler  kullanmış.   

İstanbul Bienali’nde gördüğüm yorganlarıyla tekrar karşılaşıyorum.  Yorganını sırtına sarınarak yollara düşmüş nice Anadolu insanı gözümün önüne geliyor birden. “Abide ve Çocuk” adlı halı dokumadaki, Güven Park’ta anıtı karşılıklı taraflardan iten küçük kız çocuğu Gülsün Karamustafa’nın kendisi  ve fotoğraf babası tarafından çekilmiş.” Erken Bir Temsiliyetin Sunumu” üzerine yazdıkları aslında sanatla uğraşan kadınların karşılaştıkları ve hep karşılaşacakları sorulara parmak basıyor. “Kadın ve İslam hakkında sorular soracaklar mı bana?”İslam’la ilişkimin karmaşık olduğunu anlatmak zorunda kalacak mıyım yine?” Batılılar, Türkiye’den gelen bir kadın sanatçıya şu soruyu yöneltirler çoğunlukla . “Müslüman kadın şarap içer mi? Müslüman kadın kocasından ayrı seyahat eder mi?”  gibi sorularla dünyanızı alt üst ederler, onlardan biri olmadığınızı hissettirirler. İsteksizce birkaç cevap verseniz de belli bir süre yorgun hissedersiniz  kendinizi bu sorulardan.  

“Adab-ı muaşeret/Etiquette” /2011 Pierre  Lafitte et cle. tarafından  1910’da basılan görgü kuralları konulu Por Bien connat rie les Mondaine adlı kitap Franszıca aslından Abdullah Cevdet tarafından 1927 Osmanlıca’ya çevrilir. Modernleşme ironisi gibi, 1927’de Arap harfleriyle basılan kitap, 1928’de Latin harflerinin kabülüyle gözden düşer daha okunmadan depoya kaldırılır.” Bu kitap cam bir bölmede sergileniyor.  Ayrıca, kitaptan seçilen, bir kadının elinin nasıl öpüldüğünü, nasıl dans edildiğini temsil eden  fotoğraflar sergileniyor. Kitaptan seçilen fotoğrafların baskısının yapıldığı yemek takımlarıyla bir sofra kurularak, adabı muaşeret kurallarına uygun olarak düzenlemiş. Tabaklar, çatal bıçak takımları, şarap bardakları ve şamdanlarla sofra, zenginlik, ihtişam ve daha çok burjuvazinin zevkini yansıtıyordu. “Meydanın Belleği”2005, 17’40’’ toplumsal olayları anlamak açısından önemli buluyorum, ikinci kez karşılaştığıma seviniyorum. “Apartman/ The Apartment Building” sanatçının yaşadığı Apartman’ın asıl sahiplerinin kim olduğunun izlerini sürmesini, asıl sahiplerini ve onların hikayelerini gün yüzüne çıkarmasını belgeliyor. Apartman, 6-7 Eylül olaylarında İstanbul’u terk etmek zorunda kalan bir Rum aileye ait. Ailenin, evlerini bırakıp gitmeden, o evde çekilmiş fotoğrafları da sergileniyor. Ayrıca, apartmanın üç boyutlu maketi de yer alıyor sergide. Bir sanatçının hangi mirasın üzerinde yaşadığını  sorgulaması ve onun peşine düşerek gün ışığına çıkarması bakımından çok değerli. “ Okul Defteri/Notebook “  işinde, sanatçının İlkokul fotoğrafı ve İlkokul defterleri sergileniyor. İlkokul defterlerini saklaması, geçmişine sahip çıkması, çocukluğundaki eğitim sistemi hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor.  

Serginin bütününe baktığımızda, Gülsün Karamustafa, yaratıcılığını resim yapmakla sınırlandırmamış,
kendisine sorduğu sorular, - kimlik, bellek, göç, kültürel miras, yaşadığı ve tanığı olduğu  toplumsal olaylar,- sanatını yönlendirmiş, bunu da video, halı, tekstil ve enstelasyonlarla ifade etmiş. İçinde bulunduğu konumu sorgulamayan, “ben kimim?”, sorusunu sormayan bir sanatçının bu çok yönlü üretimi yakalaması mümkün değil. Ayrıca, bilgi ve belgenin değerini çok iyi bilen bir sanatçı.  

Başka bir kentten geliyorsanız, kısıtlı günlere pek çok şeyi sığdırmak zorundasınız. Gördüğünüz kapsamlı bir serginin üzerine oturup  düşünemeden başka bir sergiyi görmek zorunda hissediyorsunuz kendinizi. Böyle duygularla Arter’de, 13. İstanbul  Bienal’i kapsamında  gerçekleşen  sergide yer alan işleri  görmeye gidiyorum. 

Arter’deki işler, video, fotoğraf ve enstelasyon ağırlıklı. Basel Abbas Ruanne Abou-Rahme’nin çalışma ortamlarını yansıttıkları, fotoğraf  ve  yazılı metinlerle destekledikleri işleri ilgi çekici. Bienal kataloğunda işleri üzerine yer alan metinden; “Basel Abbas  ve ruanne Abou- Rahme  Filistin’in Ramallah şehrindeki atölyelerinde birlikte ses, imge enstelasyon kullanarak çalışıyorlar.”  Hector Zamaro’nun, “ Maddesel Değişkenlik” adlı videosunda  tuğlaları birbirlerine atarak, dairesel bir döngü yaratan ve işbölümünü, yardımlaşmayı ve bunu yaparken yorgunluktan çok bir çeşit neşeyle çalışan işçileri izleyebiliyordunuz. Jananne Al-anı’nın “Kazıcılar”, 2010, videosu da çalışkan karıncaların yuvalarına girip çıkarken görüntülerine odaklanmıştı. Dikkatimi çeken diğer bir iş de Jımmi Durham’ın “Kapıcı”, 2009 adlı heykeliydi.  

Arter’den çıkışta Lebon’da bir çay molası veriyorum.  Saat 19:00’da,  Belmin Söylemez ve Haşmet Topaloğlu’nun, ödüllü filmleri “Şimdiki Zaman”ı izlemek için Cinemajestic’e geliyorum. Meğer orada Türkiye-Kore Film Haftası varmış, filmi beklerken broşüre göz gezdirdim, güzel filmler varmış,
Kim Ki- duk filmlerine de özel bir yer ayrılmış. 

 ”Şimdiki Zaman”da ailesinden ayrı İstanbul’da, kentsel dönüşüme kurban gitmekte olan bir apartmanda tek başına yaşayan Mina,  hem ayakta kalmak hem de Amerika’ya gitmek için iş bulma çabasındadır. Bir gün, bir duvara yapıştırılmış  “falcı aranıyor” iş alanını görür. Aslında fal bakmayı bilmemektedir, fakat falcılığı denemeye karar verir. İş ilanı için bir kafeye gider. Sabah çok erken olduğu için, işyeri sahibinin oğlu Tayfun, çalışanlar henüz işyerine gelmiş, etrafı toparlamakla meşguldürler.  Tayfun, kafenin esas falcısı Fazi’ye  “fal bakmayı biliyor mu?” diye Mina’yı teste tabii tutmasını ister. Fazi kısa zamanda aslında Mina’nın  fal bakmayı bilmediğini anlar, fakat patronuna yapabileceğini söyler. Böylece işe başlayan Mina, kısa zamanda falcılığa ısınmaya başlar, hatta özel müşterileri bile olur. Mina’nın,  ketum ve  erdemli bir duruşuna karşın Fazi hayatını günü birlik ilişkilerde tüketmeye meyillidir, en büyük hayali ise  bir kafe açmaktır. Birbirinin zıttı karektere sahip iki kadın birbirlerini desteklerler ve anlamaya çalışırlar. Mina, bir yandan yaşadığı apartmandan çıkmamak için direnir, faldan biriktirdiği her kuruşu Dolara yatırır. Bu arada, Amerika’ya nasıl gidebileceğini de araştırmaya başlar. Vize alması kolay görünmemektedir, evrakları tamamlamak için ablasından yardım ister fakat ablası onu tersler, bunun üzerine patronu Tayfun’a konuyu açar. Tayfun, aslında Mina’ya aşık olmuştur, Mina bunu fark etse de önemsemez, tek amacı Amerika’ya gitmektir.  

Oyuncular kadar, filmin Görüntü Yönetmeni’ni de kutlamak gerekiyor  bana göre. İstanbul’u farklı yönleriyle çok iyi yansıtıyor. İstiklal Caddesi’nde filmi izlemeye gelmeden önce gördüğüm, elinde “fal bakılır” yazısını tutan çocuk filmi daha da gerçek kılıyor benim gözümde ve günlük hayatla bütünleştiriyor birden. Kafe’de fal baktıkları masanın arkasında yer alan sonbahar görüntüsünü yansıtan duvar resmi,  filme şiirsel bir boyut kazandırıyor.

Sergiler, film derken yorgun hissediyorum kendimi. Bir an önce bir şeyler yemek  ve dinlenmek istiyorum. 

Ertesi günü,13. İstanbul Bienal’i mekanlarından Galata Rum Okulu’na gitmeye karar veriyorum. Zaman kaybetmemek için taksiye biniyorum, taksiciye şehir haritasında yerini göstermeme rağmen, beni mekandan epeyce uzakta bir yerde indiriyor, geriye doğru yürüyerek ulaşıyorum bu güzelim binaya. Giriş’te demirlerle çevrilmiş, karşı duvarda çizimlerin bulunduğu mekanda iki genç kız oturmuş, yün ditiyorlar. Çok iyi anlayamıyorum  oradaki ortamı, en iyisi yukarı katlara çıkıp dönüşte yeniden bakarım diyorum içimden. 

Amsterdam doğumlu sanatçı Falke Pisano’nun , “Bozulmuş Bedenler, Çatlamış Zihinler için Bedenin Krizleri baskıları” altı dijital baskı ile “Düzensiz Bedenler Kırılmış Zihinler” videosunu izliyorum bir süre.  Video,  travma, zihinsel hastalık ve madde kullanımı sonrasında zihinsel ve fiziksel parçalanmaya odaklanıyor. Basim Magdy’nin, “Dünyayı anlamak İçin 13 Temel Kural” 5’16’’, fiminde yer alan kurallardan biri aklıma kazınıveriyor. “Asla köpeklere ve insanlara güvenme. İkisi de kızdığında ısırır”. Filmin görselliği etkiliyeci.  Agniezka Polska’nın  “Saç“ filminde şiirsel dili çok etkileyici buluyorum. Kıyıdaki taşların üzerinden ufka doğru bakan adamın söylediği, "Sen burada yokken, rüzgarsız bir yelken gibiyim.", "Kuşların terkettiği yuva gibiyim." cümleleri içimi yakıyor, Ahmet’in ardından duyduğum hisleri  yansıtıyor, adamın yerinde kendimi hayal ediyorum ve ağlıyorum.  Jean Rouch’un “ Çılgın Efendiler”1955, belgesel filmini izlemek biraz yürek istiyor. “Gana’nın başkenti Akra’da göçmen işçi  olarak çalışan Hauka tarikatı üyelerinin bir Pazar günü gerçekleştirdikleri ruhlar tarafından ele geçirilme törenini belgeler.” Martin Cordian& Tomas Espina’nın “Nüfuz Alanı ” bir ev içini yansıtıyor. Burada yer alan nesneleri sanatçılardan biri kırmış, diğeri yapıştırarak eski haline getirmiş. “Bu çatlak, geç dönem kapitalizmin günümüzde karşı karşıya bulunduğu sosyo-politik parçalanmaya, kriz dönemlerinde günümüz bireyinin yaşadığı çöküşe ve doğal  felaketlerin izlerine karşılık geliyor olabilir.” Çatı katında yer alan,  Sulukule Paltformu, Sulukulelerin kentsel dönüşüm sonucu yaşadıklarını, aldıkları  tavırları  fotoğraflarla, videolarla yansıtıyor.”Mülksüzleştirme Ağları “ kentsel dönüşümün sermaye –iktidar ilişkileri  üzerine kolektif veri derleme ve yayınlama projesi. Mülksüzleştirme ağları çizilen bir harita üzerinde görselliğe dönüştürülmüş. Azınlıkların mülksüzleştirilmesi de projenin önemli konularından biri.  

Galata Rum Okulu’nun çatısından  caddesinin karşısında yer alan bir kiliseyi ve İstanbul Modern’in önünde demir atmış, yolcu gemilerini fotoğraflıyorum. Ne zaman İstanbu’a gelsem bu yolcu gemilerini görürüm. Bir an, sanki aynı gemi hep oradaymış duygusuna kapılıyorum. O kadar büyük gemi bu kadar yakın kıyıya nasıl yaklaşabiliyor, hayret ediyorum.  

Tarihi okulun merdivenlerin yavaş yavaş aşağıya inerken, kitaplar arasına gömülmüş bir adamın fotoğrafı, kendimi anımsatıyor bana. Ahmet’in Kütüphanesi, kütüphanemiz de böyle değil mi? O fotoğrafın bir parçası gibi hissediyorum kendimi ve bir izleyiciden beni fotoğraflamasını istiyorum. 

En alt kata yeniden döndüğümde, girişteki alanda İnci Eviner yönetiminde performanslar ve workshop çalışmaları yapıldığını öğreniyorum. Bienal katoloğundan alıyorum ve” iyi ki gördüm” dediğim Galata Rum Okulu’ndan ayrılıyorum.  

13.İstanbul Bienali’nin diğer mekanlarından Antrepo’ya çok yakın olduğum halde, zamanımın zlığından Taksim’e dönüyorum. Kızkardeşimle çay içiyoruz, Mephisto’nun “yeni çıkan kitaplar” ve edebiyat dergileri bölümünde pekçok dergiye göz gezdiriyorum. Anadolu’nun dört bir tarafından gelen Edebiyat dergilerini bulmak mümkün Mesphisto’da.  

Bir çok sergiyi göremeden İstanbul’dan ayrılmanın hüznüyle, Antalya’ya dönmek üzere yola koyuluyorum. Havalaalanında, “granada” edebiyat dergisinde yer alan, Enis Batur’un  “Serafim”
Şiirinin ben debıraktığı etkiyle ayrılıyorum İstanbul’dan.                                       

                                               Serafim              
                                               ...
                                               Duydum oysa her ses kırıntısını, her
                                               Hareketi  henüz doğmadan sezdim,
                                               Bu şehrin bana emanet edildiğini
                                               Bir an olsun aklımdan çıkarmadım.
                                               ...
İmren Tüzün

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved