Bir Anti
Kahraman Olarak Babam
Gelir gelmez, evin etrafını temizler, çalı çırpı ne varsa
tırmıkla bir araya toplar, yakardı hoş görünmeyen ne varsa. Bize de bir çeki
düzen gelirdi, akşamüzeri okuldan geldiğimizde elimize ekmek alıp yememizi
istemez, akşam sofrasını beklememiz gerektiğini söylerdi. Bir de akşam eve geç
giremezdik, oyunlarımızı bölmek zorunda kalırdık, babam disiplin demekti biraz
da.
Babamın ruhu Demre’ye dar geliyordu, fakat çocuklukta bunu
anlamamız mümkün değildi elbette. Bir çocuk olarak, onun akşam evde olmasını,
aykırı ve isyankar bir insan olmasının getirdiği söylentileri duymak
istemezdik. Kırsal kesimde böyle
davranışlar hoş karşılanmaz, en
yakınları dahil herkes tarafından cezalandırılmaya, elindekini kapmaya bir
olanak sağlardı çoğunlukla.
Çocukluğumdan bir söylenti kalmış belleğimde. Bu hakikaten
gerçekten söylenmiş midir, yoksa benim hayalim mi yaratmıştır, ara sıra aklıma
gelir yine de. Babamın kedilerle çift süreceği gibi bir söylentiydi bu, çocuk
kalbimi ne kadar etkilemiş olmalı kim bilir.
Bazı meslekler vardır ki, babadan oğula devam eder. Babam
okumak istemiş, hatta bunun için çaba da harcamış, fakat dedem engel olmuş,
babamın anlattığına göre. Durum böyle olunca o da babası gibi çiftçilik ve
tüccarlığı devralmış babasından. Çocukluğumda, Demre’den İstanbul’a sebze -
meyve gönderirdi babam.
Gündüz satın aldığı domates, baskülde tartılırdı, ona göre
ödeme yapılırdı üreticiye. Biber, patlıcanlar akşama kadar işçiler tarafından
ahşap kasaların içine yerleştirilen pelüş kağıtların üzerine özenle dizilirdi,
büyük bir özen vardı, “domates işleme” denirdi o zamanlar. Akşamüzeri kamyonlar
evin önüne yanaşır, bu sefer özenle işlenen, üzeri bobin ipiyle sarılan
kasalar yerleştirilirdi kamyonlara.
Hatırladığım kadarıyla irsaliye kesiliyordu, kaç kasa yüklenmiş hesaplanır,
gece yola koyulurdu kamyonlar İstanbul’a doğru. Nedense aklımda daha çok
İstanbul’la çalıştığı kalmış.
O yıllarda, yapılan işlerin sigortasını kontrol eden Nermin
Hanım vardı. Nermin Hanım, bazı akşamlar bizim evde kalırdı. Annemin ona ne
kadar özenle davrandığını hatırlıyorum.
Babam daha sonra, İstanbul yollarına koyulurdu, gönderdiği
malların hesabını görmek, parasını almak için. Amcam Mehmet Çalışkan o yıllarda İstanbul’da
okuyordu, babamın söylediğine göre Amcam babamın çalıştığı yerlerden para
alabiliyor, sıkıntı çekmiyordu.
Daha sonraki yıllarda, Avşar’da, Annemin tarlalarına elma
diktirdi, iki büyük elma bahçesi yetiştirdi. Bu sefer, 80’lerde Avşar’dan
elmacılık yaptı. Elma kilo başına alınmazdı genellikle, tüccar bir elma
bahçesini gezer, ürüne değer biçer ve bahçenin elmasını toptan alırdı. Babam da
toptan aldığı elma bahçelerinden, kışın da yaklaşmasıyla genellikle zarar
etmiştir, verdiğimiz emekler heba olmuştur çoğunlukla. Şimdi ne o elma
bahçeleri kaldı, ne de yaylayla ilişkimiz. Babam yaylayı severdi, Avşar’dan çok
Akçay ve Gömbe’ye tutkundu. Akçay’ı sevmesinin nedeni, Akçay daha hoşgörülü bir
yerdi o yıllarda. Sineması, kahveleri, insan ilişkileriyle babamın rahat ettiği bir
yerdi. Belki de, teyzesine, Emine Teyze’ye yakın olmak istemiş de olabilir.
Severdi onu, belki babaannemden bile çok.
Hatırlarım, babam ne zaman bahçelere gitse, elinde küçük bir
çamur yuvarlayarak geriye dönerdi. O çamur elinden eksik olmazdı. Anlattığına
göre, çocukluğunda çamurdan develer yaparmış, herhalde heykel yapmaya yeteneği
varmış. İnsan Likya’da yaşar da meyil etmez mi heykele. Babası çamurdan develer
yaptığı için dövmüş onu, yapmasını istememiş. Babamın içinde ukde kalmış
çamurla uğraşmak. Oysa o güzel parmaklarına yakışırdı heykel yapmak.
Babamın içini yakan diğer bir anısı da halamla yaşadığı bir
çocukluk anısıdır. Dedem Hacı Ahmet, Yavu köyünde yaşarmış, ahşap iki katlı bir
evde. Yukarısı ev, aşağısı da bakkal dükkanıymış. O yıllarda tek bakkal dükkanı
dedeme aitmiş. Yoksulluk diz boyu tabii, insanlarda para yok. Babam yoksullara
para almadan bisküvit arası lokum verirmiş, yukarıdan bir delikten babamı
izleyen halam babamın bedava verdiğine tanık olmuş ve dedeme şikayet etmiş
babamı. Dedem, fena dövmüş onu, canını acıtmış. Babam, bir yerde yoksulluk
görse, kendini hiç düşünmez, elinde avucunda ne varsa o insana verirdi.
Eline geçen mirası hak etmediği düşüncesiyle,-dedemin
kazancını hak ederek kazanmadığına inanıyordu-, kaybetmeye meyilliydi.
Çocuklarına bir karış toprak bırakmayacağını söylerdi, yaptı da.
Babam hep bir Dostoyevski kahramanını anımsatır bana,
tutkuları ve zaaflarıyla. Sigara ve kumar en büyük tutkusuydu, o nedenledir ki,
ne zaman bir kumarbaza kötü bir söz söylense, benim içim kabul etmez. Bu tür
tutku ve bağımlılıkların temelinde, engellenmiş bir yaratıcılık olduğunu
düşünürüm. Eğer babam, dedemin öngördüğü yaşamı değil de, kendi istediği yaşamı
sürebilseydi, kim bilir ne cevher çıkardı ortaya.
İmren Tüzün
Antalya, 10 Mayıs 2015
©Tüm Hakları Saklıdır.
Babam Gündüz Hayrullah Çalışkan - Foroğraf: İmren Tüzün |