Çocukluk, o güzel süreç, anayurdumuzdan kopmak, farklı
açılımlar yaşamak herkese nasip olmuyor. Her ne kadar doğduğumuz yerden daha
iyi bir eğitim, yaşam ve gelecek için yollara düşsek, yeni yaşamlar peşinde
koşsak, kursak da anne babamız yaşadığı sürece bizi onlara doğru sürükleyen bir
güç vardır. Hele bir de kırsaldan şehre
doğru kaymışsa yaşamımız, geriye dönmek bazen bize zor gelir. Hafta sonu
dinlenmekle aileye gitmek arasında sıkışır kalır yaşamımız. Annenizin yolunuzu
beklediğini, gittiğiniz zaman nasıl da rahatladığını, derin uykulara daldığını
gözlemlersiniz, siz de aynı duyguya kapılırsınız. Yaşam bütündür,
parçalanmamıştır anne babanız yaşadığı sürece.
Ne zaman ki onları kaybetmeye başlarsınız, doğduğunuz yerle
bağınız zayıflar günden güne. Her ne
kadar baba ocağı dense de, annelerdir bir eve ruhunu veren, yaşanır kılan.
Annemi kaybettiğimde, Mayıs 1999’da, iş yaşamının ortasındaydım, zaman yoktu hiçbir şeyi doğru dürüst
hissetmeye. Turizm sektöründe çalışmak, dakiklik ister, sıkı bir dosyalama
ister, amaç sadece insanları mutlu etmek, hiçbir şeyin aksamamasını
sağlamaktır.
O yıl, hiç unutmuyorum, internet devreye girmişti, sadece
müdürümüzün Alman eşi Suzanne’nin odasına bağlanmıştı, biz de geriden bakmakla
yetinirdik. Sanıyorum, Antalya’da
interneti ilk bağlatan şirketlerden biriydi National/Pegasus Tours.
Suzanne Oparius, benim resimle uğraştığımı biliyor, “Senin ne işin var burada, resimle
uğraşmalısın sadece.” diyordu. Alman Ekspresyonistlerin, Dortmund’da, “ Museum am Ostwall”da, “Von der Brücke zum Blauen Reiter” başlıklı,
1905 -194 yıllarında grup içinde yer alan sanatçıların “renk, biçim ve
ifade”lerine odaklanan bir sergi
açılmış. Sergi kapsamında, Erich Heckel, Karl-Schmidt rottluff,Max Pechstein,Otto
Müller,Franz Marc, Gabriele Münter, Ernst Ludwig Kirchner, Alexej von
Jawlensky, Emil Nolde ve Kandinsky’nin yağlıboya ve kağıt üzeri işleri
sergilenmiş. Ayrıca, grubun oluşması, karşılaşmaları, eğitimleri ve yaşamları
hakkında ayrıntılı bilgilerin bulunduğu bir katalog hazırlanmış. Suzanne bir
aile ziyaretinde bu sergiyi görmüş, bana da kataloğunu getirmişti. Daha
sonra, Alexej Von Jawlesnky’nin,
“Reisen, Freunde, Wandlungen” (Seyahat, Arkadaşlar, Dönüşümler) adlı bir katalog daha
getirdi. Jawlensky’nin yaşamına,
eserlerine, sanatçılarla karşılaşmalarına ve dostluklarına, en önemlisi de resimlerinin geçirdiği
dönüşümlere, nasıl gittikçe yalınlaştığına odaklanan katalog da beni oldukça
etkiledi. Klimt’in de bir kataloğunu da
hediye ettiğini anımsıyorum. Suzanne getirdiği kataloglarla, İtalya gezisi
öncesi bana hazırladığı materyallerle sanatın içine doğru bir yolculuğa hazırlamıştı adeta beni.
Annemi kaybettikten sonra, kendimi gittikçe yorgun
hissediyordum, iş yaşamını sürdürme isteği duymuyordum içimde. Ahmet’le
konuştum, içinde bulunduğum durumu paylaştım kendisiyle.
Ahmet; “İmren, beni zor günlerimde omuzladın, tüm yükü aldın
üzerine, bırak bu sefer de ben sana destek olayım, kararlıysan iş yaşamını
noktalayabilirsin.” dedi.
Suzanne Aporius’un beni resme doğru yaklaştırması, Ahmet’in
anlayışlı yaklaşımı ve desteği sayesinde, 15 Kasım 1999’da iş yaşamından
ayrıldım. Geleceğin nasıl şekilleneceğini bilemeden, bir anlamda kendi içime dönüyordum, ihtiyacım
vardı, böyle bir döneme.
Evliliğimizin ilk on yılı, kayıplar ve hastalıklarla
geçmişti, kendi evimizden uzaklaşmak, yeni bir eve taşınmak istiyordum. Ocak
2000 başında yeni bir eve taşındık, elbette kolay bir taşınma değildi,
kitaplar, dergiler ve resimlerle bir eve sığmaya çalıştık. İlk iş olarak,
taksitle bilgisayar aldık, internet de bağlattık. 1996 yılından beri bilgisayar
kullanıyordum, çalıştığım işyerinde Ahmet’in ve benim yazılarımı bilgisayara
aktarırdım. Bilgisayar, Ahmet’le evde
bir yazınsal aura oluşturmamıza ve dünyaya açılımımızı sağladı, diyebilirim.
O süreçte, Ansan’da aktif olmaya çalışıyor, fakat oradan
ciddi bir düşünce çıkmayacağını düşünüyordum. Başka ne yapabiliriz, nasıl bir
araya gelebiliriz, düşüncesi hakim olmaya başlamıştı bende. Ahmet’le konuştuk,
isimleri belirledik, “Salı Toplantıları” adı altında, edebiyat, sanat, kültür
ve kent odaklı konuşmaları gündeme getirmeye karar verdik. Murat Sinkil, Hasan Tırmaş, Muhittin Selamet,
Mehmet Işıklı, Ahmet Tüzün ve İmren Çalışkan Tüzün olarak belirlemiştik. O
sıralarda, Ahmet Tüzün, Antalya Kültür Merkezi’nde, Sanat Danışmanı olarak
çalışıyor ve sanat programları hazırlıyordu. Daha önce de yazmıştım, kentlinin
de belleğinde öyledir, Antalya Kültür Merkezi böylesine yoğun bir etkinlikler
ortaya koyamamıştır bir daha. Ahmet’in zamanı olmadığı için, böyle bir buluşmaya daveti,
insanlara anlatmayı ben üstlendim.
İlk toplantıyı 27 Mayıs 2000’de yapmışız. Buluşmalar, o zamanlar Hasan Subaşı Parkı
olarak bilinen, Cam Piramiti’nde içinde bulunduğu büyük parkın içinde, denize
bakan Kır Kahvesi, Tophane ve Yivli Minare’ye yakın Mahmut Bey’in işlettiği
Park Kafe’de gerçekleşiyordu. Bu
toplantıların sonucunda, ilk olarak
Ioanna Kuçuradi ‘nin “Sanat ve Felsefe” başlıklı konuşmasını düzenledik.
Kuçuradi’ye, dernek olmadığımızı, bireysel çabamızla böyle bir etkinliği hayata
geçirmek istediğimizi, izleyici sayısının az olabileceğini söylemiştim. Ioanna Kuçuradi; “ Ne kadar az insan olursa, o kadar iyi olur, daha
iyi konuşuruz.” dediğinde, içim rahatlamıştı. Düzenlediğimiz ilk etkinlikte, öylesine çok
katılım oldu ki, unutmam imkansız. Daha sonra Ali Akay’la
“Modernizm-Postmodernizm” söyleşisini gerçekleştirdik,
konuşmaların çözülmesiyle Gösteri’de yayımlanmıştı. Belgelere tekrar baktığımda, ciddi destekler
de almışız. Antalya Kültür Müdürlüğü, o dönemde etkin bir kitabevi olan Seans
Kitabevi, Tekeli Konakları desteklemiş bizi.
Ahmet Tüzün kentin sanat,
kültür ve mimari alandaki değişmelerinde sanatçıların bir yaptırım
gücünün olabilmesi için bir Manifesto hazırlamayı önerdi. Oturduk, birlikte yazdık.
Bir toplantıda; "Nitelikli Bir Sanat Manifesto"yu okuduk,
arkadaşlarımız Manifesto’nun altına imza koymakta çekince gösterdiler ve
imzalamadılar. Sadece ikimizin imzalayıp, basına dağıtmamızın doğru
olmayacağını düşünerek vazgeçtik yayımlamaktan. Manifesto’yu yeniden okuduğumda,
hala aynı sorunların sürüp gitmekte olduğunu düşünüyorum.
Bu düzenli
buluşmalar, bir süre sonra aksamaya başladı. 19 Haziran 2001 tarihli günlüğümde, o dönemle
ilgili düşüncelerimi yazmışım.
“27 Mayıs 2000’den itibaren başlattığımız Salı toplantılarını iki haftadır yapmıyoruz. Ya da artık benim bu toplantıları yapma, organize etme isteğim kalmadı. Bu
grubun oluşmasını istememin temel sebebi, farklı insanlarla farklı şeyler
yapabilmek, üretebilmekti. Şu ana kadar bir araya gelmelerimizde, sanatın
çeşitli boyutlarını tartıştık, iki etkinlik ,-Ioanna Kuçuradi ve Ali Akay
söyleşileri-,gerçekleştirdik. Bizim bir araya gelmelerimiz, özellikle Ahmet Tüzün ve benim açımdan bakılırsa, başkaları tarafından ANSAN’a karşı bir
tepki olarak bu grubu oluşturduğumuz düşünüldü.
Elbette bir alternatif düşünce üretme arayışımız vardı.
Ancak, tamamen başka bir kuruma karşı bir tavır ya da eylem olarak düşünülmedi.
Geldiğimiz noktada görüyorum ki,
birlikte bir şey yapmamız, şehrin herhangi bir sorununu sorgulamamız mümkün
olmadı. Bu konuda bazı çekinceler içindeydi bazı arkadaşlar. Birlikte bir sergi
yapma, bir düşünce üretme boyutuna
gelemedik. Toplantıların Entelektüel tatmine dönüşmemesi için,- ki bu
tehlikeyi sezinliyorum-, Mavi Boyut grubu olarak bir araya gelmelerimize son
vermek istiyorum. Ama yine de zaman zaman istekler doğrultusunda bu dostluğun
sürmesini isterim.
Kendi adıma bu
toplantıları organize etmek, bir
araya toplanmak işlevimden kurtulmak istiyorum.
Beni bu karara vardıran
nokta nedir? Bir araya geliyoruz, ama aynı zamanda birbirimizi
küçümsüyoruz. Plastik Sanatlar’ın tek boyutunu görüyor ve çağdaş gelişmeleri
takip etmediğimizi görüyorum. Bu nedenle, tek yönlü açılımlardan, özverilerden de bir sonuç çıkmıyor. Herkesin yolu açık
olsun sanat yolunda.”
Bir Sonbahar günü, 11
Eylül 2001’de, Kır Kahvesi’nde, Murat Sinkil, Mehmet Işıklı, Hasan Tırmaş ,
Ahmet Tüzün ve ben bir araya gelmiştik.
Güzel, güneşli bir günde sohbet ediyor, Muhittin Selamet’in gelmesini
bekliyorduk. Bir süre sonra Muhittin
Bey, biraz heyecan ve telaş içinde geldi; “Yahu yer yerinden oynuyor,
Amerika’da, New York’ta patlamalar olmuş, televizyonda ben bu görüntüleri
seyredeceğim, gidiyorum ben, haber vermeye geldim.” dedi ve geldiği gibi döndü gitti.
Oturduğumuz sandalyelere mıhlanmış gibi oturup kaldık bir süre, konuşmalar
kesilmiş, yerini sessizlik almıştı. Yarım saat daha oturduk ve ayrıldık.
Böylece, Mavi Boyut toplantıları sona ermiş oldu, bir daha
da böyle sürekli toplantılara katılmadık, daha sonra bu tür bir araya gelme
istekleri de olmadı değil, fakat yürümedi. Bu toplantıların tarihi, ele alınan
konuların notları ayrı bir iz sürmeyi ve yazıya dökülmeyi gerektiriyor.
Bugün, kocam, dostum,
yoldaşım Ahmet Tüzün’ü kaybetmek, onunla yürüdüğümüz yollara ve yaptıklarımıza
baktığımda, etkinliklerde, günlüklerde
izini sürünce yeniden anlıyorum ne kadar değerli işer yaptığımızı. Elimizdeki
kültürel birikimle, yeniden bir ruh yaratma olasılığı var mıdır, sorusunu soruyorum kendime. Bu gücü, kültürel birikim açısından içimde duymama
karşın, kendi içimde kalarak, mevcut kültürel mirasımızı derli toplu geleceğe bırakmak için çalışmamın daha doğru bir karar olacağına inanıyorum.