İstanbul’da yağmurlu bir güne uyanmama rağmen,
aklımı, belleğimi Antalya’da bir sene önce yaşadığım günden beriye, bugüne
odaklamakta zorlandığımı hissediyorum. O gün, 22 Ekim 2014, kolayca unutabileceğim
günlerden biri değil çünkü. “Unut artık, geçmişte kaldı” her şey denilebilir
elbette. Güzel günler unutuluyor da, uğradığınız haksızlıklar kolay
unutulmuyor, o gün, o saat, zor
anınızdaki insanların tavrı belleğinizde yolculuğunu sürdürüyor.
Atölyemi taşımak için bir mekan arayışındaydım.
Kira bedellerinin yüksekliği, ev sahiplerinin atölyeye sıcak bakmamaları
nedeniyle zorlanıyordum bulmakta. Atölyemin tamamını Gülistan’la özenli bir
şekilde paketlemiştik, güvenilir bir yer
bulup çıkmam gerekiyordu sadece. On dört senemin geçtiği, Ahmet’le pek çok
anılarımızla yüklü atölyeden ayrılmanın
acısını duyuyordum elbette. Ancak bu acıyı kime anlatabilirdim. Kuru duvara
ihtiyacı olmadığı halde, beni tahliye ettiren muktedirlere mi, yoksa sözde
telif hakları komisyonunda bulunan Avukat’a mı? Kitap ve resim söz konusu
olduğunda bir kat daha acımasızlaşıyor muktedirler, yaratıcılık, üretim
kapılarına uğramadığı için, babadan
kalma mirasın nereden geldiğini sorgulamadan öteki üzerinde baskı kurmanın
bencilliğini yaşıyorlar ne de olsa.
Sabah kalmış, kahvaltımı henüz yapmıştım ki
telefonum çaldı. Ahmet’in taksi şoförlüğünü yapan Fikret Bey arıyordu.” İmren
Hanım sizinkilerin emlakçısını gördüm, senin atölyeyi boşaltıyorlarmış, hemen
gelin.” diyordu. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü sanki yine de
sakinliğimi korudum. Otobüsle atölyeye doğru geldiğimde motorun üzerindeki bir
adam, -sonradan çilingir olduğunu öğrendiğim-, bana bakarak ıslık çalıyordu,
alay edercesine. Polis ve İcra Dairesi’nden memurlar eşliğinde açmışlardı
atölyemin kapısını. Resimlerimi ve eşyalarımı yedi eminlere götüreceklerini,
oradan da almak için ayrıca para ödeyeceğimi bildirdiler. Bir gün daha izin
verin, bir olanak bulayım dediysem de dinlemediler, eşyalarımı taşımaya
başlayacaklarını söylediler. “Hiçbir resmime dokunmayın, ben bir çözüm
bulacağım” dedim. Neyse ki kabul ettiler ve dışarıda beklemeye başladılar.
O anda kimi arayabilirdim, kim yardım edebilirdi
bana, hızlıca düşünmeye çalıştım. Atölyelerine her zaman gidip geldiğim, grafik
ve baskı işlerimi yaptığım Hattat Bekirler aklıma geldi. Esat Yanık’ı aradım,
“Esat atölyemi boşaltmam gerekiyor, yardım eder misin?” diye sorduğumda, “Hemen
geleyim, İmren Hanım”, dedi. Atölyenin boşaltılacağını haber veren Fikret
Yasan’ı aradım, zaten durumu biliyordu. O da çıktı geldi hemen, üçümüz atölyeyi
boşalttık. O sırada İcra Dairesi heyetiyle gelen bir bey de yardım etti. Avukat
Bey gelmemiş, yerine yardımcısını göndermişti, o da atölye tamamen
boşaltılıncaya kadar bekledi emlakçılarıyla. Her şeyi apartman kapısının önüne
çıkarttık, İcra Dairesi’nin memuru bana tutanağı imzalattı ve bir kopyasını alabileceğimi
söyledikten sonra hepimiz dışarı çıktık, böylece resimlerim ve ben tek başına
kaldık apartman kapısının önünde.
Bütün bunlar olup biterken oldukça sakindim, ağlayamıyordum
bile. Gökyüzünü bulutlar sarmıştı, yağmur ha yağdı ha yağacaktı, resimlerim
risk altındaydı. Nereye, nasıl taşıyabilirim diye düşünürken apartmana girip
çıkanlar oluyor, ne bir şey soruyorlar ne de bir kelime söylüyorlardı. Ne
yapacağımı bilemez haldeydim, ne kimseye beddua ediyor, -emlakçıya söylediğim
bir cümlenin dışında-, ne de ağlayıp sızlıyordum. Kendim bile hayret ediyordum
kendime, özgüvenim şaşırtıyordu beni.
Belki lazım olur düşüncesiyle, yakındaki bir
nakliye aracının telefonu almıştım camından ve nakliyeci olarak kaydetmiştim
telefonuma. Aklıma geldi, aradım, adresi verdim, on dakika içinde geldiler.
Tanıştık, Aziz Amca ve Metin Bey, sanki böyle olaylara tanıklık etmişlerdi de,
önemsiz bir olaymış gibi davranarak beni daha da rahatlattılar. Resimlerimi,
eşyalarımı nereye götüreceğimi bile bilmiyorum, dedim biraz buruk. Aziz amca,
cesaretiyle; “Kızım resimleri yükleyelim, arabanın üstü kapalı zarar görmesin.”
dedi. Aziz Amca, yukarıda arabaya özenle resimleri yerleştiriyor, Metin Bey’le
ben de resimleri ona veriyorduk. Resimleri tamamen arabaya yerleştirdik.
Onlara; “siz gidin bir çay için gelin.” dedim. Kendim, mahallede boş bir dükkan
bakmak için ara sokakları dolaşmaya başladım, fakat uygun bir yer göremedim.
Resimlerimi ve kitap kolilerini eve
taşımaya karar verdim. Kütüphaneyi de eve taşıdığım için, ev kitap kolileriyle
tıka basa doluydu, koyacak yer yoktu. Ne olursa olsun, resimlerim için ev daha
güvenli diye düşündüm. Masalar,
kitaplık, dolap ve sandalyeler için başka bir yer bulmam zorunluydu. Aklıma, Hattat
Bekirlerin atölyesi geldi, bir bölümünün boş olduğunu farketmiştim, alacakları
makinayı bekliyorlardı, Ömer Engin Yanık’ı aradım, durumu anlattım. “Olabilir,
getirebilirsiniz, İmren Hanım” dedi. İçim biraz rahatlamıştı ki, Aziz Amca ve
Metin Bey döndüler. Resimlerimi eve taşıyacağımı, asansörün geniş olduğunu,
çıkarmakta zorlanmayacağımızı söyledim, bir yandan da apartmandan itiraz
etmezler umarım diyordum kendi kendime. Maaşımı almamıştım henüz, ekonomik
desteğe ihtiyacım vardı. Abim Yaşar Çalışkan’ı aradım, içimdeki sıkıntıyı ona
yansıtmadım değil, söylediğim sözlerle. Bir iki saate havale göndereceğini
söyleyince o da beni rahatlatmış oldu.
Resimleri eve taşıdık hep beraber, evin tıka basa
kolilerle dolu olduğunu görünce Aziz Amca ve Metin Bey, halimi daha iyi anlamış
oldular, bana moral verdiler. Resimleri
eve taşıdıktan sonra eski apartmana döndük. Kalan eşyaları kamyona yükledik,
tekrar telefon ettim Ömer Yanık’a. Eşyalarımı getireceğim biraz sonra, “emin
misiniz, kapıları açabilecek misiniz?” diye sordum. “Buradayız, bekliyoruz.”
dedi. Çok kısa sürede oradaydık, Esat
Yanık kapıları açtı ve eşyaların indirilmesine yardım etti. Onların çalışmasına
engel olmayacak şekilde yerleştirdik, kapıları kapattık. Geriye kalan birkaç
parça eşyayı eve taşıdıktan sonra, Aziz Amca ve Metin Bey’e teşekkür edip
ücretlerini ödedim. Aziz Amcanın görmüş geçirmiş, insanlıktan anlayan halini
unutamam, Metin Bey’in hayatla dalga geçişini de.
Atölyem, resimlerim bölük pörçük olmuştu. Ağır
gelmişti her şey bana, serinkanlılığım yerini gözyaşlarına bırakmıştı,
durduramıyordum kendimi. Neyse ki Gülistan ve kızı Azra çıkıp geldiler gece
vakti. Gülistan hemen kahvaltı hazırladı, sofrada konuşurken biraz daha kendime
geldim yavaş yavaş.
Bir süre atölye aradım, sözleşme yaptığım bir daire
sahibi son anda iptal etti sözleşmeyi. Bir sitede beğendiğim, bahçesinde portakal,
mandalina ağaçları olan mekan sahibi Nilgün Hanım, henüz bir yer bulamadıysam,
bana kiralayabileceklerini söyledi. 11 Kasım 2014, tarihinde Aziz amca, Metin
Bey ve Aziz Amcanın oğluyla resimleri ve eşyalarımı yine büyük bir özenle yeni
atölyeye taşıdık. O gün, Gülistan eşlik ediyordu bana yine, böylece resimlerimi
biraz sıkışık da olsa yeni bir mekana kavuşturmuş oldum.
Muktedirler, itaat etmediğinizde, boyun
eğdiremediklerinde size yaptıkları iyilikleri fitil fitil burnunuzdan getirmeyi
çok iyi biliyorlar. Sizin değer verdiğiniz, edebiyat, sanat ve yaratıcılık
onların gözünde bir ‘hiç’e dönüşüyor kendiniz gibi. Ötekileştirmenin, yok
saymanın, sürgün etmenin yolunu buluyorlar.
Sürgün edilmek sanatla uğraşanların kaderinde hep
olagelmiştir. Gerek aileler ve toplum
tarafından gerekse devletin katı tutumları nedeniyle. Böyle durumlarda
insanın dik durması ve boyun eğmemesi gerekiyor, bir vesileyle yerini yurdunu
terk etmiş insanlar daha duyarlı oluyor, yardım ellerini uzatıyorlar, mücadele
gücünü arttırıyorlar insanın.
Kültüre, sanata ömrünü vermiş bir aile olarak
uğradığım haksızlığın sadece bana reva görülmediğini, ikimize, Ahmet’e ve bana
yapıldığını düşünüyorum.
Bir gün sabredemeyen muktedirler, bir sene boş
tutuyorlar mekanlarını. Onlardan duvara
sinmiş hatıraları anlamayı beklemek
boşuna. Türkiye’de kuru duvar sahipleriyle, ömürlerini kültür sanata adayanların çatışması, benim uğradığım haksızlıkla sona ermeyecek elbette, ebedi bir çatışma
olarak devam edecek gibi görünse de umudumu kaybetmek istemiyorum.
Duvarlar gün geliyor yıkılıyor, dile getirilen söz,
kaleme alınan bir cümle, yazı ve bir resmin ömrü duvarlardan uzun oluyor, bunu
unutmadan mücadeleye devam etmem gerekiyor. Bu vesileyle, bana o gün yardım edenlere bir kez daha teşekkür ediyorum.
İmren Tüzün
İstanbul, 22 Ekim 2015