Çok değil, bundan birkaç yıl öncesine kadar, sanat
haberlerini gazetelerden, dergilerden okur,
ona göre yollara koyulurduk. Sosyal medya hayatımıza girdikten sonra,
her türlü sanatsal etkinliği günü gününe takip edebiliyoruz artık. Özellikle de,
yazılı metinlerin yanı sıra paylaşılan fotoğraf ve videolar, sergileri,
fuarları, bienalleri gidip görmesek de sanki oradaymışız duygusu veriyor bize.
Başkalarının gözünden aktarıldığı kadar bilgi sahibi olabiliyor ve
içselleştirebiliyoruz. Sadece sanatsal etkinlikler mi, yaşanan toplumsal
olaylarda da aynı izlenime kapılmıyor muyuz? Olayların dışındayız ama
içindeyiz, içindeyiz ama dışındayız duygusu. Ne kadar içindeyiz, ne kadar
dışındayız ve ne kadarını anlayabiliyoruz sorusu da beynimizi tırmalayıp
duruyor.
Hiç kuşkusuz, sanatın, edebiyatın,
müziğin ve toplumsal olayların
yönlendiricisi İstanbul. Anadolu
kentleri ne kadar gelişirse gelişsin, İstanbul’dan bağımsız bir şeyler üretmesi biraz zor görünüyor hâlâ. Üretseler bile ülkenin gündemini
belirleyemiyorlar. Toplumsal olaylarda daha bağımsız olabilirler, fakat sanatsal
etkinliklerde, İstanbul Türkiye’nin olduğu kadar dünyanın da merkezlerinden
biri konumunda artık.
Hâl böyle
olunca, gündemi biraz olsun takip etmek istiyorsanız yolunuzun İstanbul’a
düşmesi gerekiyor.
Sabiha
Gökçen’den otobüsle Avrupa yakasına geçerken, yorgunluktan bir an dalmış
olmalıyım ki, köprüden geçtiğimizi bile fark etmemişim, yanımdaki yolcu;
“Levent’e geldik mi” diye sorunca, ben şaşkınlıktan “köprüyü geçtik mi?”
sorusuyla karşılık veriyorum. Neyse, Taksim’e ulaştığımızda Havataş otobüsü
Talimhane’nin köşesinde, daracık bir kaldırımda indiriveriyor yolcuları. Kasım
2012’den beri İstanbul’a gelmemiştim, elimde bavulla yürürken, belleğimdeki pek
çok şey yerle bir oluyor. Alt geçite doğru giden arabalar, önümde uzanan
kocaman boşluk beni durduruyor bir an. Ne olmuş buralara, nerede THY ofisi, nerede yolcuların ayaküstü
oturduğu kafe – lokantacıklar. Bir hortum çıkmış da hepsini alıp götürmüş,
geriye dımdızlak bir meydan kalmış. Bana ağır geliyor bu görüntü, daha fazla
adım atamayacağımı hissederek, en yakındaki İtalyan kafeye oturuyorum. Hava
sıcak sayılır, ben yine de içeriye giriyorum. İlk oturduğum masadan kalkıp,
direkt meydana bakan masaya geçiyorum. Neler mi geçiyor aklımdan. THY bürosunun
önünde otobüsten inişlerimiz, kendi kentimize dönmek için otobüse binişlerimiz,
el sallayışlarımız, biraz tedirgince karşıdan karşıya geçişlerimiz…. Gezi
olaylarını daha çok anlamaya başlıyorum. Başka bir kentten gelen biri olarak bu
değişim beni bu kadar etkilediyse, bu kentin sahiplerini, İstanbulluları ne
kadar etkilemiştir kimbilir. O boş beton meydanda yürüyenler insan değil de,
siluetler gibi gelmeye başlıyor birden. Meydan kimliğini yitirince, ağaç, araba
ve daha başka hiçbir nesne olmamasına rağmen, insanlara kalan meydanda neden
silik bir siluet gibi görünüyorlar bana. Kendimi bir filmin karesinde gibi
hissediyorum, bir şeyler yemek bile bana iyi gelmiyor.
Konaklayacağım
mekana ulaştıktan sonra bir süre dinleniyorum. Yorgunluğun üstüne hayal
kırıklığı beni daha da yorgun düşürüyor sanki. Kendimi toparlayıp, biraz zorlayarak
da olsa,
Haliç Kongre Merkezi’nde Art International İstanbul’u
görmeye gidiyorum. Bir Sanat Fuarı’nın
girişinden çok, bir film festivalini anımsatıyor bana kırmızı halı. Pek de
izleyici yok ortalıkta, ağır adımlarla Haliç Kongre Merkezi’ne ulaşıyorum. New York, Berlin, İstanbul, Londra, Paris, Amsterdam, Madrid, Roma, Viyana
ve Dubai gibi dünyanın önemli kentlerinden katılan galerilerde başta resim
olmak üzere, baskılar, fotoğraflar, tekstil, heykeller sergileniyordu. Belki de
beni bu Fuar’a çeken, Camila Rocha’nın
kaybettiği eşi Hüseyin Bahri Alptekin
adına gerçekleştireceği “To see The Band
Passing By…” başlıklı performansını görme isteğiydi. Rampa’da Esra Sarıgedik, performasın gerçekleştiğini ve kendisinin çok
etkilendiğini anlatıyor bana. Kaçırdığıma üzülüyorum.
Biraz daha beklentili mi gelmiştim, yoksa ilki
olması sebebiyle mi beni çok da etkilemiyor Art International İstanbul. David Clearbout’un, Travel, 1996-2013, 12 dakikalık filmindeki
doğa görüntüleri bana sanki 18 yüzyıldaki resimlerinin bir yansıması gibi
geliyor, öylesine güzel bir ışık yayılıyordu ki, izlerken filmin içinde bir
yerlerde gezindiğimi hissediyorum bir an. Belki de ihtiyacım olanın, böyle bir
fuarı gezmek, eserleri görmek değil de bir ormanın içinde yürümek olduğu
hissine kapılıyorum. Bazen pek çok şey görürsünüz ama bir tek şey size iyi ki
buraya geldim duygusu verir, iyi ki bu filmi gördüm. Haliç’e karşı oturup bir
çay içtikten sonra biraz daha dolaşıyorum.
Contemporary Istanbul, belki de 2007’den beri edindiği tecrübeyle, Çağdaş Sanat Fuarı
niteliklerini yerine getiren bir Fuar. Art International Istanbul, nasıl bir
Fuar olmak istediği konusunda biraz daha düşünmeli bana göre.
Ertesi günü,
kendimi toparladığımda, ilk işim Gezi Parkı’na gitmek oluyor. Küçük toprak
tepeciği tırmanıp Gezi Parkı’na ulaşıyorum.
Gezi Parkı olayları belleğime kazınmış olacak ki, kalabalıklar görmeyi
umuyordum. Parkta çok az insan vardı,
bazıları bankta oturuyor, bazıları da parkı turluyor, çok az insan da gazete
kitap okuyorlardı. Parktan ve Taksim Meydanı’ndan fotoğraflar çekiyorum. Taksim Meydanı bomboş beton bir tarla
görünümünde, üzerinde insanlar gidip geliyorlar. İçim burkuluyor bir kez daha,
“acaba değişiklikleri kabul etmekte zorlanıyor muyum?” diye sormadan edemiyorum
kendime.
İstiklal Caddesi ise
bildiğim gibi, yine kalabalıklar yürüyor yukarıdan aşağıya,aşağıdan yukarıya doğru.
Birkaç fotoğraf çekiyorum. Sırt çantam, fotoğraf makinem kolumda, elimle sıkıca
tutarak Galatasaray’a doğru yürürken, arkalardan bir adam sesini, “ Sara, Sara” diye bağırdığını duyuyorum.
Kime sesleniyor bimiyorum ve arkama dönüp bakmıyorum, aklıma ilk gelen Sara
Siera oluyor ve adımlarımı hızlandırıyor, Salt Beyoğlu'na ulaşıyorum.
13. İstanbul Bienal'i ismini Lale Müldür'ün "Anne Ben Barbar mıyım" adlı kitabından alıyor. Salt Beyoğlu'nun girişinde yer alan 13. İstanbul Bienal’inin işlerini bir süre izliyorum, inceliyorum, anlamaya çalışıyorum. Daha fazla oyalanmadan sinema salonunda gösterilmekte olan Hintli yönetmen Amar Kanwar’ın, The scene of crime”, 2011, şiirsel ve imge yüklü filmini izlemeye koyuluyorum. Hindistan’da doğa için verilen mücadeleyi ve toplum dışına itilmiş insanların hikayelerini anlatan filmin alt yazıları beni çok etkiliyor.
13. İstanbul Bienal'i ismini Lale Müldür'ün "Anne Ben Barbar mıyım" adlı kitabından alıyor. Salt Beyoğlu'nun girişinde yer alan 13. İstanbul Bienal’inin işlerini bir süre izliyorum, inceliyorum, anlamaya çalışıyorum. Daha fazla oyalanmadan sinema salonunda gösterilmekte olan Hintli yönetmen Amar Kanwar’ın, The scene of crime”, 2011, şiirsel ve imge yüklü filmini izlemeye koyuluyorum. Hindistan’da doğa için verilen mücadeleyi ve toplum dışına itilmiş insanların hikayelerini anlatan filmin alt yazıları beni çok etkiliyor.
Sıra, Gülsün
Karamustafa’nın “Vadedilmiş Bir
Sergisi”sini görmeye geliyor. 2006
yılının Ağustos ayında, Viyana’da bir
fotoğraf sergisinde siyah beyaz
fotoğraflarını ve “Ağlayan Erkekler/Men Crying”
videosunu gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Gülsün
Karamustafa’nın işlerine ayrı bir oda tahsis edilmişti, ne çok gönenmiştim o
zaman. Daha önce resimlerini, videolarını, halı işleriyle enstalasyonlarını
görmüştüm, belki bildiğim işleriyle yeniden karşılaşacaktım, fakat kapsamlı bir
sergisini görecek olmanın heyecanı içimdeydim.
Sergiyi üçüncü kattan aşağıya doğru görmeye karar veriyorum.
Üçüncü katta beni Karamustafa’nın
resimleri karşılıyor. Elleri çeşitli yönleri gösteren kadın portresi, ki portre
bir self-portre niteliği de taşıyor ve
Karamustafa konuklarını karşılıyor da
sergiye onları yönlendiriyor hissini uyandırıyor ben de. Altın varakla, mor rengin
ne kadar da uyumla çalışılabileceğini
görüyorum. Sağdaki salonda yer alan, Last Supper’ın tasvirinin yer
aldığı “Çifte İsalar ve de Yavru Ceylan” ve “Karpuz/Watermelon” halı tekstil
karşımı işlerini beğeniyorum. Üç tane çocuk yeleği tavandan asılarak sergilenmiş,
altına bir metin yazılmış: ”Sınırdan geçerken bizim için önemli olanları çocuk yeleklerinin içine dikerek
gizliyorduk.” Bu not, bir göçü,
özellikle de mübadele dönemini anımsatıyor bana. Gülsüm Karamustafa ve Sadık
Karamustafa’nın yargılandığı anı gösteren fotoğrafı daha önce görmüştüm. Bu
fotoğrafın karşısına, ilk kez sergilenen
“Hapishane Resimleri “
(1972-1978) resimleri yerleştirilmişti. 68 kuşağının bir temsilcisi
olan Karamustafa, Üniversite yıllarında yataklık suçlamasından hüküm giyiyor ve
sivil bir hapishanede, “İzmit Kadınlar
Hapishanesi”nde kalırken yapıyor bu resimleri, fakat bugüne
kadar hiç sergilememiş. Parmaklıklar arkasında, görüş esnasında, uyurken, bir
köşeye oturmuş bir kadının yalnızlığını aktarmış resimlerine. Bu sıkıntılı ve
acı dolu resimlerde yine de insanın içindeki umudu diri tutacak renkler kullanmış.
İstanbul Bienali’nde
gördüğüm yorganlarıyla tekrar karşılaşıyorum.
Yorganını sırtına sarınarak yollara düşmüş nice Anadolu insanı gözümün
önüne geliyor birden. “Abide ve Çocuk”
adlı halı dokumadaki, Güven Park’ta anıtı karşılıklı taraflardan iten küçük kız
çocuğu Gülsün Karamustafa’nın kendisi ve
fotoğraf babası tarafından çekilmiş.”
Erken Bir Temsiliyetin Sunumu” üzerine yazdıkları aslında sanatla uğraşan
kadınların karşılaştıkları ve hep karşılaşacakları sorulara parmak basıyor.
“Kadın ve İslam hakkında sorular soracaklar mı bana?”İslam’la ilişkimin
karmaşık olduğunu anlatmak zorunda kalacak mıyım yine?” Batılılar, Türkiye’den
gelen bir kadın sanatçıya şu soruyu yöneltirler çoğunlukla . “Müslüman kadın
şarap içer mi? Müslüman kadın kocasından ayrı seyahat eder mi?” gibi sorularla dünyanızı alt üst ederler,
onlardan biri olmadığınızı hissettirirler. İsteksizce birkaç cevap verseniz de
belli bir süre yorgun hissedersiniz kendinizi bu sorulardan.
“Adab-ı muaşeret/Etiquette” /2011 Pierre Lafitte et cle. tarafından 1910’da basılan görgü kuralları konulu Por
Bien connat rie les Mondaine adlı kitap Franszıca aslından Abdullah Cevdet
tarafından 1927 Osmanlıca’ya çevrilir. Modernleşme ironisi gibi, 1927’de Arap
harfleriyle basılan kitap, 1928’de Latin harflerinin kabülüyle gözden düşer
daha okunmadan depoya kaldırılır.” Bu kitap cam bir bölmede sergileniyor. Ayrıca, kitaptan seçilen, bir kadının elinin
nasıl öpüldüğünü, nasıl dans edildiğini temsil eden fotoğraflar sergileniyor. Kitaptan seçilen
fotoğrafların baskısının yapıldığı yemek takımlarıyla bir sofra kurularak,
adabı muaşeret kurallarına uygun olarak düzenlemiş. Tabaklar, çatal bıçak
takımları, şarap bardakları ve şamdanlarla sofra, zenginlik, ihtişam ve daha
çok burjuvazinin zevkini yansıtıyordu. “Meydanın
Belleği”2005, 17’40’’ toplumsal olayları anlamak açısından önemli
buluyorum, ikinci kez karşılaştığıma seviniyorum. “Apartman/ The Apartment Building”
sanatçının yaşadığı Apartman’ın asıl sahiplerinin kim olduğunun izlerini
sürmesini, asıl sahiplerini ve onların hikayelerini gün yüzüne çıkarmasını
belgeliyor. Apartman, 6-7 Eylül olaylarında İstanbul’u terk etmek zorunda kalan
bir Rum aileye ait. Ailenin, evlerini bırakıp gitmeden, o evde çekilmiş
fotoğrafları da sergileniyor. Ayrıca, apartmanın üç boyutlu maketi de yer
alıyor sergide. Bir sanatçının hangi mirasın üzerinde yaşadığını sorgulaması ve onun peşine düşerek gün ışığına
çıkarması bakımından çok değerli. “ Okul
Defteri/Notebook “ işinde, sanatçının
İlkokul fotoğrafı ve İlkokul defterleri sergileniyor. İlkokul defterlerini
saklaması, geçmişine sahip çıkması, çocukluğundaki eğitim sistemi hakkında
bilgi edinmemizi sağlıyor.
Serginin bütününe
baktığımızda, Gülsün Karamustafa, yaratıcılığını resim yapmakla
sınırlandırmamış,
kendisine sorduğu
sorular, - kimlik, bellek, göç, kültürel miras, yaşadığı ve tanığı olduğu toplumsal olaylar,- sanatını yönlendirmiş,
bunu da video, halı, tekstil ve enstelasyonlarla ifade etmiş. İçinde bulunduğu
konumu sorgulamayan, “ben kimim?”,
sorusunu sormayan bir sanatçının bu çok yönlü üretimi yakalaması mümkün değil.
Ayrıca, bilgi ve belgenin değerini çok iyi bilen bir sanatçı.
Başka bir kentten
geliyorsanız, kısıtlı günlere pek çok şeyi sığdırmak zorundasınız. Gördüğünüz
kapsamlı bir serginin üzerine oturup düşünemeden başka bir sergiyi görmek zorunda
hissediyorsunuz kendinizi. Böyle duygularla Arter’de, 13. İstanbul Bienal’i kapsamında gerçekleşen
sergide yer alan işleri görmeye
gidiyorum.
Arter’deki işler, video, fotoğraf ve enstelasyon ağırlıklı. Basel Abbas Ruanne Abou-Rahme’nin
çalışma ortamlarını yansıttıkları, fotoğraf
ve yazılı metinlerle destekledikleri
işleri ilgi çekici. Bienal kataloğunda işleri üzerine yer alan metinden; “Basel
Abbas ve ruanne Abou- Rahme Filistin’in Ramallah şehrindeki atölyelerinde
birlikte ses, imge enstelasyon kullanarak çalışıyorlar.” Hector
Zamaro’nun, “ Maddesel Değişkenlik”
adlı videosunda tuğlaları birbirlerine
atarak, dairesel bir döngü yaratan ve işbölümünü, yardımlaşmayı ve bunu
yaparken yorgunluktan çok bir çeşit neşeyle çalışan işçileri
izleyebiliyordunuz. Jananne Al-anı’nın
“Kazıcılar”, 2010, videosu da çalışkan karıncaların yuvalarına girip
çıkarken görüntülerine odaklanmıştı. Dikkatimi çeken diğer bir iş de Jımmi Durham’ın “Kapıcı”, 2009 adlı heykeliydi.
Arter’den çıkışta
Lebon’da bir çay molası veriyorum. Saat
19:00’da, Belmin Söylemez ve Haşmet
Topaloğlu’nun, ödüllü filmleri “Şimdiki
Zaman”ı izlemek için Cinemajestic’e
geliyorum. Meğer orada Türkiye-Kore Film
Haftası varmış, filmi beklerken broşüre göz gezdirdim, güzel filmler
varmış,
Kim Ki- duk filmlerine de özel bir yer ayrılmış.
”Şimdiki
Zaman”da ailesinden ayrı İstanbul’da, kentsel dönüşüme kurban gitmekte olan
bir apartmanda tek başına yaşayan Mina, hem ayakta kalmak hem de Amerika’ya gitmek
için iş bulma çabasındadır. Bir gün, bir duvara yapıştırılmış “falcı aranıyor” iş alanını görür. Aslında fal
bakmayı bilmemektedir, fakat falcılığı denemeye karar verir. İş ilanı için bir
kafeye gider. Sabah çok erken olduğu için, işyeri sahibinin oğlu Tayfun,
çalışanlar henüz işyerine gelmiş, etrafı toparlamakla meşguldürler. Tayfun,
kafenin esas falcısı Fazi’ye “fal
bakmayı biliyor mu?” diye Mina’yı teste tabii tutmasını ister. Fazi kısa zamanda aslında Mina’nın fal bakmayı bilmediğini anlar, fakat
patronuna yapabileceğini söyler. Böylece işe başlayan Mina, kısa zamanda
falcılığa ısınmaya başlar, hatta özel müşterileri bile olur. Mina’nın, ketum ve erdemli bir duruşuna karşın Fazi hayatını günü
birlik ilişkilerde tüketmeye meyillidir, en büyük hayali ise bir kafe açmaktır. Birbirinin zıttı karektere
sahip iki kadın birbirlerini desteklerler ve anlamaya çalışırlar. Mina, bir
yandan yaşadığı apartmandan çıkmamak için direnir, faldan biriktirdiği her
kuruşu Dolara yatırır. Bu arada, Amerika’ya nasıl gidebileceğini de araştırmaya
başlar. Vize alması kolay görünmemektedir, evrakları tamamlamak için ablasından
yardım ister fakat ablası onu tersler, bunun üzerine patronu Tayfun’a konuyu
açar. Tayfun, aslında Mina’ya aşık olmuştur, Mina bunu fark etse de önemsemez,
tek amacı Amerika’ya gitmektir.
Oyuncular kadar, filmin
Görüntü Yönetmeni’ni de kutlamak gerekiyor bana göre. İstanbul’u farklı yönleriyle çok
iyi yansıtıyor. İstiklal Caddesi’nde filmi izlemeye gelmeden önce gördüğüm,
elinde “fal bakılır” yazısını tutan çocuk filmi daha da gerçek kılıyor benim
gözümde ve günlük hayatla bütünleştiriyor birden. Kafe’de fal baktıkları
masanın arkasında yer alan sonbahar görüntüsünü yansıtan duvar resmi, filme şiirsel bir boyut kazandırıyor.
Sergiler, film derken
yorgun hissediyorum kendimi. Bir an önce bir şeyler yemek ve dinlenmek istiyorum.
Ertesi günü,13. İstanbul
Bienal’i mekanlarından Galata Rum Okulu’na
gitmeye karar veriyorum. Zaman kaybetmemek için taksiye biniyorum, taksiciye
şehir haritasında yerini göstermeme rağmen, beni mekandan epeyce uzakta bir
yerde indiriyor, geriye doğru yürüyerek ulaşıyorum bu güzelim binaya. Giriş’te
demirlerle çevrilmiş, karşı duvarda çizimlerin bulunduğu mekanda iki genç kız
oturmuş, yün ditiyorlar. Çok iyi anlayamıyorum
oradaki ortamı, en iyisi yukarı katlara çıkıp dönüşte yeniden bakarım
diyorum içimden.
Amsterdam doğumlu
sanatçı Falke Pisano’nun , “Bozulmuş Bedenler, Çatlamış Zihinler için
Bedenin Krizleri baskıları” altı
dijital baskı ile “Düzensiz Bedenler
Kırılmış Zihinler” videosunu izliyorum bir süre. Video,
travma, zihinsel hastalık ve madde kullanımı sonrasında zihinsel ve
fiziksel parçalanmaya odaklanıyor. Basim
Magdy’nin, “Dünyayı anlamak İçin 13 Temel Kural” 5’16’’, fiminde yer alan
kurallardan biri aklıma kazınıveriyor. “Asla köpeklere ve insanlara güvenme.
İkisi de kızdığında ısırır”. Filmin görselliği etkiliyeci. Agniezka
Polska’nın “Saç“ filminde şiirsel dili çok etkileyici buluyorum. Kıyıdaki
taşların üzerinden ufka doğru bakan adamın söylediği, "Sen burada yokken, rüzgarsız bir yelken gibiyim.", "Kuşların terkettiği yuva
gibiyim." cümleleri içimi yakıyor, Ahmet’in
ardından duyduğum hisleri yansıtıyor,
adamın yerinde kendimi hayal ediyorum ve ağlıyorum. Jean Rouch’un “ Çılgın
Efendiler”1955, belgesel filmini izlemek biraz yürek istiyor. “Gana’nın
başkenti Akra’da göçmen işçi olarak
çalışan Hauka tarikatı üyelerinin bir Pazar günü gerçekleştirdikleri ruhlar tarafından
ele geçirilme törenini belgeler.” Martin
Cordian& Tomas Espina’nın “Nüfuz Alanı ” bir ev içini yansıtıyor.
Burada yer alan nesneleri sanatçılardan biri kırmış, diğeri yapıştırarak eski
haline getirmiş. “Bu çatlak, geç dönem kapitalizmin günümüzde karşı karşıya
bulunduğu sosyo-politik parçalanmaya, kriz dönemlerinde günümüz bireyinin
yaşadığı çöküşe ve doğal felaketlerin
izlerine karşılık geliyor olabilir.” Çatı katında yer alan, Sulukule Paltformu,
Sulukulelerin kentsel dönüşüm sonucu yaşadıklarını, aldıkları tavırları
fotoğraflarla, videolarla yansıtıyor.”Mülksüzleştirme Ağları “ kentsel dönüşümün sermaye –iktidar
ilişkileri üzerine kolektif veri derleme
ve yayınlama projesi. Mülksüzleştirme ağları çizilen bir harita üzerinde
görselliğe dönüştürülmüş. Azınlıkların mülksüzleştirilmesi de projenin önemli
konularından biri.
Galata Rum Okulu’nun
çatısından caddesinin karşısında yer
alan bir kiliseyi ve
İstanbul Modern’in
önünde demir atmış, yolcu gemilerini fotoğraflıyorum. Ne zaman İstanbu’a gelsem
bu yolcu gemilerini görürüm. Bir an, sanki aynı gemi hep oradaymış duygusuna
kapılıyorum. O kadar büyük gemi bu kadar yakın kıyıya nasıl yaklaşabiliyor,
hayret ediyorum.
Tarihi okulun merdivenlerin
yavaş yavaş aşağıya inerken, kitaplar arasına gömülmüş bir adamın fotoğrafı,
kendimi anımsatıyor bana. Ahmet’in Kütüphanesi, kütüphanemiz de böyle değil mi?
O fotoğrafın bir parçası gibi hissediyorum kendimi ve bir izleyiciden beni
fotoğraflamasını istiyorum.
En alt kata yeniden
döndüğümde, girişteki alanda İnci Eviner yönetiminde performanslar ve workshop
çalışmaları yapıldığını öğreniyorum. Bienal katoloğundan alıyorum ve” iyi ki
gördüm” dediğim Galata Rum Okulu’ndan ayrılıyorum.
13.İstanbul Bienali’nin
diğer mekanlarından Antrepo’ya çok yakın olduğum halde, zamanımın zlığından
Taksim’e dönüyorum. Kızkardeşimle çay içiyoruz, Mephisto’nun “yeni çıkan kitaplar” ve edebiyat dergileri bölümünde
pekçok dergiye göz gezdiriyorum. Anadolu’nun dört bir tarafından gelen Edebiyat
dergilerini bulmak mümkün Mesphisto’da.
Bir çok sergiyi göremeden
İstanbul’dan ayrılmanın hüznüyle, Antalya’ya dönmek üzere yola koyuluyorum.
Havalaalanında, “granada” edebiyat
dergisinde yer alan, Enis Batur’un “Serafim”
Şiirinin ben debıraktığı
etkiyle ayrılıyorum İstanbul’dan.
Serafim
...
Duydum oysa her ses
kırıntısını, her
Hareketi henüz doğmadan sezdim,
Bu şehrin bana emanet
edildiğini
Bir an olsun aklımdan
çıkarmadım.
...
İmren Tüzün
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder