3 Eylül 2015 Perşembe

Sessiz ve Sensiz Geçti Bir Ağustos Daha


 

 
Poyrazın yakıp kavurduğu sıcak bir günün ardından, akşamı duyumsamak, kapısı herkese açık Akdeniz’in mavi sularında Ağustos’a veda etmek için yola koyulduğumda düştü aklıma yazının başlığı. Belki de bütün yaz boyunca hissettiğim, fakat dile getiremediğim duygularımın, hallerimin bir toplamıydı bu cümle.
İnsan hayatı boyunca, yıllardan yıllara, mevsimlerden mevsimlere, aylardan aylara, günlere, saatlere ve anlara doğru yol alıp duruyor. Gelecek önümüzde belirsizliğini korurken, geçmiş hatıralarına sahip çıkan bir insan için; "Geçmiş aslında geçmezmiş efendim. Hep bir köşede yerinden çıkmak için geceyi beklermiş." Oğuz Atay’ın cümlesinde olduğu gibi geçmiş dolanıp duruyor zihnimizin labirentlerinde.
Ağustos’un sıcak günlerinde bir yere gitmedim, içim kaldırmıyor artık yalnız tatilleri. Bir yandan yazılarının düzeltilerini yaparken, diğer yandan zihinsel bir yolculuk içindeydim,  odalardan odalara, kentlerden kentlere, anılardan anılara dolaşıp durdum, sırtımdan terler akarken. Gençliğimdeki Ağustos’tan çıktım yolculuğa.
Genç kızlığımda,  akşamüstleri saat dörde doğru evimizin önündeki betonu yıkardı birimiz, diğerimiz çay koyardı, elektriksiz pasta tenceremizde güzel kabarmış kek kokuları sarardı iki katlı evimizi. Sonra sığırların otlatma vakti gelir, onlar önde ben arkada yola koyulurduk, büyük bahçemize doğru.  Sığırlar otlarını yerken, onları gözden kaybetmeyecek bir şekilde, bir portakal ağacının dibine oturur, elişimin içine gizlice koyduğum, Yurda Ablanın kitaplığından alıp getirdiğim Dostoyevski, Tolstoy, Balzac romanlarını okurdum.  Annemi kızdırmamak için de akşama doğru biraz el işi yapardım. Bu yaz Dostoyevski’nin “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”ını okurken aldığım tat gibi, fakat bir yanı eksik yine de ne Annem hayatta ne de Yurda Abla.
1993 Ağustos’unda Ahmet’le Ankara’ya yaptığımız otobüs yolculuğu, Antalya’nın sıcağından sonra Ankara’da üşümemiz, bir de o yolculuk esnasında gördüğüm, Ahmet’in sağlığına kavuşacağı inancı veren o rüya aklımdan çıkmaz hiç.
Bir etkinliğe katılman için Nürnberg’e yaptığımız yolculuk, 12 Ağustos 2006’da Ahmet’in Fitzgerald Kusz’un  şiirlerini Türkçe’ye çevirişi, ondan daha etkileyici olan ise, Türkçe şiirleri  Almanca’ya çevirmesiydi.  O etkinliğin aurasını anlatmak zor, iyi ki fotoğraflarını çekmişim,  geçmişin bize hatırası şimdi.
Nürnberg’den Köln’e hızlı trenle yaptığımız yolculuk boyunca, Almanya’nın tabiatını sevmiştim de bulanık Ren nehri beni tedirgin etmişti, üstünde gemiler gidip geliyor olmasaydı, mavi suların çocuğu olarak Ren’e tahammülüm zor olacaktı. Köln Katedrali karşılamıştı bizi, heybetiyle sanki diğer bütün mimariyi küçümsüyor gibiydi. Müzeleri gezmiştik, Irena bizi kent dışındaki bir galeriye götürmüş, Bonn’da Guggenheim koleksiyon sergisini görmeye gitmiştik.  Irena  ve Dieter’in evinde, bir akşam Ahmet’le Dieter’in memleket meseleleri üzerine girdikleri tartışma, Ahmet’in evi terk etmesiyle sonuçlanmıştı. Ahmet’in tavrı, iyi Almanca bilen bir Entelektüel’in duyarlılığıydı.  Aradan yıllar geçti, Irena ve Dieter’le bu sefer Antalya’da havaalanında birkaç saat de olsa görüşme olanağımız oldu, yine bir Ağustos ayında.
Viyana’ydım biraz, Ulla’nın o tarihi evinden çıkıp Viyana sokaklarında yürümelerimiz. Birlikte gittiğimiz klasik müzik konseri, müzeler, Schönbrunn Sarayı’nın içi,- ne kadar da bakımlı ve temizdi, ister istemez Dolmabahçe Sarayı’nın bakımsızlığıyla karşılaştırmıştık,- çiçeklerle süslü bahçesinde yaptığımız yürüyüş, Central ve Einstein Kafeleri, belki Viyana’dan geçmiş, ruhunu solumuş yazarların, sanatçıların izlerini sürmek istemiştik, fakat hiçbir şey o günlerdeki gibi değildi elbette.
Yakınlarımızın bizi, içinde bulunduğumuz konumu, yapıp eylemelerimizi anlamaları zor oluyor, hele bir de sanat, edebiyatla uğraşıyorsak. Sanki bu memleketin insanı değiliz de bir yabancıymışız gibi hissettiriliyoruz, en küçük bir söz, tavır ve davranışlarında ele veriyorlar kendilerini. En büyük belamızda hatırlamak zaten, onlar unutuyor, biz hatırlıyoruz.
Bir Ağustos ayında, Berlin’de misafirliğe gittiğimiz kapının zilini çaldı ev sahibi, birkaç kez üst üste, fakat kapı açılmadı. En sonunda kendisi açmak zorunda kaldı. O an, işte gelmemiz istenmiyor duygusu basmıştı beni de, yine de belli etmemiştim Ahmet’e. Kapı açılıp içeri girdiğimizde ev sahibimizin eşi ve çocuğuyla karşılaşmıştık. Belli ki, öncesinde bir hesaplaşma yaşanmıştı. Aldırış etmemeye çalıştık, misafirdik ne de olsa. Berlin’de görecek o kadar yer varken bu küçük davranışlarla uğraşmanın bir anlamı yok diye düşündük. Öyle bir tavırla karşılaştık ki, bu sefer tavrı biz koyduk ve kendimizi bir otel odasında bulduk. Biliyorum Ahmet çok üzüldü. Fakat yine de, zamanımızı iyi değerlendirmiş,  Berlin Müzelerini gezip, görmüştük.
Neyse ki, Kassel’de doğa içindeki küçük otel Ahmet’e çok iyi geldi, unutamadığını söylerdi hep. 20 Ağustos 2007’de, Kassel’deki bir şatoda gerçekleşen Documenta sergisini görmek için yeşilliğin gölgesinde, parkta dinlene dinlene yürüyüşümüzü unutmak mümkün mü? Fotoğraflara baktım, hayalimde yine oralarda dolaştım seninle.
2010 yazının büyük bir bölümünü Hastane’de,  Ağustos’un son üç haftasını da bir otel odasında, Ahmet’in iyileşmesini bekleyerek geçirmiştik,  dayanışma içinde. Güniz Sokak, Ahmet’in sokakta, bağıra bağıra okuduğu Can Yücel’in  “Sevgi Duvarı”şiirini hatırlıyordur belki de, kim bilir. ”Yalnızlığım benim sidikli kontesim / Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” , tok sesinin yankısı kulaklarımda hala.
İnsan yine de yaşadığı kentteki zihinsel yolculuğunda bir gerçeklik hissediyor nedense. Ağustos 2011’de, senin diyalizden yorgun argın döndüğün sıcak gecelerde, Konyaaltı’nda 16 nolu Beach’te yan yana oturup, gökyüzünde ayı ve yıldızları seyretmiştik. Beni yanında istiyordun hep, elim elinde, bırakma beni diyormuşsun meğer. Ben bir daha ne o kafeye ne de bir gece yarısı deniz kenarına gidip oturdum sen gittiğinden beri. İsteseydim, tek başına da çıkar giderdim, fakat bir tat alamayacağımı biliyordum.
İhmal etmediğim üç şey oldu yaz boyunca.  Seni ziyaret etmek, Adam Yayınları’ndan çıkmış şiir kitaplarını götürdüm her gidişimde, şiirler okudum sana. İyi de oldu, bilmediğim yeni şiirlerle tanıştım, şairlerin çok bilinen şiirleriyle anılmasının haksızlık olduğunu düşündüm bir an, keşfedilecek ne güzel şiirler var oysa.
Atölyede küçük çizimler yaptım, kendiliğinden geldi, oysa hiç böylesine küçük kağıtlara çalışmamıştım. Bir de küçük arkadaşım var, adı Arda, beni her gördüğünde atölyede merhaba diyor, resimleri seviyor, güzel şeyler söylüyor. Merak ediyorum, büyüdüğünde nasıl bir izlenim kalacak onda.
Sokrates’in deniz tutkusunu dile getirişinden etkilenmişimdir; “Çoğu zaman insanlardan kaçardım. Hiç doyamadığım, bin bir yüzlü, bin bir huylu sevgilim denize inerdim. Kendimi sularına teslim edip onu kucaklar, denizkızları ve Tritonlar eşliğinde derinlere, çok derinlere açılırdım.”(1)   Bilirsin,  ben de denize gitmeyi, orada ruh bulmayı severim. Sokrates kadar derinlere dalamasam da, Akdeniz’in mavi sularıyla buluşmak, onun şefkatli ve şifalı sularında kendimi tazelemek isterim. Yazdığım ve seslendirdiğim metni henüz sergileme fırsatım olmadı, olursa bir gün sen orada olacaksın, Ankara’da Akdeniz hasretiyle geçirdiğimiz yaz günlerinin anısına. Eminim, Sokrates de üzülürdü benim gibi, denizlerin çocukların yaşamını soldurmasına, onun zamanında da yaşanıyor muydu böyle olaylar acaba?
Ağustos ayı çok sıkıntılı geçti Ahmet. Öylesine acılar yaşandı ki bu topraklarda, ölümler, Suriyeli göçmenlerin denizlerde solup giden hayatları, kurulamayan hükümet, sürekli bir bekleyiş, neyi beklediğimizi bilmeden,  bireysel yaşamımızdan uzaklaştırdı bizi. Sen, uzlaşma kültürünün önemini vurgulardın konuşmalarında, uzlaşılamadı, inatlaştı herkes. Şimdi seçim kararı verildi, hem de benim resmi doğum günümde. Çok da şaşırtmadı beni, doğduğum gün seçim haberlerini dinleyen dedemin kollarına götürüvermiş  Huriye teyze beni, ondandır utangaçlığım, politikadan çok da hoşlanmamam belki de.
Sıcak günler ve acı haberler beni yorduğunda, “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”ın sayfalarına sığındım. Dostoyevski’nin kahramanları, Nataşa, Alyoşa ve  Vanya’nın kötülere karşı verdikleri mücadele, bana da yol yol gösterici oldu, Dostoyevski ne kadar da usta iyi niyetin arkasında yatan kötülüğü anlatmakta. Ne kadar da benzer oluyor insan ilişkileri, sevenlerin huzuruna göz dikenlerin oyunları.
Kendimizi, ilişkimizi, evliliğimizi düşünüyorum sık sık, Ioanna Kuçuradi’nin cümlesi bizi tanımlıyor gibi geldi bana; “ Güç olsa da, etik ilişkinin bilgisi, insanlara bakarak ve yazın yapıtlarının bölgesinde dolaşarak ortaya konabilir. Ama, değerlerin yaşandığı bir etik ilişkiyi yeşertmek ve yaşatmak, bir “mucize”dir; bir ip üzerinde dolaşmaya alışkın iki kişinin karşılaşmasını gerektirir.”(2)
İşte böyle geçti bir Ağustos daha, zihinsel bir yolculukta, geçmişle bugün arasında.

 İmren Tüzün
Ağustos - Eylül, 2015

Kaynakça:
1 -Sokrates’in Gerçek Savunması – Kostas Vanalis – Çeviren: Ari Çokona – Pan Yayıncılık
2 - Ioanna Kuçuradi – Etik – Türkiye Felsefe Kurumu – Ankara, 1996

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder