23 Aralık 2023 Cumartesi

5.ULUSLARARASI İSTANBUL BIENALİ VE İSTANBUL SANAT FUARI İZLENİMLERİ

5.ULUSLARARASI İSTANBUL BIENALİ VE İSTANBUL SANAT FUARI İZLENİMLERİ


5. Uluslararası İstanbul Bienali

Yaşam, Güzellik, Çeviriler/Aktarımlar ve Diğer Güçlükler Üstüne
5 Ekim – 9 Kasım 1997

Küratör: Rosa Martínez

7. İSTANBUL SANAT FUARI 1 - 5 EKİM 1997

7.İstanbul Sanat Fuarı ve  Rosa Martinez’in küratörlüğünde gerçekleşen

5.Uluslararası İstanbul Bienali eş zamanlı olarak gerçekleşiyordu. Bugüne kadar, Sanat Fuarı’nı izlemiştim, ancak Bienali görme fırsatım olmamıştı. Her iki etkinliği, Antalya’da sadece haberlerden bize sunulduğu kadar takip edebiliyor, gidip görmeyince bizde bırakacağı  etkilerden mahrum kalıyoruz. Kız kardeşim Sıdıka da, beni yüreklendiriyordu, özellikle Bienali gelip görmem konusunda. 


01 Ekim 1997 akşamı saat 20:45’de THY ile İstanbu1’a uçmak için  havaalanına giderken, Ahmet Tüzün havaalanına kadar eşlik etti bana. Orada, uzun süredir görmediğimiz iş arkadaşımız Haluk Bey ile karşılaştık, o da eşini uğurlamaya gelmişti. Uçak saatine kadar, Pamfilya Seyahat Acentası’nda birlikte çalıştığımız günleri yad ettik.


İyi bir uçuştan sonra, saat 23:00 gibi kardeşimin evine ulaştım. Ev oldukça 

dağınık, kardeşim de yorgun görünüyordu. Çay demleyip, kahvaltı yaptık, Sıdıka yorgun olduğu için erken yattı. Prima televizyon kanalında ressamla ilgili bir film vardı, sonuna kadar seyredemeden  yattım, ancak pek iyi uyuyamadım.


Sabah kahvaltısından sonra Sıdıka ile beraber bankaya, oradan kuaföre gittik, saçlarını yaptıracaktı. Ben ise Tüyap’ta 7. İstanbul Sanat Fuarı’na izlemek üzere ayrıldım. 


Geçen senelerde olduğu gibi, hemen girişte Falez Galeri yoktu. Onun yerine Avusturya’dan bir  galeride sergilenen Şinasi Bozatlı’nın resimleri hoşuma gitti, soyut çalışmalardı bunlar. Hemen karşısında Galip Nahit Noyan’ın klasik stilde, yer yer sürrealist yaklaşımla yaptığı eserleri sergileniyordu. Beni en çok etkileyen resimler MAC 2000 grubundaki sanatçıların soyut resimleriydi. François  Gillard, Onay Akbaş gibi. Orhan Taylan’ın resim sergisi, Fuar için çalışılmış duygusu verdi bana. Yağlıboya resimleri ve çizimleri ustalığını ortaya koyuyordu. Baraz Galeri’de Güngör Taner’in resimleri vardı. Avni Arbaş’ın Atatürk çizimleri etkileyiciydi. Özellikle,  çeşitli sanatçıların yaptığı Atatürk heykelleri Sanat Fuarı’nın ilgi çekici bölümüydü. Mustafa Özel’in figüratif çalışma tarzı bana özgün gibi gelirdi. Ancak, İstanbul’da iken Freud’un torununun resmini gördüm. Renkler ve figürler bu kadar benzer olabilir. Mustafa Horasan’ın halı üzerine yaptığı resim ilginçti. 


Genel olarak, Sanat Fuarı’nda düşüş gözlemledim. Hem katılan galeri ve sanatçılar açısından hem de  izlemeye gelen kişi sayısı açısından. Eğer resim piyasasını biliyorsanız, sanatçıların çalışma tarzını biliyorsunuz. Galericilerin yeni yetişen nesle de açık olması lazım. Bunun için galerilerin katı tutumlarını bırakıp, genç sanatçılara da kapılarını aralık bırakmaları, sanatın önünü açacaktır. Bir de Uluslararası Plastik Sanatçılar Derneği’nin de  Fuar’a desteğini sürdürmesi gerekiyor. Geçen sene, 1996’da gerçekleşen 6. İstanbul Sanat Fuarı’na tam iki gün ayırmıştım. Bu sene ise bir günde bütün Fuar’ı gezdim.




Fuar’dan sonra, Halaskargazi Caddesi’ndeki Elvan Sanatsal Malzemeler’e gittim. Oradan tuval ve boya aldım. Sıdıka’nın yanına gitmek için Şişli’den Nişantaşı’na kadar yürüdüm. Eşyalarla beraber zorlu bir yürüyüştü. Sıdıka’nın işi henüz bitmediği için eve geldim. Sıdıka gelinceye kadar çorba ve ıspanak yemeği yaptım. Akşam, arkadaşı Aysun da geldi, üçümüz yemek yedik, çay içtik. 


5. Uluslararası İstanbul Bienali, Rosa Martinez’in Küratörlüğünde “Yaşam, Güzellik, Çeviriler/Aktarımlar ve Diğer Güçlükler Üstüne” temasıyla, 5 Ekim – 9 Kasım 1997 tarihleri arasında gerçekleşiyordu. Mekânlar; Darphane-i Âmire, Aya İrini Müzesi, Yerebatan Sarnıcı, Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi, Sirkeci Garı, Haydarpaşa Garı, Kız Kulesi, Atatürk Havaalanı, The Marmara Hotel, Pera Palas Oteli, Karanfilköy/Akatlar, Taksim Meydanı, Sultanahmet Meydanı olarak belirlenmişti.

Hafta sonu olması vesilesiyle, 05 Ekim 1997 Pazar günü Sıdıka’yla beraber İstanbul Bienali’ni görmek için Darphane-i Âmire’ye gittik. Darphane Osmanlılar döneminde para basımeviymiş.  Önce Darphane’nin tanıtım bölümünü gezdik. Burada korunmaya alınmış eski para kapıları, küçük şişeler, eski dikiş makinaları ve bunları tanıtan yazılar vardı. Daha sonra Bienal’de sergilenen işleri görmek için oradan çıktık.

İlk iş  sanal bir gösterimdi. Yengeç biçimde yapılmış demirlerin üzerine, plastikten yapılmış yumurta şeklinde bir şey oturtulmuştu.  Video ile sanal gösterim için, dışarıda yumurta şeklin içine girmek isteyen kişiye bir takım aletler bağlandı. O kişi yumurta şeklindeki kabın içine girdi.  Burada elindeki kumandayı oynatmaya başladı. Dışarıdan video ile gönderilen sinyaller, çeşitli görüntülerin oluşmasını sağladı. Arkadan bir çocuk sesi duyuldu. Bir süre seyrettikten sonra, bu işi gerçekleştiren sanatçının orada olmadığını, bir asistanın bu görüntülemeyi üstlendiğini öğrendik. Diğer bir iş ise duvara monte edilmiş tahtanın üzerine gelen kişiler içinden geldiği şekilde resim yapabiliyordu. Ben de bir baş çizdim. İtalyan sanatçıların mutfak ortamını gösteren  fotoğrafları oldukça güzeldi. Değişik renklerdeki  makaraların oluşturduğu enstalasyon ilginçti. Bu makaralar, iki buçuk metre eninde, iki metre boyundaki bir standa , bir veya bir buçuk metre uzunlukta asılmıştı. Küçük bir odanın ortasına masa konulmuş, masanın üzerinde de çeşitli notların yazıldığı kağıtlarla, mektuplar bulunuyordu. Üzerine de bir not koyulmuştu. “Dokunup, okuyabilirsiniz; ancak yazı yazmayınız.” Ayrıca duvarlara da çeşitli notlar yapıştırılmıştı. Burada anlatılmak istenen, sağır ve dilsiz bir kişi için, gözlerin ve ellerin zamanla insanın duyu organının yerini alabileceği mesajını veriyordu.

Bülent Şangar’ın fotoğraf düzenlemesi, insanın giderek içe kapandığını, iletişimsizliğini ve çıkışsızlığını anımsattı bana. İki insan yan yana, yüz yüze, sırt sırta olabilir, ama iletişim ayrı bir olay der gibiydi. Halil Altındere’nin, “Tabularla Dans” adlı yerleştirmesinde, Nüfus Cüzdanı’ndaki fotoğraflar, farklı yönlerden çekilmiş, elini yüzüyle kapatmıştı bir fotoğrafta. Bana göre bu düzenleme kimlik kartlarına yapıştırılan tek düze resimlere, aynılaştırmaya karşı yapılmış bir eleştiriydi. Mutlaka ön cepheden ve belli bir  görüntüyle çekilmiş resimler yapıştırılıyor Nüfus Cüzdanı’na. Yani devletin getirdiği disiplin içinde kimliğini gösterebiliyorsun. Kimlik ve aidiyet meselelerine de bir eleştiriydi. “Tabularla Dans” başlıklı diğer bir işinde ise, 110 X 240 cm boyutlarında büyütülmüş bir milyon liranın üzerindeki Atatürk fotoğrafında, elleriyle yüzünü kapatmıştı. Enflasyonla artan sıfır sayısı, ekonomideki çöküntüye de bir göndermeydi.

Başka bir odada bir masa,-cevizden yapılmış olabilir-, sandalye ve bir elbise dolabıyla, bir koltuk bulunmaktaydı. Koltuğun yüzü çıkartılmış, tahtası ve yayları görünüyor, üzerinde de parlak bir cisim vardı. İnsan ilk önce bunu cam gibi algılıyordu, yere de dökülmüştü. Bu cisme elimizle dokunmak istediğimizde bunun jel olduğunu gördük ve hemen elimizi çektik. Elbise dolabının kapağı kalp atışları gibi tık tık atıyordu. Bu düzenleme bana; “Sırça köşkten sarayın olsa , ne yazar.” deyimini anımsattı.

Daha sonra, Kutluğ Ataman’ın Semiha Berksoy ile yaptığı “Semiha B. Unplugged” başlıklı belgeselinin on dakikalık bölümünü izleyebildik. Aslında film sekiz saat sürüyormuş. Semiha Berksoy, izlediğimiz bölümde Nazım Hikmet ile ilgili anılarını anlatıyordu. Seksen beş yaşındaki bir kadın sanatçının bu performansta olması, insana yaşama sevinci veriyordu doğrusu. Yaşama meydan okuyuşu güzeldi.


Darphane-i Âmire’deki işlerden birisi de Rus Sanatçı Oleg Kulig’e aitti. Teması; “Family in the Future”, idi. Odanın içine iki yer yatağı konulmuştu. Arkadaki duvara bez afiş üzerine çizilmişti. Diğer duvara ise, insan başlarının çizimi yapılan kağıtlar asılmıştı. Burada sanatçı, gelecekte insanların hayvanlarla  birebir ilişkiye gireceğini, insanlarla hayvanlar arasında evlilikler olabileceğini anlatmak istiyor, bu düşüncesini video gösterimiyle de sunuyordu izleyiciye. Yazıyı yeniden ele aldığım bugünlerde, “Family in the Future”, üzerine internette bir araştırma yaptım. Adam Mickiewicz University’den, Monika Bakke’nin “The Predicament of Zoopleasures: Human-Nonhuman Libidinal Relations”başlıklı yazısına ulaştım.  Dipnottta eklediğim linkten yazıya ulaşılabilir.

Darphane-i Âmire’deki işleri arkada bırakıp, bahçesinde nohutlu pilav yedik, üzerine kahve içtik. Biraz oturup sohbet ettik Sıdıka’yla.


Darphane-i Âmire’den sonra Aya İrini’ye yürüdük. Orada dikkatimizi çeken ilk iş, seksen metre uzunluğunda turuncu renkte tülden yapılma eteğiyle bir elbisenin yerleştirmesiydi. Elbisenin etekleri merdivenlere yerleştirilmiş ve üzerine de yastıklar konmuştu. İkinci önemli iş de, kurumuş gül yapraklarının tül üzerine iğneyle tutturulmasından oluşan iki parça idi. Bu gerçekten özveri isteyen bir işti. Geriden baktığımızda güpür dantel gibiydi. Sanatçının eseri geri götürmeyeceğini ve Bienal sonunda  gezenlere parça parça dağıtacağını öğrendik. Burada ziyaretçilerin de Bienal’e birebir, interaktif olarak katılımını sağlayan işler de vardı. Örneğin; kağıttan yapılmış uçaklar toplu halde ortaya  konulmuştu ve isteyen bir tanesini alıp uçurabiliyordu. Semiha Berksoy’un tuval üzerine resimlerini ilk defa gördüm, oldukça yalın, aynı zamanda etkileyici resimlerdi.


Bienal mekânlarından Yerebatan Sarnıcı’ndaki işleri görmek için yola koyulduk. Orada bir çay molası verdik. İlk önce, hamama girmiş gibi, biraz tedirginlik hissettim. Burada beni etkileyen iş, ışıkların önüne konulan plastik kutuların, duvarda insan şeklinde yansımasıydı. Bir balonun şişirilmesini gösteren video yer alıyordu. Balonu şişiren kişinin yüzü balon şiştikçe bir silüet gibi arkada kalıyordu.


İstanbul Bienali’ni ilk kez gezdim. Bienal Küratörü Rosa Martinez’in dediği gibi, yaşamı sanata dönüştürmek elimizde. Günlük yaşamda yaptığımız birçok şey sanatsal 

bir olaydır. Bienal, tabii ki, dünya sanatçılarının güncel bakış açılarını gündeme getirmek için yapılıyor. Bienal’de video gösterimi ve enstalasyon ağırlıktaydı. Bienal’in tarihi mekânlarda, özellikle Darphane-i Âmire ve Aya İrini’de yapılması, geçmişle geleceği buluşturuyor gibiydi.

Yerebatan Sarnıcı’ndaki işleri gördükten sonra, yürüyerek Eminönü’ne, oradan da otobüsle Tepebaşı’na geldik. 7. İstanbul Sanat Fuarı’nı bir kez daha ziyaret ettik. Beğendiğim resimlere bir kez daha baktım. Neşe Erdok’un figüratif resimlerinden etkilendiğimi söyleyebilirim.  Ayrıca, Tomur Atagök’ün soyut resimlerini de gördüm. Resimlerinde kullandığı metal ile pembe renk güzel bir uyum içindeydi. Bu sene Akbank Sanat Galerisi satışa yönelik olmayan koleksiyonlarını sergilemişti. 

Sıdıka’yla beraber İstiklâl Caddesi’nde yürüyüp, arkadaşının lokantası Parsifal’e geldik. Sebze çorbası ve vejetaryen yemeklerden yedik, biraz sohbet ettik. Bir saat sonra da Havaalanı’na gitmek için yola koyuldum.

İmren Tüzün

13 Şubat 1998


Kaynakça; 

Bakke, Monika, “The Predicament of Zoopleasures: Human-Nonhuman Libidinal Relations”, Adam Mickiewicz University, https://www.researchgate.net/institution/Adam_Mickiewicz_University, (January 2009)

25 Ekim 2023 Çarşamba

gece ve gökyüzü
yıldızlar bir küme halindeydi gökyüzünde
ay kendini büyütürken, yıldızlar seyrediyordu yarım ayı.
Tanrı'nın bir lütfu olmalı
ay ve yıldızlar geceye
yıldızlara bakabiliyor mudur Gazze'de bir çocuk sorusu
düştü zihnime
şığınakları gökyüzüyle donatın
korkmasın çocuklar ve büyükler.
İmren Tüzün
Antalya, 25 Ekim 2023

23 Ağustos 2023 Çarşamba


Saint Petersburg Günlükleri


                                  Kız kardeşim Sıdıka’nın anısına…


Saint Petersburg, 03 Temmuz 2003


Geldiğim günden beri bir defter alıp yazmak istiyorum. Ancak, doğru dürüst günce defteri bulmak mümkün olmadı. En sonunda Berlitz’in bir okul defterini almaya karar verdim. Biraz soluk almak için oturduğum “Yakitoriya” adlı Restaurant’ta, - ki burası Japon yemekleri yapıyor-, bu satırları yazmaya başlıyorum. 


Burada her şey Rusça olduğu için, nereye girdiğini  ve orasının ne olabileceğini ancak içeri girerek öğrenebiliyorsun. Bazen yabancı dil bilmen bile bir şey ifade etmiyor. Neyse ki büyük Restaurant  ya da kaldığımız otelde İngilizce konuşan insanlar var. Burada kimin iyi, kimin kötü, kimin yardım edebileceğini kestirmek zor. Yüzler, sanki birbirinin aynı. Tek başına dolaşabilirsin, pek problem görünmüyor. Ancak yabancı olduğunu daha çok duyumsuyorsun. O görkemli yapıların ardında tekinsizlik hissine kapılıveriyor insan. Apartmanların içine giren kapısız aralıklardan gözüme çöp yığınları ilişiyor. Fakat caddeler temiz, her şeyde, her yerde bir tadilattır sürüp  gidiyor. 


Saint Petersburg, Grand Hotel Europe, 04.07.2003


Bugün Nevski Prospekt Caddesi boyunca yürüdüm. Radisson Hotel’den Viladimirskaya Caddesi’ne saptım. Elimde şehir haritası olmasına karşın,  Dostoyevski Müzesini bulmak için, bir iki kişiye sormak zorunda kaldım. Dostoyevski Müzesi’ni sorduğum genç kızlar hemen biraz ilerilerinde olmasına karşın, nerede olduğunu bilmiyorlardı. Kendi hislerime dayanarak, önünde turist grubu bulunan, tam köşedeki mütevazi apartmanın kapını biraz da iterek içeri girdim. Hermitage ve National Museum’a göre buraya pek gelen yok gibi. Giriş ücreti de ucuz sayılır. Çantamı vestiyere teslim edip, müzeyi görmek için birinci kata çıktım. Müze oldukça sakindi, küçük bir Alman gruptan başka pek kimse yoktu, rehber Almanca olarak Dostoyevski üzerine bilgi veriyordu. Müze, Dostoyevski’nin son oturduğu evde bulunuyordu. Giriş’te Dostoyevski’nin özel eşyaları, şapka ve şemsiyeleriyle, bir baston sergilenmişti. Dostoyevski’nin çalışma odası, oturma odasının solunda bulunuyordu. İçeride iki küçük kütüphane, çalışma masası, masanın üzerinde yarım bir çay  bardağı,  yatmak için kanepe ve sandalye bulunuyordu. Dostoyevski geceleri çalışıyormuş, çalıştıktan sonra da odada bulunan kanepede yatıyor, iki battaniye kullanıyormuş. Çok samimi arkadaşlarının dışında, aile üyeleriyle bile fazla görüşmüyormuş. Oturma odasının sağında  yemek odası bulunuyordu. Masanın üzerinde çok şık fincanlar bir konuğu bekler gibi hazırlanmıştı. Mobilyalar da o devrin şık mobilyaları olmalıydı. Yemek odası Anna Grigorievna’nın odasına açılıyor, onun da çalışma masasının üzerinde notlar duruyordu. Oradan çocukların eğitim odasına geçiliyor. Karşı taraftaki büyük salonda Dostoyevski’nin kitapları, Saint Petersburg’un çeşitli litografileri, Avrupa’ya yaptığı gezilerde kaldığı kentlerden görünümler, Milano, Venedik, Londra, Dresden gibi. Dresden’de bir seneye yakın kalmış ve kızı orada doğmuş. Diğer büyük yazarların fotoğrafları  ve Dostoyevski’nin çeşitli fotoğrafçılar tarafından çekilmiş fotoğraflarını görmek mümkündü. 


Büyük yazar olmak, biraz da diğer dünya yazarlarıyla kurulan ilişkiler, yazarlar arası ilişkilere bağlı gibi geldi bana. Kendi ülkesinde kabul gördükten sonra, kitapları diğer dillere çevrilmeye başlamış. Kullandığı eşyalar, kalemler, notları, her şeyinin korunmuş olması  çok güzel ve anlamlı. Yine de Müze Dostoyevski’nin dünyadaki ününe karşın oldukça mütevazi kalıyor.  Alt katta bulunan iki sergi odası, çağdaş sanatçılara açıkmış. Bir bölümde Rusya’daki değişen insan tiplerini anlatan, stilize edilmiş  küçük figürlerden oluşuyordu. İkincisi ise Los Angeles ve St. Petersburg’un kardeş şehir ilişkileri komitesi tarafından sponsorluğu yapılan bir fotoğraf sergisiydi. Christopher N. Harrington adlı fotoğrafçı, St. Petersburg’da sanatçılara esin bölgesi olmuş, Kolomno’da kalmış ve o bölgedeki, gerek insan, gerekse şehirden fotoğraflar çekerek oluşturmuş bu sergiyi. Fotoğraflar siyah-beyazdı. Çok iyi çerçevelenmiş düzgün bir sergiydi. Ayrıca iki ekranda video gösterimi yapılıyordu. Bölge insanını yansıtan video yapmış, videodaki görüntüler daha çok underground insanları yansıtıyordu. Oturmak için kafesi yoktu Müze’nin.  İç mekanda fotoğraf çekmek yasak olduğu için, ziyaretin sonunda  Müze’nin dışından birkaç fotoğraf çektim. 


Müze’nin yanındaki caddenin sağında yaşlı kadınlar,  taze marul, soğan, mantar (büyük yabani mantarlara benziyorlardı) ve çiçek satıyorlardı. Onların fotoğraflarını çekmek istedim, sonradan rahatsız olabileceklerini düşündüm.  Yaşlı kadınlar, çoğunlukla kilolu,- aşırı olmasa bile-, kısa boylular. 


Dış görünüşü sağlam binaların içi,  çok da iyi bir izlenim olmayacağını hissettiriyordu. Müze’nin bulunduğu caddede yenileme çalışmaları sürüyordu. Binalar da aynı şekilde. Müze’nin hemen karşısında kapalı halk pazarı vardı. Sebzeler oldukça taze görünüyordu, ancak pek temiz değildi. Bu halk pazarında  daha çok kadınlar çalışıyordu. Saint Petersburg’da kadınları her türlü işte çalışırken görmek mümkün, özellikle inşaat işinde görmek beni şaşırttı. Bizde inşaat işçiliğinde kadın görmek mümkün değildir neredeyse. Hermitage ve State National Museum’da her odada orta yaşlı ve yaşlı kadın görmek mümkün. Çalışan olarak gençler daha çok satış bölümündeler. Eğer bir karşılaştırma yapmak gerekirse, kasabalarda ve şehirde (çalışan kadınlar hariç) kadınların buradaki kadar gelecek kaygısı taşıdığını sanmıyorum. Otelle ilgili izlediğim bir dökümantasyonda, özellikle hemşirelerin bu otelde temizlik ve servis işlerinde çalıştıklarını öğrendim. Eğer hemşire olarak bir hastanede çalışırlarsa on dolar kazanabileceklerini, bu otelde ise iki yüz dolar kazandıklarını anlatıyorlardır ve bundan da memnundular. 


Müze dönüşünde çok şık kalem, cüzdan ve çantaların satıldığı bir dükkana girdim. Param olsaydı o güzel dolma kalemlerden almak isterdim. İki yüz Ruble’ye sadece “Parker Writing Ink” alabildim.  Kafeye benzeyen bir kapıyı açtığımda oturulabilecek bir kafe olduğunu gördüm. Küçük tatlı bir şeyle, kapuçino aldım. Burada içtiğim en iyi kapuçino olduğunu söyleyebilirim. Bir müzeyi daha gezmenin yorgunluğuyla otele döndüm.


04 Temmuz 2003 Grand Hotel Europe


Yurt dışına yaptığım gezileri yazmak hoşuma gidiyor. Özel bir defter almak isterim gittiğim ülkeden. Rusya’da, yani St. Petersburg’da olmadı böyle özel bir defter bulmak mümkün olmadı. Daha çok yabancı kaynaklı defterler var. En uygunu bu almış olduğum Berlitz defteri oldu. 


Bu gezi nasıl organize oldu? Kendimi yorgun hissettiğim bir dönemde Sıdıka, 300.cü kuruluş yıldönümü nedeniyle büyük şirketlerin toplantılarını, kente destek olmak için Saint Petersburg’a  kaydırdıkları için iş gezisine gideceğini, gelmek istersem yardımcı olacağını söyledi. Bunun üzerine önce Ahmet Tüzün’le konuştum. Ahmet de, istiyorsam gidebileceğimi, yardımcı olacağını söyledi. Böyle bir gezinin gerektirdiği parayı benim karşılamam mümkün değildi. Ahmet’in bütçesini harcamaları bildiğim için zorlamak istemiyordum. Otelin ücreti, Sıdıka’nın çalıştığı şirket tarafından ödenecekti. Benim için, sadece az miktarda fiyat farkı olacağını söylemişti Sıdıka. Ahmet’le konuştuktan sonra pasaport, fotoğraf ve Ansan’dan aldığım yazıyı Sıdıka’ya gönderdim. O sırada Ahmet Tüzün bir toplantı için İstanbul’a gidiyordu. Vize alınabilmesi için bu dökümanların yeterli olacağını söyledi Sıdıka. Ankara ve Kapadokya turu yaptığımız esnada vizenin alındığını öğrendim. 

 

29 Haziran 2003 Pazar günü, saat 10:00 uçağıyla İstanbul’a geldim. Havaalanından Sıdıka aldı beni. Eve ulaştıktan sonra balkonda kahvaltı yaptık. Çiçekler balkonu bahçeye döndürmüştü.  Kahvaltıdan sonra başladığı çalışmayı akşam saat 19:00’a kadar zor tamamladı. Kaydettiği CD’yi işyerine götürüp basması gerekiyordu. İlk defa çalıştığı  işyeri Gillette’ye gidiyordum, güvenlikten izin alarak ben de çıktım. 19. Katta, küçük bölümlere ayrılmış bir işyeriydi. Sıdıka’nın odası ve masası pencere kenarındaydı. Penceresinden boğaz görülebiliyordu, tam olmasa bile. Yine de kafasını kaldırdığında dışarıyı görmesi güzel olmalıydı. Sıdıka mümkün olduğu kadar hızlı basımını yaptı. Benim ayakkabı almam gerekiyordu, ancak zaman kalmamıştı. Neyse ki çarşı mağazaları henüz kapanmamıştı. Aceleyle yazlık, kapalı  bir ayakkabı seçmek için, Sıdıka ve ben araştırma yaptık. Ayaklarımda biraz şişkinlik olduğu için, karar verdiğim ayakkabının beni rahat ettirip ettirmeyeceğinden emin değildim.  Yine de siyah bir ayakkabıyı aceleyle  alıp çıktık. Saat 22:00’ye gelmesine karşın henüz yemek yememiştik. Sıdıka dolaptaki çupra balığı çıkartmıştı gitmeden. Gelince aceleyle fırında balığı pişirirken ben de salatayı hazırladım. Yemekten sonra eşyaları tekrar çek edip, yattık. 


Saat 06:00’da kalktık, aceleyle giyindik, Sıdıka benden önce çıkıp taksi ayarladı. Geriye gelip, bütün eşyaları alarak taksiye taşıdık. İstanbul dış hatlardan uzun süre sonra uçacaktım. Gerçekten kalabalık bir ortam vardı. Biletin check-in yapılması zaman aldı. Check-inden sonra  hemen pasaport kontrolüne, oradan da uçağa alındık. İstanbul - Moskova uçağı epey doluydu. Bizim yanımızda ayakkabıcılık işiyle uğraşan bir bey oturdu, ayakkabı fuarına gidiyormuş. Bilet check-in’i yapılırken sadece benim bavulumu bagaj olarak vermiştik. Türk Hava Yolları görevlisi, bagajın İstanbul - Moskova - St. Petersburg olacak şekilde check-in yapacağını, bavulun direkt olarak St. Petersburg’a gideceğini söylemişti. Yolculuğun başında uçuşun iki saat kırk dakika süreceği anons edildi. Yolculuğun başlangıcında verilen kahvaltıda omlet dahil güzel bir seçenek sunulmuştu. İki buçuk saat nasıl geçti anlayamadık. Moskova’ya inerken her taraf yeşillik içinde görünüyordu. Uçaktan inip Moskova Havaalanı’na ayak bastığımızda, ortamın çok eski bir sistem olduğunu görebilmek mümkündü. Pasaport kontrolünden önce bir belge doldurduk. Pasaport  kontrol sırasını beklerken havaalanı binasının, ihtiyacı karşılamaktan çok uzak, karanlık bir ortam olduğunu hissettim. Pasaport kontrolünden geçmek zor olmadı. Sıdıka’nın eşyaları yanımızdaydı, benim bavulumun da direkt St.Petersburg’a gideceğini düşünerek dışarı çıktık. İkinci uçağa indiğimiz havaalanından binemeyeceğimizi öğrendik. Sheremetyevo Havaalanı’na gitmek gerekiyordu. Taksiciler etrafımızı sarmıştı. Yalnız iki kadın görünce, mutlaka taksi alacağımızı düşündüler. Onlarla konuşmamamıza rağmen etrafımızı çevirdiler neredeyse. Sıdıka, İnformation bürosuna gidip transfer konusunu öğrenmek istemişti. Oradaki görevli kadın, uçağa geç kalacağımızı, bir an önce gitmemiz gerektiğini söylemiş Sıdıka’ya. Bunun üzerine taksi ile gitmeye karar verdik. Seksen Dolar’a götüreceklerini söylediler, adamlardan biri İngilizce konuşuyordu. Resmen bizi kafeslemiş gibi oldular. Sıdıka’nın eşyalarıyla taksiye bindik, taksiler eski tipti. Arkada ancak üç kişinin oturabileceği bir koltuk vardı. Şoförle yolcunun arasında camlı bölme bulunuyordu. Parayı ödeyip, makbuzu aldıktan sonra hareket ettik. Sheremetyevo Havaalanı kırk dakika sürmedi, en fazla yirmi dakikada aldı taksi. İki havaalanı arasında yol düzgündü, etrafı ise yeşillik, küçük orman gruplarından oluşuyordu, küçük ahşap evler dikkat çekiciydi. Havaalanı Departure bölümünün ilk girişinde güvenlik kontrolü yoktu. Havaalanından çok otobüs garına benziyordu. Dışarıda en fazla altı ya da yedi havayolu şirketinin küçük bilet ve danışma bölümleri bulunuyordu. Pasaport kontrol ve bilet kontrol çok sayıda küçük kapıdan, yolcular tek tek alınarak yapılıyordu. Sıraya girip pasaport ve bilet kontrolü yaptırdıktan sonra, bilet check-in bölümüne geldik. Biletler check-in yapılmıştı, benim bavulun bağlantısının yapılmasının mümkün olmadığını öğrendik orada. Çok az İngilizce bilen kadın, farklı havaalanından uçtuğumuzu, bu nedenle  geldiğimiz havaalanına gidip bavulu kendimizin almak zorunda olduğumuzu bildirdi. Bunu söylerken hiç de nazik değillerdi. Eğer uçağı kaçırırsak, bir sonraki uçakla gidebileceğimizi söyleyip, bu uçağa yaptıkları check-ini iptal ettiler. İtirazlarımız sonucu, geldiğimiz uluslararası havalanına gidebileceğimiz bir araç ayarladılar. Bir otelin, Novotel’in servis aracıydı bu. Biz de sanıyorduk ki bu araba bizi getirip, geriye götürecekti. İlk indiğimiz havaalanına ulaştığımızda, şoför sadece geliş olarak yardımcı olduklarını belirtti nazikçe. 


Sıdıka’nın eşyalarını yüklenip, çeşitli bölümlerden geçerek, Türk Hava Yolları’nın altıncı kattaki ofisine ulaştık. Orada çalışan Türk Hava Yolları görevlisine durumu anlattık. İstanbul’daki arkadaşının hata yaptığını belirtti. Taksi konusundaysa, İstanbul’dan geliyorsunuz nasıl böyle bir hata yaparsınız şeklinde oldu tepkisi.  Bizi sadece görevlilerin geçebildiği bölüme götürdü. Sıdıka dışarıda kaldı. Ben görevli bey ile bavulların bulunduğu bölüme geçtim. Bavulum orada duruyordu. Rusça olarak durumu anlattı görevli. Bavulu tam alıp çıkıyorduk ki polisler durdurdu ve para istediler. THY görevlisi bir yanlışlık sonucu bavulun alınmadığını anlattı sanıyorum. Para almadan geçmemize izin verdiler. Transfer Bölümü’ne gittik hep birlikte. Sheremetyevo’ya ilk gidecek transfer arabasını beklememizi söyledi THY görevlisi. Transit bölmesinin önünde bizi bırakıp ayrıldı. Elinden geldiğince yardımcı oldu. 


Rus görevli transit yolcuları otobüse yönlendirdi, epey eşyaları vardı yolcuların. Bagaja koyamadık bizim eşyaları, zorla otobüse çıkardık. Sheremetyevo’ya döndük tekrar. Direkt pasaport kontrolüne gittik. Ancak görevli uçağımızı kaçırdığımız gerekçesiyle bizi içeri almadı, Aeroflot bürosuna gitmemizi önerdi. Eşyalarımızı toplayıp Aeroflot gişesinin önüne geldik. İki görevli harıl  harıl bilet sayıyor, bizimle ilgilenmiyorlardı. Sıdıka pat pat şaltere vurunca, yan bölümden bir kadın gelip, İngilizce olarak vurmayın, dedi. Biletlere baktılar, saat 19:00’daki uçak için pasaport kontrole gitmemizi söyledi. Sıraya girip, tekrar içeri girmek istediğimizde polis yine  almadı bizi. Ne İngilizce ne de Almanca konuşuyor, sadece Aeroflot gişesini gösteriyordu. Bir de Polis kimlik kartını gösterip benden iyi mi bileceksiniz konumuna soktu bizi. Sıdıka’nın iyice sinirleri bozuldu. Akşam yemeğini kaçıracağı için, bir de bu duyarsızlık onun ve benim sinirlerimizi bozdu. Tekrar Aeroflot gişesine gittiğimizde yer yok cevabını alınca, Sıdıka başladı gişe deskini vurmaya, bir yandan da ağlamaya. Vurmamasını öneriyordum, çünkü Rusların beklenmedik bir davranışıyla karşılaşmak beni korkutuyordu. Orta yaşlı bir kadın gelip, bize diğer gişeye gelmemizi söyledi. Almanca konuşuyordu. “Sakin olun, bekleyin, burada kalan olmaz.”, diyordu. Sıdıka ağlarken, ağlamamak için zor tuttum kendimi. Onu yatıştırmaya çalışıyor, bir yandan da kadına durumu bir kez izah ediyordum. En sonunda 19:00 uçağı için stickerladılar biletleri. Saat 18:30’a kadar dışarıda beklememizi, sonra da uçağın durumunu beklememizi önerdi. Bu kadının Rus olduğunu zannetmiyordum, büyük ihtimalle Özbekti. Saat 18:00’e kadar Aeroflot gişesinin önünden ayrılmadık. Gözlerinin önünden kaybolmak istemiyorduk neredeyse. Saat 18:00’de yeniden pasaport kontrolüne gittik, bizi içeri aldılar nihayet. Bu sefer de uçağın durumunun belli olmasını beklememiz gerekiyordu. Kontuar görevlisinin gözünün içine bakıyorduk. Bize yardımcı olan kadın görevli, yeniden gelip kontuar görevlisine bir şeyler söyledi. Ben de; “Entschuldigung, wir warten hier.”,dedim. “ Warten sie bitte!”, dedi ve gitti. En sonunda biletimizi check-in yaptılar. Bavullardan ikisini verdik yine bagaj olarak. Uçacağımız kesinleşince, bir oh çekebildik. Kontuarların yan bölümünden uçağa binmek üzere otobüse alındık. Rus uçaklarının yolcu kapısı ortadaydı. İlk kez görüyordum ortada kapısı olan ve yolcu alınan uçağı. Sanıyorum ön kapıdan Business yolcuları alınıyordu. Uçak çok rahat bir şekilde kalkış yaptı. Yanımızda Çinli ya da Japon bir kadın oturuyordu. THY uçağında aldığımız kahvaltıdan sonra bir şey yememiştik. Açlıktan bayılmak üzereydik, uçağın kalkışından bir süre sonra çay ve küçük şekerli, marmelatlı bir şey ikram ettiler. Yolculuk bir saat sürdü, uçağın inişi de çok iyi oldu, nasıl indiğimizi anlamadık. St. Petersburg iç hatlar yolcu çıkışı oldukça küçüktü. Bavulların verildiği bölüm aynıydı. Yine iki kadını görünce taksiciler; “taxi”, taxi”, diyerek başımıza  üşüştüler. Bu sefer, Moskova Havaalanı’ndaki deneyimden sonra onlarla konuşmamanın doğru olacağını düşünerek hiç cevap vermedik. Sıdıka uçağı kaçırdığımızı iletemediği için otelden karşılamaya gelen olmamıştı. Mafya tipi taksicilere aldırmadan havalanının resmi taksilerine yöneldik. Otuz beş dolara götürebileceğini söylemişti Taksici. Fakat Sıdıka taksimetreyi açmasını istedi. 20-25 dakika süren yolculuğumuz esnasında etrafın hep yeşillik ve küçük ormanlarla kaplı olduğunu gördük. Şehir içine geldiğimizde taksici bize önemli binaları gösteriyordu el işaretiyle. 


Taksici yabancı dil konuşmuyordu hiç, ancak dürüst birisine benziyordu. Otelin önüne geldiğimizi anlayamadık, etrafa bakınmaktan. 35 dolar 5 dolar da şehir vergisiyle 40 Dolar ödedik. Otel görevlileri hemen çanta ve bavulları alıp taşıyıcıya koydular. Otele giriş işlemlerini yaptırdık önce. Pasaportla iki bin dolar bıraktı Sıdıka. 


Sıdıka’ya geciktiği için yemeğin yenileceği Restaurant’ın adresi ve adı bırakılmış not olarak. Geç kalmış olsa da Sıdıka yemeğe katılmak istiyordu. Üçüncü katta 306 nolu odayı vermişlerdi bize. Odaya çıktıktan sonra alel acele üstünü değiştirip yemeğin yapıldığı Restaurant’a gitti Sıdıka. Biraz dinlendikten sonra, otelde bulunan İtalyan Lokantasında Rissotto yemeye karar verdim. 


Gelmeden önce Sıdıka şık bir otelde kalacağımızı söylemişti telefonda bana. Ancak böylesine şık ve geçmişi olan bir otelde kalacağımızı otele adım atar atmaz öğrenecektim.  


Grand Hotel Europe 125 yıllık görmüş geçirmiş, dünyanın en ünlü politikacıları, yazarları ve şairlerini ağırlamış, 2. Dünya Savaşı sırasında Hastane olarak kullanılmış. Kaldığımız odada iki ayrı yatak, iki koltuk, çalışma masası, iki ayrı dolap, elbise ve eşyaların konabileceği çok şık bir banyo, mümkün olduğu kadar fazla ayna, yerde döşenmiş halı, telefonu, minibarı bulunmaktaydı. Sanıyorum standart bir odaydı. Aydınlatması çok iyiydi, Yatak başuçlarında aydınlatma ve okuma lambaları ve diğer aydınlatmalarla odanın içi pırıl pırıl oluyordu. Yola, aynı zamanda Filarmoni Orkestrası binasına bakıyordu oda. Otele ulaştığımızda akşam saat dokuz olmasına karşın henüz ortalık kararmamıştı. Üzerimi değiştirip, İtalyan Lokantası’na gittim. Çok fazla insan yoktu, insanı rahat ettiren atmosferi ilgi çekiciydi. Cam bölmelerle ayrılmış, iki kişilik bölüme geçtim. Vejeteryan Spagetti ile bir bardak kırmızı şarap ısmarladım. Önden küçük, sıcak ekmeklerle tereyağı getirdiler. Ardından vejeteryan spagetti ve şarap, yorucu yolculuğun üzerine iyi geldi. Kapuçino içerken,  Sıdıka geldi, Hindistan’dan gelen iş arkadaşı Samir’le birlikte. Yemeğin sonuna ulaşmış, pek fazla bir şey yemeden kalkmıştı. Hesabı dolar olarak ödedim. Bir akşam yemeği otuz bir dolar tuttu. Ruble olarak verdiler paranın üstünü. Neredeyse iki kişilik yemek ücreti ödemiştim. Yemekten sonra odaya çıktık. Duş alıp hemen yattık, öylesine yorucu bir gün geçirmiştik ki, ayakta duracak halimiz yoktu. 


01 Temmuz 2003 Salı günü Sıdıka’nın toplantısı başlıyordu. O nedenle erken kalkmıştı. Uyandığım halde kalkamamıştım. Neredeyse bütün gün yatakta kalacak gibi hissediyordum kendimi.  Kahvaltıyı kaçırmak istemediğim istemediğim için kendime telkin ederek kalktım, duş aldım ve saat 10:00 gibi kahvaltı salonuna ulaştım. Kahvaltı için öylesine çok yiyecek vardı ki, nereden başlayacağımı bilemedim. Bir anda elim ayağıma dolaştı sanki. Daha önce açık büfe kahvaltı görmüştüm ve yemiştim otellerde. Buradaki müşteri kapasitesi aristokrat, zengin bir hava taşıyordu. Bu da benim ayağımın daha çok dolanmasına sebep oldu. Bir de bana yer gösterilmediği için biraz da bilerek – bilmeyerek altı kişilik yuvarlak masaya oturdum tek başına. Herkes bana bakıyor gibi geldi. Yine de içimden keyfini sür diyordum. Peynir çeşitlerinden sonra balığından aldım öncelikle. Standart bir kahvaltı alışkanlığım olduğu için, karışık yemek rahatsız eder beni genelde. Ekmek çeşitlerinden kruvasan, reçel alıp masaya oturdum. Görevliden çay istedim. Şık bir kahvaltı salonunda, tek başına kahvaltı etmenin zevkine varmaya çalıştım. Kahvaltıdan sonra kahve aldım, küçük kek parçasıyla yedim. Kek öylesine tazeydi ki kil gibi ağızda eriyordu. 


Kahvaltıdan sonra müşteri ilişkilerine başvurup  müzelere nasıl gidebileceğimi sordum. Orta boylu, sarışın, oldukça iyi İngilizce konuşan müşteri ilişkileri sorumlusu, şehir haritası üzerinde Hermitage ve State National Museum’un yerini gösterdi. State National Museum’un Salı günleri kapalı olduğunu, Hermitage’a yürüyerek ulaşabileceğimi söyledi. Petersburg’da “Nevsky Prospekt”in kentin ana caddesi olduğunu, tüm bağlantıların bu caddeye çıktığını söyledi. Onunla konuşmam rahatlattı beni.Tek başına rahatlıkla gezebileceğim güvenini verdi bana. Pasaportların Sıdıka’da olduğunu düşünerek toplantının öğle yemeği molası vermesini bekledim. Otelin birinci katında üç-dört tane  toplantı odası olduğu anlaşılıyordu. Toplantı odalarının bulunduğu bölümün holünde içeriye  servis yapılması ya da toplantıdakilerin bir şeyler alıp içebilmeleri için çay, kahve ve meyve suyu, bisküvi çeşitleri bulunduruyorlardı. Toplantıya ara verildiğinde, pasaportların  Sıdıka’da değil, resepsiyonda olduğunu öğrendim. Resepsiyon, şehirde pasaportsuz dolaşılabileceğini, pasaportların resepsiyonda kalabileceğini söylemişler. Bir saat zaman kaybetmiş oldum sonuçta.



Nevsky Prospekt  Caddesi’nde yürürken, birden ilginç tarihi bir yapıyı farkedince, sağa sapıp büyük kapının altından geçtiğimde uzun bir kuyruk olduğunu gördüm. Hemen kuyruğa girdim, kuyruğun nerede başladığı konusunda  bilgim yoktu. Hermitage binasının önünden hemen içeriye girilebileceğini düşünüp, bu kuyruk yarım saatte biter diyordum içimden.  Öylesine yavaş ilerliyordu ki kuyruk, Hermitage’in  kapısına geldiğimizde, iç bahçedeki kuyruğu görünce afalladım, kuyruktan çıkıp çıkmamakta kararsızlık geçirdim bir süre. Sonra da madem bu kadar bekledin, artık sonlandır bu işi dedim kendime. Neredeyse bir saat geçmişti Hermitage’in giriş kapısına yaklaştığımızda. Tuvalet ihtiyacı duyuyordum. Kuyruktan çıkıp nerede tuvalete gidileceği konusunda bilgim yoktu. Beklemekten sıkılanlar, köşeye gizlenmiş kafe gibi bir yerden  bir şeyler alıyorlardı, yemek ve  içmek için. Tuvalet var mı diye sorduğumda, seyyar tuvaletlerin ücretli olduğunu söylediler. 


Hermitage’in kapısından içeri girerken, kuyruk hâlâ Hermitage’in dış kapısına kadar devam ediyordu. İçeri girdikten sonra, bu sefer de bilet kuyruğuna girdik. Ruslar ve Rusya’da çalışanların ibraz etmeleri koşuluyla 15 Ruble, yabancılar için ise 320 Ruble olduğunu öğreniyordum gişenin camına yapıştırılan yazıdan. Bileti aldıktan sonra çantaların teslim edilebileceğini  öğrendim, cüzdan ve fotoğraf makinasını alıp, bilet kontrolünden geçtikten sonra kendimi  çok yorgun hissettim, aynı zamanda acıkmıştım da. Hermitage’i gezmeye başlamadan güç kazanmak için, kapuçino ve poğaçaya benzer bir şey aldım, beni rahatlattı biraz onları yemem.  Hermitage Müzesi aynı zamanda  imparatorluk zamanında ““winter palace” “Kış Sarayı” olarak kullanılıyormuş. Giriş kapısına ulaşmak için epey merdiven çıkmak gerekiyordu. İlk bölümlerde, St. Petersburg’un kurucusu Peter I’in  ve İmparatoriçe Caterina’nın fotoğraflarının bulunduğu büyük bir salondan girdim. Aslında Türkiye’de  St.Petersburg üzerine bir kitap bulamamam nedeniyle, her şeyini biraz da tesadüfi olarak ya da plansız olarak gezmenin sıkıntısını duyuyordum. Dünyanın en büyük müzesi Hermitage’i ilk gün biraz el yordamıyla  gezecektim. Gerçi bölümleri gösteren küçük şiltler vardı ama o duygumu yenmeye yetmiyordu tabii. Müze, gerek obje açısından, özellikle de mobilyalar, porselenler açısından zengin olduğunu duyumsatıyordu daha ilk girişte. Müzenin temel eserlerini 14. yüzyıl başlangıcından 18, yüzyılın sonuna uzanan zengin resim koleksiyonu oluşturuyordu. Özellikle İtalyan resim sanatına Rönesans döneminin eserleri de dahil, İspanyol, Flemish (Flaman) ve Alman sanatına ait resimler kaplamıştı  her yeri. Bu bölüme geçmeden Rus sanatçılara ait, dönemin soylularına ait resimlerinin bulunduğu bölüm ilgi çekiciydi. Özellikle iki katlı kütüphane kitaplarla doluydu, etkiledi beni. İtalya’da gördüğüm büyük haritaların yerine, burada mermerden yapılmış devasa ayaklı tabaklar ilgi çekiciydi. İnsan boyundan yüksek, oval tabak  etrafında  rehberler turist gruplarına bilgi veriyordu. Bir müzeyi rehberle geziyorsanız, rehberin göstereceği  önemli parçaları görebilirsiniz sadece. Diğer değerlere  bakmak için vakit bırakmıyor, rehber başka önemli bir yapıtın önüne sürüklüyordu turistleri. Otelden bana üç saatte gezilebileceğini söylemişlerdi Hermitage’in. Rehberle bunun olanaklı olduğunu gözlemledim.  Ancak gerçekten o müzeyi gezdim demek olur mu,  bilmiyorum. Benim için başını gözünü yararak, bireysel dolaşmak daha önemli. 



İlk durağım, İtalyan resimlerinin bulunduğu bölümdü. Gerçekten devasa resimler vardı. Flippino Lippi, Leonardo da Vinci, Raphael, Veronese, Titian Caravaggio gibi ressamların eserleri sergileniyordu. Alman ressam Bruegel’in eserlerine ayrı bir yer ayrılmıştı. Hermitage’de, üç yüzüncü yıl kutlamaları  nedeniyle  özel sergiler görmek mümkündü. Nicolas de Satael’in eserleri sergileniyordu. Nicolas de Satael’in bizde bir kataloğu var. Bu nedenle onun eserlerini az buçuk biliyordum. Ancak eserlerinin aslını görmek çok güzeldi. Nicolas de Satael’in soyutlanmış peyzaj çalışmaları  ve still life eserleri vardı sergide. Yalın renkleri, yer yer kalın boya tabakalarını görmek mümkündü. Maviler ve yer yer kırmızılar oldukça etkiledi beni.


İkinci özel sergi Cobra Grubu’na aitti. Büyük bir koridor boyunca sergilenmişti resimler. Çoğu tuval üzerineydi çalışmaların, yer yer kağıt üzerine guaj çalışmalar da  sergilenmişti. Burada beni en çok etkileyen Karel Appel adlı sanatçının eserleriydi. Büyük boyutlu, dışavurumcu üsluptaki resimlerde renkler, renklerin kullanılışı oldukça etkileyiciydi. 


Müze’nin kapanış saati yaklaşmaktaydı, o nedenle ikinci kattaki 20. yüzyıl Fransız ressamları sergisine bakmak istiyordum. Bu bölümde gerçekten 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı önemli Fransız ressamların eserleri bulunuyordu. Matisse; “Benim önemli eserlerim Rusya’dadır.”, demiş, sanıyorum doğru. İlk bölümde daha çok empresyonistlerin eserleri sergileniyordu. Monet, Renoir, Sisley, Monet, Degas’yı sayabiliriz. Modern resmin çıkışının babası sayılan Cezanne’nın önemli eserleri vardı. Rousseau, Seurat, Bonnard, Derain’in eserlerini görmek mümkündü. Van Gogh ve Gaugen’in de eserleri bulunmaktaydı. Matisse’e özel bir oda ayrılmıştı. Özellikle,  “The Dance”adlı kataloglarda gördüğüm eserinin boyutlarının bu kadar büyük olabileceğini hiç düşünmemiştim.  “The Red Room” ve “Conversation” adlı resimleri de oradaydı. 


Benim, burada resimleri ve sanatçıları büyük yapan nedir sorusu kafamı kurcalıyordu. Matisse’in “The Dance “ eserindeki  renklere ve fırçanın kullanılışına  baktığımda o kadar büyük ustalık ve kıvraklık göremiyordun, özellikle de espasta. Figürlerdeki kontürler ise çok iyiydi. En önemlisi yalınlık sanıyorum. Gaugen’nin eserleri de oldukça iyi boyanmıştı. Bana kalırsa, Gaugen pembe rengi çok iyi elde etmişti. Kırmızıyla, flesh tint’in karışımından elde edilmiş renkler gibiydi. Gözlemlendiğinde çoğunluğu iyi tuval bezleri kullanmış denilebilir. Ben burada ilk defa Van Dongen adlı sanatçının eserleriyle karşılaştım. Özellikle, “ Women in a Black Hat.” ve “Dancer” adlı eserlerini çok beğendim. “Women in a Black Hat” Hermitage’daki masterpiecelerdenmiş. Matisse’den sonra bir bölüm de Picasso’ya ayrılmıştı. “Guitar and Violin” adlı eseri ilgi çekiciydi. Picasso Müzesi’ni gördüğüm için, orada bulunanlara iyi eserleri diyemiyorum. Kandinsky’nin eserleri ise biraz arka tarafta sergilenmişti. Hatırladığım kadarıyla, bir tane de Jawlensky  ve Chagall resmi vardı. Müzenin kapanış saati geldiği için, daha fazla gezmemize izin vermediler. Hermitage ile ilgili bir kitap alıp, aşağı kata indim, çantamı aldıktan sonra Hermitage’in arka çıkış kapısından dışarı attım kendimi. Zihnim binlerce resimle doldu sanki. Dış kapı Neva ırmağına açılıyordu. Bir anda doğayı algılamakta güçlük çektim.  Arkadan dolanarak Hermitage’in önündeki büyük meydanda fotoğraf çektim. O insan kalabalığı çekilmiş, meydan şehre doğru giden insanlar vardı. Hermitage’in etrafında seyyar kafelerde, insanlar Hermitage’in yorgunluğunu çıkarıp bir şeyler yiyip içiyorlardı. Otele dönüş yolunda iki kitapçıya girdim, büyük kitabevleriydi. Geziyi yazmak için defter arıyordum. Petersburg kırtasiye açısından zayıftı sanırım, kitap açısından aynı şeyi söylemek mümkün değil.Bölüm bölüm tasarlanmış zengin kitabevleriydi. Otele döndüğümde Sıdıka yemeğe gidiyordu. Yorgunluktan hemen odaya attım kendimi. Bir süre dinlendikten sonra yine İtalya Restaurant’a gitmeye karar verdim. Hem yalnızlıktan hem de yorgunluktan dışarı çıkıp yemek için bir yer arayacak halim yoktu. 


İtalyan Restaurant biraz daha kalabalıktı düne göre. Günün çorbası, Spagetti Peperoncini ve dondurmadan oluşan yemeğimi sakinlik içinde yedim. Garsonlar yalnız olduğumu görünce ,-ki hepsi kadındı-, ara sıra gelip hoşnut muyum değil miyim diye sordular. Yemek beni dinlendirmişti. Yemekten sonra odaya çıktım, öylesine yorgundum ki hemen uyumak istiyordum. Bir süre sonra Sıdıka geldi, çalışması gerekiyordu. Sanıyorum 01:00’e kadar çalıştı. Ben yorgunluktan olsa gerek aşırı horluyormuşum. Bu durum Sıdıka’nın uyumasını engelledi ve beni de sık sık uyarması gerekti. Yön değiştirmeme rağmen yine de horluyordum, elimde değildi. Sıdıka kötü bir gece geçirdi, pek uyuyamadı. Bir yandan da toplantıların stresi yorgunluk sarmıştı onu. 


Saat 08:00 gibi odadan ayrıldı, kalkamıyordum yorgunluktan. Kendi kendimi telkin ederek kahvaltıya yetiştim. Kahvaltıda  görevli bir bayan bana tek kişilik yer gösterdi.  Kahvaltı salonunda çok az kişi kalmıştı. Değişik tatlar keşfetmek için farklı yiyecekler seçtim. Yoğurtlu meyve,  sosis, patates gibi. Kahvaltıdan sonra odaya çıkıp, Sıdıka’ya  not bıraktım. Bugünü de Hermitage’de geçireceğim.” diye.  Zaman kaybetmeden Hermitage’in yoluna koyuldum. Yolda yine aynı şekilde bir kuyrukla ve beklemek zorunda kalacağım  endişesiyle adımlarımı sıkılaştırıyordum. Hermitage’in önünde kuyruk görünmüyordu. Bahçesinde on on beş dakika beklemeyi gerektirecek kadar bir kalabalık  görünüyordu, tekrar sıraya girdim. Bugün biraz daha bilinçli dolaşacaktım. Bir gün önce aldığım Hermitage kataloğundan nereleri gezeceğime karar vermiştim. Tekrar 320 Ruble verip bilet aldım, çantayı teslim ettim. Yanıma küçük para çantamı, fotoğraf makinasını, bir de Hermitage kataloğunu aldım. Önce bir güç toplamak için, bir şeyler içtim, yemek için erkendi. 


Zemin kattaki Mısır Bölümü’nden başladım. British Museum’da ki kadar olmasa da  Ruslar da epey tarihi eser taşımışlardı. Mısır’dan ahşap sandukalar, taşlar, kullanım eşyaları, yazılar, bu bölümde İngilizce açıklama pek yoktu. Mısır kısmından sonra, Roma ve Grek dönemine ait heykellerin sergilendiği bölüme geliniyordu. Burada heykeller, çok da hoşuma gitmedi benim. Antalya Müzesi’nde, orada bulunan heykellerden daha etkileyici heykeller var. Anforalar, testiler çeşitli kullanım eşyaları,- seramik, bakır-, küçük heykeller dikkat çekiciydi. Burada fotoğraf çekilebiliyordu. Beğendiğim heykellerden bir kaç fotoğraf çektim. Zemin kattaki eski çağa  ait bir bölüm belirli günlerde açıldığı için, orayı görmek mümkün olmadı. 


Birinci katta Rembrandt bölümüne baktım tekrar. Rembrandt’ın eşi Saskia’yı konu alan resmi oldukça ilgi çekiciydi. Bu resim bir saldırıya uğramış, olduğu gibi sergilenmek istenmiş, ancak diğer müzelerin yardımıyla restore edilmiş. Çoğunlukla portreleri bulunuyordu, yaşlı kadın ve adam portreleri ilgimi çekenlerdendi. Bir de Peter I’in büyük bir resminin bulunduğu, o dönemin önemli kişilerini, özellikle erkek portreleri – portre salonu vardı. Duvarlar dolusu sayısız yağlıboya portre. Alt bölümde çeşitli gümüş ve pirinçten yapılmış yiyecek içecek kaplarının sergilendiği odada, ilginç silahlar da vardı. İmparatorluk arabası, ahşaptan yapılmış, pencereli, Lon Angeles- St. Petersburg Kardeş Şehir Derneği tarafından restore edilmiş. Çelik zırhlı binicilerin bulunduğu dört tane at dikkat çekiyordu. Atların üzeri de özellikle başları ve vücutları çelik kaplıydı. Bu çelik giysileri görünce, robotların yapılmasının çok da mucizevi olmadığı duygusuna kapıldım. Dış mekanizma öylesine robota benziyordu ki, robotu yapanların sadece iç mekanizmayı hareket kabiliyetini kazandırmaları gerektirmiştir sanıyorum. Aynı atlardan Venedik Şehir Müzesi’nde de gördüğümü anımsıyorum. Etnoğrafik giysilerin bulunduğu bölümde daha çok erkek dış ve iç giysileri bulunuyordu. İkinci kattaki 20. yüzyıl Fransız ressamlarını tekrar izledikten sonra, doğu bölümüne geçtim. Buradaki ahşap oyma masa ve sandalyeler gözümün önünde hâlâ.  Çeşitli toprak heykeller, resimler, mozaikler bulunuyordu bu bölümde. İkonaları da görmek mümkündü. Burada bulunan ikonayı öğrenciler kopya çalışıyorlardı ki,  etraflarına zarar vermek istemedikleri her hallerinden belliydi. Bir gün daha bitmek üzereydi. Sıdıka akşam baleye gideceklerini söylemişti.  Ben de istersem katılabilecektim.  O nedenle 17:30 gibi Hermitage’den ayrıldım. 


Peter I ve Kraliçe Catherina’nın giysilerini giymiş iki kişi turistlerle fotoğraf çektiriyorlar, karşılığında bir dolar alıyorlardı.  Üçüncü kişi de fotoğraf çekiyordu. İçimden geldi, ben de çektirdim bir fotoğraf, sıradan bir turist gibi. Otele ulaştığımda Sıdıka hazırlanıyordu. Baleye gidileceği için daha şık giyinilmesi gerektiğini söyledi.  Siyah pantolonumu, kolsuz beyaz gömleğimi giydim. Ancak kolumun renginin iki farklı renk olması, güneşten dolayı - koyu ve açık ten -  üzerime ceket giymemi gerektirdi. Kalın ceket beni biraz yakacak olsa da giydim. Epey resmi olmuştum. Resepsiyona indiğimizde grup bekliyordu. Glenn adlı kişi bana merhaba dedi. Otelden taksi pahalı olacağı için, caddeye çıkıp normal arabalar durdurularak binildi. Burada yolda seyahat etmekte olan arabalar da taksicilik yapabiliyormuş. Sıdıka, Glenn, ben ve Rus kadın aynı arabaya bindik. Grup toplu olarak oturmadı. Glenn, Sıdıka ve ben yan yana oturduk. Bale kitapçığını aldık. Bileti kendimiz almadığımız için  balenin temsil edildiği kurum ve seyredilecek bale hakkında oraya ulaştıktan sonra bilgi edinebildik. Burası, “The Mariinsky Theatre”ydi ve balenin adı da “La Sylphide” idi. 1 Saat 55 dakika sürecekti.  Burada alışık olmadığımız bir durum söz konusuydu. Her türlü temsil saat 19:00’da idi. Bale gösterimi öncesi Rusça ve İngilizce olarak telefon ve fotoğraf konusunda uyardılar. Müzelerde olduğu gibi, konser salonlarında da fotoğraf çekmek yasaktı. Bu Bale, XI. Uluslararası Beyaz Geceler Sanat Festivali kapsamında oynanıyordu. Balenin konusu, dekoru balerinler ve orkestra gerçekten mükemmeldi. Başrolde dans eden James (Grigory Popov) ve Sylphide (Elvira Tarasova) gerçekten mükemmeldiler. Balenin kompositörü İskoçtu sanırım. Arada fuayeye çıkıp ortama göz gezdirdik. Bu tiyatro Scala kadar olmasa da oldukça mükemmeldi, localarıyla. Ancak koltukları eski ahşap sandalyelerden oluşuyordu. İlk defa başka bir ülkede bale seyrediyordum. Bazen klasik bale bana sıkıcı geliyor. Ancak bu bale konusu itibariyle oldukça ilgi çekiciydi. Baleden sonra grup yemeğe giderken biz otele döndük. Sıdıka’nın ertesi günü sunumu vardı ve kendini yorgun hissediyordu. St.Petersburg’a gelelden beri iki akşam yemeğini yalnız yemiştim. Bir anlamda Sıdıka’yla birlikte yemek yiyeceğimize sevinmiştim. İtalyan Restaurant “Rossıs”de, çorba, sebzeli pirinç yemeği, ardından da espresso içtim. Sıdıka da, deniz mahsülü çorba, mantarlı pirinç yedi, üzerine kapuçino

içti. Hesap yetmiş dolara yakındı. Odaya charge etmelerini söyleyip ayrıldık.  Sıdıka çalışmaya başladı, ben de yorgunluktan duş alıp uzandım. Horlarım, Sıdıka’yı uyutmam endişesiyle uyanık kalmaya çalışıyordum. Arada bir geçerek Sıdıka uyuyuncaya kadar bekledim. Saat 01:00’e doğru Sıdıka da yattı, sanırım uyudu, zira gece onun da horladığını işittim. 


03 Temmuz 2003 Perşembe günü sabah kalkmakta zorlandım yine. Alelacele duş alıp, kahvaltıya yetiştim. Onca zengin kahvaltılığın içinden bir şeyler seçmekte zorlanıyordum. Ağır olmayan, ancak tok tutacak kahvaltılıklar tercih ettim. Özellikle şekerle haşlanmış kayısı ve diğer meyveleri yoğurtla karıştırıp yemek hoşuma gidiyordu, insana tazelik veriyordu sanki.  Ancak çay içmeden de kendime gelmenin olanağı yoktu. Çay ve kahveyle kendime gelip otelin çok yakınında bulunan  State National Museum’a gittim. Hermitage’in aksine buradaki ziyaretçi sayısı pek fazla değildi. 240 Ruble ödeyip içeri girdim. Çantamı teslim ettim vestiyere. Aşağı katta tuvalet, küçük bir kafe ve birçok odalar vardı. Sergi mekânına ulaşmak için uzun beton merdiveni tırmanarak birinci kata ulaştım. İlk bölümde, Rus sanatçıların resim ve heykellerini gördüm. Çeşitli önemli kişilerin portreleri önemli bir yer kapsıyordu. Bu müzede 19. yüzyıl sonuyla 20. yüzyıl başları arasında Rusya’da yapılan resimleri görmek mümkündü. Paris’te impressionist ve post-impressionist akımını yaratan sanatçılar, dünya sanat tarihine mal olup, bizlerce iyi bilinirken, aynı tarihte Rusya’da yapılan resimlerden haberdar değiliz. Bu sanatçıların çoğu o dönemde Avrupa’ya seyahat etmiş olabilir.  Bir takım etkileşimleri de görmek mümkündü. Ancak  yine de bu resimleri, özgün resimler, sanat değeri olan resimler olarak değerlendirebiliriz. Tabii sanatçıların Rusya’daki o dönemde isimleri ne kadar biliniyordu, resimleri alıcı buluyor muydu onu bilemiyorum. Burada dikkatimi çeken sanatçıların isimlerini hatırladığım kadarıyla yazmak istiyorum.


“Malevich” (bizde bilinen bir sanatçı), Gonchorova, Altman (özellikle Anna Ahmatova figürü önemli), Musatov, Popova, Vodkin, Udaltsov, Léon Bakst, Wassily Kandinsky (Resimsel geçmişi ve dünya sanat tarihindeki yeri bizde bilinir), Ivan Puni ve diğerleri. Doğa yani peyzaj, peyzaj içerisinde figür, sosyalist gerçekçi resim, çok fazla değil, kübist resimler dikkat çekiyordu. 


300’üncü kuruluş yıl dönümü nedeniyle önemli bir özel sergide burada organize edilmişti. “Russian in Paris” adını taşıyordu. Burada daha önce adını fazla duymadığım sanatçılarla karşılaştım. Özellikle Poliakoff’un soyut resimlerine hayran kaldım. Aynı şekilde Nicolas de Satel’in resimlerine. Nicolas de Satel soyluymuş sanırım, Baron ünvanı yazılıyordu isminin yanında. Marevna ilk defa ismini duyduğum figüratif çalışmaları olan bir sanatçıydı. Chagall’ın resimleri de vardı. Bu sergiye sanatçıların çeşitli anlarını gösteren fotoğraf sergisi ve siyah beyaz film gösterimi eşlik ediyordu. Bu önemli serginin kataloğu sadece Rusça yapılmıştı, İngilizce ya da başka dilde yapılmamıştı. Sadece resimleri için kataloğu almak işime gelmedi. Gerçi fazla param olsaydı alabilirdim. Onun yerine 1890 -1926 arası Rus ve Finli sanatçılar hakkında bilgi veren İngilizce kataloğu almayı tercih ettim. Bu ilgi çekici bölümlerden sonra dinlenmeye karar verdim. Kafede meyve suyu ile küçük pizza yedim. Üzerine de kahve içmek istemiştim, ancak kahveyi beğenmedim, yarım bıraktım. İkinci kattaki resimlere, heykellere baktım. Orada Aiwozowski’nin resimlerini gördüm, beni etkilemedi nedense, Malevich ve Nicolas de Satel’inkileri daha çok sevdim. Elbette farklı çağın sanatçıları, Aiwozowski’nin asıl önemi İstanbul  görüntülerini resmetmesi, birçok dini resimler, ikonaları da görmek mümkündü. Rusların portre çalışmaları oldukça iyi. Özellikle dönemin soylularına ait iyi portreler vardı. İnsan o kadar çok resmi görmeyi bir güne sığdırınca zihni karmakarışık oluyor. Müzede görüp beğendiğim birkaç resmin kartını aldım. Kapanış saati geldiği için çantamı alıp ayrıldım. Müzenin önünden fotoğraf çektim, içeride yasaktı bu müzede de. Resimlere gerçekten flaş zarar verebilir duygusuyla saygı gösterip, fotoğraf çekmedim. 


Otele geldiğimde Sıdıka odadaydı. Saat 19:00’a kadar zamanı vardı. Oturup oradan, buradan konuştuk. Kendimize, aileye dair konulardan konuştuk. Böyle konuşmalar, ortak bir geçmişin iç dökümü gibi oluyor. Sıdıka çocukluğundaki birçok hikayeyi çok iyi anımsamıyor. Ben ise ona göre daha fazla şey hatırlıyorum, biraz da içli bir çocuk oluşumdan kaynaklanıyordu belki. Akşam yemeğini otel dışında bir yerde yemek istiyordum, otele yakın bir restauranta gittim, bir masaya oturdum. Rus bir kadın geldi biraz sonra, söylediğinden bir şey anlamadım, biraz da kızgındı. Ben de oradan kalktım, geniş bir ara caddede bulunan camekan gibi yapılmış restauranta oturdum. Burası turistik bir yerdi, neredeyse yedi sekiz dakika oturdum. En sonunda bir garson menü getirdi. Menüyü okuyup seçtim yiyeceğimi. Ancak yemeğin pişmesi için 20 dakika beklemem gerektiğini söyleyince, vazgeçip çıktım Restauranttan. Belki biraz da tek kişi masayı işgal etmemi istemiyorlardı. Dışarıda rahat bir akşam yemeği yiyemeyeceğime karar verdim. Aslında otele sorabilirdim. Ancak bu aklıma gelmedi orada, şimdi yazarken düşündüm. Zira Floransa’da otel bize bir Restaurant tavsiye etmişti ve çok memnun kalmıştık. Otele dönüp, yine İtalyan Restaurant’a gittim. Günün çorbası, etli mantarlı spagetti ve bir bardak şarap siparişi verdim.  Yemek öncesi küçük ısıtılmış ekmeklerle tereyağı ikram ediyorlar. Günün çorbası içimi ferahlattı. Soğuk taze domatesten yapılmış, domates çorbasıydı, çok  hoşuma gitti. Eskiden annem böyle salata yapardı. Domatesi blenderden geçirip, içine salatalık çinter, zeytinyağı ve limonla tatlandırırdı. Annem gerçekten yemek konusunda yaratıcıydı.  Sıdıka’yı yemek konusunda ona benzetiyorum. Biz ailede yoktan var etmeyi, lezzet vermeyi öğrendik. Onca yoksunluklardan sonra insan birçok şey öğreniyor. Gerçi sebze ve meyve konusunda sıkıntı olmazdı evde. Etli, mantarlı spagettiyi bitiremedim, beğenmedim. Şarap ekmek yemeyi tercih ettim. Restaurant’ta yediğim son yemek olacaktı, iyi bir finalle bitmedi. Odaya çıkıp yattım. Bir süre uyumuşum sanırım. Sıdıka döndüğünde saat 01:00’e geliyordu.


04 Temmuz 2003 Cuma günü banyo yaptım. Kahvaltı salonunda fotoğraf çekmek istiyordum. Bordo tişörtümü ve beyaz  pantolonumu giydim. Kahvaltı salonuna girişte görevlilerden fotoğraf çekmelerini rica ettim. Kahvaltıya başladıktan sonra Sıdıka geldi, toplantının saat 12:00’de biteceğini, arkadaşlarının otelden ayrılacağını söyledi. Biz bir gece daha kalabiliriz, Cumartesi günü başka bir otele geçmemiz gerek dedi. Otelin geceliği üç yüz üç dolar idi. Bir gece daha kalmamızı karşılayacak çok fazla paramız yoktu. 05.07.03 gecesini şehrin daha arka semtlerindeki bir otelde geçirmeye karar verdik. Yüz yetmiş dolar  ödeyecektik. Dostoyevski Müzesine gitmeye karar vermiştim. Sıdıka’yla saat 15:30-16:00 gibi buluşmaya karar verdik.  Halkla ilişkiler görevlisi kadın Dostoyevski Evi’nin yerini gösterdi ve yürüyerek 20-25 dakikada ulaşabileceğimi söyledi. Nevski Prospekt Caddesi’nde sol yukarıya doğru gitmek, Radisson Hotel’den sağa dönmek  gerekiyordu. Map’teki yerine bakıp yürümeye devam ettim. Yolun sol tarafındaki görkemli Kilise’ye girdim, içinin nasıl olduğunu merak ediyordum. Kilisenin ikinci katı tam bir ibadethaneydi. Kilisenin içinde çeşitli yerlere resim yerleştirilmiş, önüne de adak için mum yakılabilecek sistem oturtmuşlardı. Kilisede daha çok kadınlar vardı ve herkesin başında eşarp vardı. Ortodoks geleneğinde kiliselerde kadınlar başını örtüyor olmalıydı. Çocuk, beyaz atlı prens, mutluluk tasviri olan resimler vardı. Tabii bir de İsa’nın çarmıha gerilişini resmeden ikonalar. Mum parayla alınıyordu, on Ruble verip üç yerde yaktım mumu. Annem hep, “namaz yolda koymaz!”, dua edin derdi. 



Elimdeki mapten bu kilisenin arka tarafına düştüğünü anlıyordum Müzenin. Ancak ne bir levha ne de bir şey vardı.  Kilisenin hemen arkasında bulunan Metro’ya şöyle bir içine girip baktım ve çıktım. Daha önce pek polis dikkatimi çekmemişti.  Metronun önünde iki polis görev yapıyordu. Metronun arkasındaki sokaktan içeri daldım, etrafta restorasyon çalışmaları devam ediyordu. Sokağın başında, önümden gelen iyi giyimli iki kadına İngilizce olarak, Dostoyevski Müzesi’nin nerede olduğunu sordum. İçlerinden biri İngilizce konuşuyordu, köşede olduğunu söyledi.  Köşeye geldiğimde Rusça yazılan yazıyı anlayamadım. Dostoyevski’nin portre rölyefinin de bulunduğu bir şilt gördüm, kapıya yöneldim, kapı açılmıyordu. Dostoyevski Müzesi’ni ziyaretimi ilk bölümde ayrıntılı olarak yazdım, defterime yazdığım şekilde devam edeceğim notlarıma. 


Müzeden dönüşte doğru odaya gittim. Sıdıka, İtalyan Restaurant’da bir şeyler yiyeceğini, benim de gelmemi istiyordu. Beş dakika  dinlenip İtalyan Restaurant’a gittiğimde  Sıdıka’yı çok yorgun buldum. Toplantı bitmiş, geriye yorgunluğu kalmıştı.  Ismarladığı yemeği yiyememişti, ağır geldiğini söyledi. Öğle yemeği yemediğim için çorba aldım. Sıdıka’nın yemeğini ısıttılar, ancak bana da ağır geldi, öylece bıraktık. Odaya charge etmeleri için gerekli evrakı imzaladı Sıdıka. Odaya çıktık, dinlenmesi gerekiyordu. Rahatlaması için biraz masaj yaptım. Sonra da küveti ılık su ile doldurup biraz dinlendi. O dinlenirken ben de Dostoyevski Müzesi’ne yaptığım geziyi yazdım. Sıdıka’nın Moskova’da çalışan arkadaşı Oya da Petersburg’da imiş.  Onunla buluşmak istiyordu,  tam da bir irtibat kuramadılar. Saat 20:00’ye doğru dışarı çıkmaya karar verdik. Otelin arka caddelerini keşfe çıktık. Belki ilginç bir restaurant ya da kafe buluruz düşüncesiyle dolaştık. İtalyan, Japon ve Rus Restaurant ve kafeler gördük. Ana caddede bir kitapçıya girdik. Orada birkaç kart  aldım. Kanal boyunca yürüyelim diye birkaç adım attıktan sonra, dıştan farklı bir ortam olduğunu hissettiğimiz restauranta girmeye karar verdik. Birkaç basamakla aşağı zemine iniliyordu. İçeriye girdiğimizde tıklım tıklım dolu olduğunu gördük Restaurant’ın. Adı Propoganda’ydı. Bayan servis elemanı bize iki kişilik masa gösterdi. Restaurant’ın gerek dekoru, gerekse müşterileriyle çok entelektüel bir ortamı vardı. Bolşevik devrimin simgeleri olan çekiç-orak resimleri vardı duvarlarda. Masalar ve sandalyeler ağır, düz ahşaptan, masaların üzeriyse kırmızıya boyanmıştı. Restaurant müşterileri, uluslararası bir ortamı yansıtıyordu. İngilizce, Rusça, Japonca konuşulduğu duyuluyordu. Dışarıda böylesine farklı insanlar görmedim. Erkekler  giyim kuşam olarak iyi ve eğitimli görünüyorlardı.  O yoğunlukta servisin geç olacağı anlaşılıyordu. Bir süre sonra görevli masanın üzerini yarım kaplayan paket kağıdı koydu servis altlığı olarak. Bir de menüleri verdi.  Akşam üzeri bir şeyler yediğimiz için  pek aç değildik. Sıdıka kendine gelmişti biraz, ancak bir şey yemek istemiyordu. Sonuç olarak  kırmızı ve siyah havyar, ben de Meksika usulü salata siparişi verdim. Önden de bira söylemiştik. Birayı yudumladığında ağzına bir cam parçası geldi. Allahtan ki yutmadan farketti. Benim bardağımı kontrol ettiğimizde, benimkinin de kırık olduğunu gördük. Servis elemanını çağırıp  bardakları gösterdik. Özür dileyip bardakları aldı, yeni biralarla döndü. Biraz da tedirgince birayı içmeye başladık. Bir süre sonra siparişler geldi. “Havyar”ı hep duyar, pahalı bir yiyecek olduğunu bilirdim. Ancak o güne kadar hiç yememiştim. Otelin kahvaltı salonunda, kırmızı cam gibi parlayan yiyeceği görmüş, herhalde bu tatlı bir şey diyerek yemek istememiştim. Böylece havyarı ilk kez görüyordum. Önce kırmızı havyardan tadımlık aldım. Ancak cıyır cıyır oluşundan hoşlanmadım, çiğ çiğ bir şey yiyorum düşüncesine kapıldım. Siyah havyarın tadını daha çok beğendim. Bir yandan yemek yiyip, bir yandan da  sohbet ettik. Daha çok Sıdıka’nın iş yaşamı, ev, evlilik meselelerini. Ben de midemle ilgili sorunu anlattım. Yemeğin sonuna doğru kapıda iki genç adam belirdi. Giyimlerinden, cep telefonlarını kotun ön cebine koyuşlarından, bunlar mutlaka Türk  diye geçirdim içimden. Tesadüfen de bizim  yanımızda, pencere kenarında boşalan masaya oturdular. Türkçe konuşunca emin olduk. Sıdıka, yurtdışında Türklerle pek konuşmayı, yüz göz olmayı sevmiyor. 


Yemeğin sonuna doğru fotoğraf çekmelerini istedik. Fatura iki kişi için çok da pahalı değildi. Ağır bir şey yememiştik gerçi. Fatura yeşile boyanmış demir bir kabın içinde  getirildi. Propoganda komünizmin anısını yaşatıyor gibiydi. Restauranttan çıkıp, yürüyerek otele döndük. Hava çok da karanlık değildi, ikimiz de yorgun argın yatağa girdik. Bu arada, saat 12:00’de toplantı bittikten sonra gruptaki arkadaşlarıyla VIP bilet alıp, Hermitage Müzesi’ni rehber eşliğinde üç saatte gezmişler. Rehber önemli resimlerin önünde durarak bilgiler vermiş. Yoğun toplantılardan sonra  üç saatte Hermitage’i  gezmek de yormuş olabilir Sıdıka’yı.


05 Temmuz  2003 Cumartesi  saat 09:30 gibi kalkıp banyo yaptım. Sıdıka’yı  banyodan sonra uyandırdım.  Alelacele  giyinip kahvaltıya indik. Sıdıka ilk kez  gönül rahatlığıyla kahvaltı yapabilecekti, geldiğimizden beri. Kahvaltı için değişik yiyecekler seçtik. Bir köşede, bir görevli istediğiniz omlet çeşidini yapıyordu. Yumurta yemekten hep çekindim, mide bulantısı yapar kaygısıyla. O güzelim omlet seçeceği gözümde kaldı diyebilirim.


Kahvaltıdan sonra Mezzanine Cafe’nin yanındaki dükkanlara baktık. İlginç takılar, souvenir çeşitleri vardı, anacak fiyatları el yakıcıydı. Odaya çıkıp bavulları toparladık hızla. Saat 12:00’de odayı terketmemiz gerekiyordu. Bellboy çağırıp bavulları taşımasını rica ettik. Asansöre sığan, üzerine epey eşya koyabildikleri arabayla yapıyorlar işlerini. Bavulları ona teslim edip, resepsiyona indik. Benim kalışımla, Sıdıka’nın faturasının ayrıştırılması gerekiyordu, çünkü onun bütün masraflarını şirket karşılıyordu. Sıdıka bütün extraları kontrol etti, içmediğimiz bir şampanyanın fatura edildiğini görünce, Resepsiyonisti uyardı. Sonuç olarak iki ayrı fatura düzenlediler. Benim ödemem gereken bölüm, ikiyüz seksen sekiz dolardı. Hesabın geri kalanı ise ikibin dolar civarındaydı.


Fatura işini tamamladıktan sonra, bir gece kalacağımız otele hareket etmek istedik, ancak dışarıda müthiş bir yağmur yağıyordu. Bir süre otelde bekledik, yağmur dinecek gibi görünmüyordu, karar verip bir an önce öbür otele gitmek istedik. Görevliler bavulları taksiye yerleştirdiler. Kocaman şemsiyeleriyle bizim ıslanmadan taksiye binmemizi sağladılar.


Taksiyle on-on beş dakika gittikten sonra otele ulaştık. Yeni restore edildiği dışarıdan belli olan, küçük sevimli bir otel izlenimi veriyordu. “Nordt Arbat Hotel”, öbür otelin yanında çok küçük kalıyordu resepsiyonu. Resepsiyonistlerin arkasında, küçük, güzel bir kütüphane vardı.  Daha önceden rezervasyonumuz yapıldığı için hemen check-in yaptılar. İkinci katta 206  nolu odada kalacaktık. Çift kişilik yatak, küçük bir gardrobu, yazı masası, ikili koltuk ve televizyon küçük odaya sığıştırılmaya çalışılmıştı. Rahat hareket etme olanağı yok sayılırdı. Banyoda küvet, lavabo bulunuyordu, havlular temizdi, ancak orası da çok küçüktü. 


Biraz dinlenince, yağmurun da dindiğini görünce, kendimizi dışarı atmaya karar verdik, şemsiyeyi de alıp yola koyulduk. Elimizde şehir haritasıyla Summer Garden’ı bulmaya karar verdik. Aynı caddenin sonunda gördüğümüz bir kafenin dekorasyonu dışarıdan güzel görünüyordu. İçeriye girince bizden başka müşterinin olmadığını gördük. Espresso içmeye karar verdik. Kalın ahşap masaların etrafına kalın ahşap tabureler sıralanmıştı. Bir masada rahatlıkla on iki kişi oturabilirdi. Oturup konuşurken, kısa boylu, saçlarının ortası tamamen dökülmüş, kısık yeşil gözlü kafe sahibi, kafeyi nasıl bulduğumuzu sordu. Biz de entelektüel bir havası olduğunu söyledik. Pencerelere eski daktilolar konulmuş, sanki yeni daktilo edilmiş izlenimi veren, yarısı yazılmış kağıtlar duruyordu daktilonun etrafında. Kafe sahibi, bir ay önce açıldıklarını, kendilerini daha iyi tanıtabilmek için, State National Museum’da bir kokteyl vereceklerini  söyledi. Her haliyle kalıcılığını koruyabileceği imajını veriyordu Kafe.


Elimizde şehir haritasıyla, sokaklarda yürümeye başladık. Kent merkezinin dışında bir yerdi burası. Bir kenti iyi tanımak, sokaklarını arşınlamaktan geçiyor sanırım. 

Summer Garden’a yirmi dakikada ulaştık, giriş ücretliydi. Yabancılar için, kişi başı on iki ruble. Summer Garden’ın hemen girişinde yapay bir gölet oluşturulmuş. İçinde üç-dört tane büyük beyaz ördek yüzüyordu. Summer Garden’ın diğer ucuna giden iki uzun yolu vardı. Büyük bir alan ağaçlarla kaplı, her yer yemyeşildi. Yolun sonuna doğru yolun iki tarafında mermer heykeller bulunuyordu. Parkın sonunda, küçük bir orkestra çok hoş bir müzik çalıyordu. Orkestraya para vermek isteyenler, orkestranın önündeki kaba para koyabiliyordu. Heykellerin bulunduğu orta miradorda fotoğrafımızı çekti. Hediyelik eşya dükkanından iki küçük resim, iki duvar tabağı aldık, oldukça ilginç bir dükkandı, ancak her şey pahalıydı. Dönüş yolunda da fotoğraf çekip, fotoğrafımızı da çektirdik. 


Akşam konsere gideceğimiz için Newsky Prospekt’e yürüyerek çıktık. Epeyce acıkmıştık. Konser öncesi, yemek yiyebileceğimiz nitelikli bir kafe aradık, daha önce gördüğümüz bir kafede bir şeyler yedik. Saat 19:00’daki Tchaikovsky konser biletini almak için tekrar Grand Hotel Europe’a gittik. İki kişilik konser bileti için yetmiş dolar ödedik. Daha önce yüz dolar bırakmıştık, üstü otuz doları yabanda bulmuş gibi olduk. Otelin hemen karşısındaki Petersburg Filarmoni Orkestrası binasındaydı konser. Konser salonuna sırt çantasıyla giremeyeceğimizi söylediler, fotoğraf çekmenin de yasak olduğu belirtildi. Bu durumda, sadece cüzdanımızı alıp, konser salonuna gitmek için merdivenlerden çıktık, kaç merdiven vardı saymadım, oldukça geniş olması, aynı anda iki üç kişinin inip çıkabilmesi mümkündü. Konser’in İngilizce broşürünü almak istedik, ancak sadece Rusça broşür olduğunu söyledi kadın görevli. Salonda dağıtılan konser broşürleri ücretliydi. Kısa sürede salon tamamıyla doldu. Önce orkestra elemanları yerlerini aldılar, orkestrada farklı uluslardan elemanlar olabileceğini tahmin ediyorum. Orkestra üyeleri, dışarıda gördüğümüz sıradan Rus insanından çok farklıydı. Orkestra şefi büyük bir alkış aldı. Konserin ilk bölümü, sadece konserden oluşuyordu, gerçekten etkileyiciydi konser. Orkestra şefinin performansı çok yüksekti, orkestraya tamamen hakim olduğunu söyleyebilirim. Konserin ikinci bölümünde, orkestraya büyük bir koro  ve biri kadın, biri erkek iki solist eşlik etti. Kadın solist oldukça başarılıydı ve çok alkış aldı. Petersburg’da sokakta ve konser salonlarında her an bir buket çiçek görmek mümkün, öyle mükemmel aranje edilmiş değil.  Sanıyorum duyguların ifade edilmesinde çiçeğin epey yeri var. Bizdeyse, bir yere giderken çiçek götürmek neredeyse unutulmaya yüz tuttu. Çiçek fiyatlarının pahalılığından mı, yoksa duygulardaki körelmeden mi bilemiyorum. Konser arasında, Orkestra üyelerinin fotoğraflarının bulunduğu  koridor ve salonu gezdik.Bana biraz, Milano’daki Scala’yı anımsattı. 


Konser bitiminde yürüyerek otele dönmeye karar verdik. Herhangi bir kafede kahve içmek istiyorduk. Bir de Sıdıka Moskova’daki iş arkadaşıyla, Petersburg’da bulunduğundan görüşmek istiyordu. Bir türlü saatler uyuşamadı. Gece saat 24:00’e kadar sokaklarda yürüdük. Otele giden ana cadde üzerinde oturmaya değer bir kafe bulamayınca, otele yürüyerek giderken, yönümüzü kaybetmekten de korktuğumuz için, elimizdeki şehir haritasına göre beyaz gecenin içinden yürüyorduk.Bir ara bulamayacağımız telaşına kapılıp, Rock bar’dan yeni çıkmış bir  gruptan iki sevgiliye yanaşıp oteli sorduk. 

Muhtemelen sarhoş olan adam İngilizce konuşuyordu, bize oteli tarif etti. Bir de baktık ki sabah espresso içtiğimiz kafenin önündeyiz ve kafe henüz kapanmamıştı. Bara oturup dondurma yerken, bizden sonra bir aile daha geldi. Kafe sahibi, bizi yeniden görmekten memnun olduğunu söyleyip, günümüzün nasıl geçtiğini sordu. Otele ulaştığımızda saat 01:00 olmuştu. Resepsiyona sabah erken gideceğimizi, kahvaltı yapmak istediğimizi ilettik. Kahvaltının 07:30’da başladığını, ama yine de bir şeyler hazırlayabileceklerini söylediler. Hafif bir duş alıp, kendimizi yatağa attık. 


Sabah uyandırma saatinde telefon çalınca, uykumuzu tam da alamadan fırladık yataktan. Eşyaları toparlayıp, resepsiyona indik. Resepsiyonist otel parasının ödenmiş göründüğünü, voucherin cash (peşin) olarak yazıldığını söyledi. Sıdıka ben kimseye para ödemedim, araştırın dediyse de, Resepsiyon görevlisi bu saatte acentaya ulaşamayacağını, sadece telefon parasını ödememizin yeterli olduğunu ve kahvaltı salonunun da hazırlandığını belirtti. Küçük şirin, bir açık büfe hazırlanmıştı. Sıcakları da aralıklarla taşıyorlardı. Kahvaltı için fazla zamanımız olmadığı için, hafif bir kahvaltıyla yetinmek zorundaydık.


Otelin ayarladığı taksiyle havaalanına hareket ettik. Havaalanına giden yolda şehir merkezinde olduğu gibi eski tarihi evler vardı, ancak daha çok yeşil görmek mümkündü. Sabahın erken saati ve pazar olduğu için, sokaklar bomboştu. Cadde üzerinde eski tramvay ve otobüsler gelip gidiyordu karşılıklı olarak. Havaalanına geldiğimizde, bizi zorlayacak bir durumla karşılaştık. Ağır bavulları elimizle yukarıya taşımamız gerekiyordu. Sıdıka ve ben, birbirimize yardım ederek bavulları taşıdık yukarıya. St. Petersburg Havaalanı gerçekten küçük bir havalanıydı. Uçağın kalkmasına epey zaman olduğu için, hediyelik eşya satan mağazalara baktık. Sıdıka “öküzgözü votka”yı araştırdı. Bir Alman, bir votka gösterip, öküzgözü budur ve serttir dediyse de bize pek inandırıcı gelmedi. 


Uçak zamanında kalktı, fazla yolcu yoktu uçakta. Schremetyevo’dan  uluslararası havalanına geçtik transit yolcu otobüsüyle. Bu kez her şeyi daha bilinçli yapıyorduk. İstanbul uçağında epey yolcu vardı, uzun kuyruğu beklememiz gerekti. Türk Hava Yolları’nın standında Türkçe yazı görünce çok duygulandım. Avrupa ülkelerine yaptığım gezilerde hiç böyle bir duyguya kapıldığımı hatırlamıyorum, ancak Petersburg’da özelde, genelde Rusya’da yazı ve dili anlamamak,  benim kendimi daha çok yabancı hissetmeme neden oldu. Orada aklıma Nazım Hikmet geldi, onun “memleketim, memleketim” sözleri. Bunu demek ya da yazmak için çok acı çekmiş olmalıydı, memleketinden uzak kalarak. 


Bilet  ve bagaj check-ininden sonra, freeshop’ta biraz alış veriş yaptık. Küçük şeyler, bir şişe içki. 16:30-17:00’ye doğru İstanbul’daydık. Taksi ile eve döndük, Sıdıka toplantının sıkıntısını henüz atamamıştı.


Yaz aylarında İstanbul’da sergiler devam etse de hava koşulları insanda sergi gezme isteği bırakmıyor. Teşvikiye Sanat Galerisi’ne uğrayıp, Ebru İslamoğlu ile sohbet ettik. Sanat Fuarları’nın ikiye çıkmasının hikayesini anlattı.


İstanbul’da bir akşam, Sıdıka’yla “İspanyol Pansiyonu” adlı filmi Nişantaşı’ndaki Moviplex Sineması’nda seyrettik. Barcelona’da bir araya gelen öğrencilerin hayatını anlatıyordu, gerçekten zevkle izlediğimiz bir film oldu. Kendi hayatımızda da çeşitli kentlerden gelen öğrencilerle ev hayatını paylaştığımız için, zorluklarını, getirip-götürdüklerini iyi bilirim. Sıdıka da aynı şeyleri yaşadığından, filmi izlemiş olmanın mutluluğuyla ayrıldık sinemadan.


08 Temmuz 2003 günü uçakla Antalya’ya döndüm. 12 saatlik otobüs yolculuğu yapmayı göze alamadım.


Yeni bir kenti, yüzlerce resmi görmenin, Sıdıka’ya iş yolculuğunda eşlik etmenin hazzıyla döndüm Antalya’ya.



İmren Çalışkan Tüzün