6 Aralık 2017 Çarşamba

Rönesans’ın İzinde İtalya Yolculuğu: Milano-Venedik- Floransa



                                                      Sıdıka’yla yolculuğumuzun anısına...                                                                                            
                                                                                                 06.12.98

Şu anda Sıdıka’yla Milano – Venedik treninde, altı kişilik kompartımanda yolculuk yapıyoruz. Pencere kenarında iki yaşlı kadın ve genç bir çift ile birlikteyiz. Sıdıka’yla biraz sohbet ettikten sonra, o kitap okumaya ben de Milano’ya geldiğim gün aldığım defterime, Antalya’dan itibaren yolculuğumu yazmaya başlıyorum.

                                                                                                   05.12.98

Sabah saat 04:00’de telefon çaldığında elektrikler kesikti. Karanlıkta mum bulmaya çalıştık. Daha önceden bavulumu hazırladığım için, sadece giyinmem ve saçımı toparlamam gerekiyordu. Ahmet ve ben taksi şoförünün de yardımıyla, beşinci kattan inip taksiyle havaalanına doğru yol aldık. Dış hatlar terminalinde biletimi check-in yaptırıp bavulu  teslim ettik. Ahmet’le vedalaştıktan sonra polis kontrolü için sıraya girdim. THY ile önce İstanbul’a uçtum. Havaalanında transit yolcuların dış hatlar otobüsüne binmeleri anons edildi. Diğer yolcularla birlikte dış hatlar terminaline gittik. İstanbul Dış Hatlar Terminali çok kalabalıktı. Milano uçağının kalkış saatini görebilmek için sürekli ekranı kontrol ettim. Ekranda Milano uçağını göremeyince THY görevlisinden gidiş kapı numarasını öğrendim. Uçağa binmek üzere güvenlik kontrolünden geçip çıkış kapısına gittim. Milano uçağına çok az kişi bindi. Yaklaşık iki buçuk saatlik yolculuktan sonra Milano’ya ulaştık.

Pasaport ve vize kontrolü için polis kontrolüne girdik. Polis bana; “ Neden İtalya’ya geldiğimi ve ne kadar param olduğunu “ sordu. Ben de ülkelerini ziyaret etmek istediğimi söyledim. Polis pasaportu biraz daha karıştırıp damgayı bastı ve geçtim. Bavulu alıp dışarı çıktığımda Sıdıka beni bekliyordu. Hemen otobüs ile havaalanından şehir merkezine hareket ettik. Yolculuk yaklaşık bir saat sürdü. Yürüyerek eve giderken bu semtin adının Cadano olduğunu öğreniyorum. Buradaki evlerin tarihinin eskiye dayanması dikkatimi çekti. Apartman kapısı geniş bir avluyla açılıyordu. Eski tip asansörle 5. kata çıktık. Evin girişinde küçük L şeklinde bir salon ve mutfak bulunuyordu. Yatak odaları ise evin arka bölümündeydi. Eşyaları odaya koyduk. Hemen çay yapıp 3- 4 ayın özlemini çayla birlikte sohbet ederek giderdik. Akşamüzeri saat 16:00 gibi trenle şehir merkezine gitmeden elimdeki Almanca metinden Milano bölümünü okudum.


MİLANO

“Milano, İtalya’nın en önemli sanayi ve ticaret şehri banka merkezidir. Milano’ya tarihsel kent görünümünü veren, Sanat Tarihi açından önemli yapılarına rağmen; kent geniş caddeleri, yüksek binaları yeni semtleriyle modern bir izlenim bırakmaktadır. Milano, dünya çapındaki opera binası Scala ve tanınmış konservatuarıyla müzik kenti olarak ün kazanmıştır. Turistlerin ilgisini çeken Pavia, Monza, Corno ve Bergamo gezinti yerleri Milano’ya bir saat uzaklıktadır. Milano tarihte İspanyol, Avusturya ve Fransız istilasına uğramış ve 1859 yılında yapılan bir savaş sonrasında İtalyanlar tarafından tekrar geri alınmıştır.”

Kısa bir gezinti için Duomo’ya gittik. Yakındaki mağazalara bakıp yolda kestane yedik, dönüş yolunda ayakta cappuccino içtik. Oturarak içersen daha pahalı olduğunu söylediler. Yolumuzun üzerindeki kitapçılara uğrayıp,  gezimi yazabileceğim defteri üçüncü kitapçıdan aldım. Eve yürüyerek dönerken, etrafı iyice algılamaya çalışırken, Sıdıka bana önemli noktaları gösterdi. Eve geldiğimizde çorba ve salatadan oluşan akşam yemeğimizi yedik. Ertesi gün Venedik’e gideceğimiz için erken yattık. Yol yorgunluğundan uyuyamayacağımı düşünürken umduğumdan çabuk uyumuşum. Sabah saat 06:00’da çalan saatin zili bizim bir an önce kalkmamız gerektiğini haykırıyordu. Alelacele giyindik,  bir sırt çantasını alarak taksiyle merkez istasyona gittik. Trenimiz 07:30’da hareket etti.

                                                                                                 07.12.98

Yine, Venedik – Floransa treninde Venedik’in sözünü ederek yol alıyoruz. Ben en kısa zamanda defterime yazmak için sabırsızlanıyorum.

Sabah saat on gibi Venedik’e geldik. Tren istasyonunda öncelikle Enformasyon bürosuna giderek konaklayacağımız otel için rezervasyon yaptırdık. Hotel Bruno, iki yıldızlı bir otel. İki kişi, oda kahvaltı için bir gecelik 180.000 – Liret ödedik. Hemen, bu ücret ile Türkiye’de dört yıldızlı bir otelde,  hem de yarım pansiyon olarak kalabilirsin diye düşünerek Türk turizmi adına hayıflanıyorum.  Enformasyon deskindeki  kadın, deniz motoruyla gidersek otele daha çabuk ulaşabileceğimizi söylemesine rağmen biz köprüyü geçerek Venedik sokaklarında yürümeye başladık. İlk işimiz kahvaltı için uygun bir kafe bulmak oldu. Kahvaltıda Capuccino ile yağ, reçel ve ekmek yedik, üzerine de sıcak süt içtik. Kahvaltının enerjisiyle dar caddelerden, kanallar üzerindeki küçük köprülerden geçerek Hotel Bruno’ya ulaştık. Enformasyon bürosundan aldığımız voucher ile Pasaportumuzu resepsiyon görevlisine verdik, giriş işlemleri yapıldıktan  sonra  odanın anahtarını aldık . Odamız,  otelin çatı katında, tuvalet ve banyo ise bir kat aşağıdaydı. Bu durum önce canımızı sıktıysa da öncelikle Venedik’le ilgili bilgileri tekrar okuduk.

VENEDİK

“Dar kapsamda ele alındığında; Venedik, birbirleriyle 400’e yakın köprüyle bağlanmış olan 118 küçük adadan oluşmaktadır. Bunun sonucu oluşan 177 kanal şehir trafiğini yönlendirmektedir. Bu kanalların ana kanalı Grande adlı kanaldır. Yüzlerce yıllık bir süreçten sonra Venedik fakir bir balıkçı yerleşim bölgesinden, dünya ticaretinin aranan bir kenti haline geldi. Venedik ismi tarihi ve sanatsal açıdan birçok şeyi çağrıştırıyor. İlk bakışta Venedik, romantik bir seyahat için seçilecek kent izlenimi bırakabilir. Ancak, kültür gezileri için, Kuzey İtalya’nın en önemli sanat merkezidir. Bugün Venediklilerin kanıtlanabilir kökeni Alpler ve Adriyatik arasındaki bölgeye yerleşen ve Likya’dan geldikleri sanılan Venediklilerdir. M.Ö. 3.yy’da Roma ile birlik kurdular.”

Odada biraz dinlendikten sonra, dışarı çıkmak için merdivenlerden inerken, duvardaki konser ilanları dikkatimizi çekti. 20:30’daki Vivaldi ve Haendel konseri için bilet alıp, Venedik’in dar sokaklarında yürümeye başladık. Sokaklar, tıklım tıklım insanlarla dolu. Araba trafiği olmadığı için, sokaklar sadece insanlara ve çok az da bisikletli yolculara kalmış. Venedik’in sokakları, Antalya Kaleiçi’nin sokaklarına çok benziyordu. Bu eski, aynı zamanda hayat dolu sokakların yanında Kaleiçi’nin sokaklarının bakımsızlığına ve insanların orayı gezmekte gösterdikleri çekinceye üzülüyorum. Kaleiçi sokaklarının cıvıl cıvıl, hayat dolu olmasını diliyorum. Burada adım başı hediyelik eşya dükkanları var. Maskeler, cam biblolar, beyaz el işleri özellikle dikkatimi çekti. Öğle yemeği için, turistik bir lokantada karar kıldık,  sebze çorbası, makarna ve karışık salata yedikten sonra, yürüyerek “ Piazza di San Marco “ meydanına ulaştık. Ben elimdeki Almanca metinden, Marcus Meydanı’yla ilgili bilgileri okudum. “ Venedikliler tarafından kısaca La Pıazza ( Meydan ) olarak anılan; bugün de kentin merkezi yaşamlarının odak noktası olan Marcus Meydanı, turistlerin olduğu gibi yerli halkında sabahtan gece yarılarına kadar ilgi odağıdır. Özellikle, yaz akşamlarında kafelerden müzik sesi yükseldiğinde, Marcus Meydanı bir konser salonuna dönüşüyor.” Marcus Meydanı’nın üç tarafı tarihi yapılarla çevrili. Marcus Kilisesi ve Dogen Palast (Saray ) sınırlandırılmış, tarihi binaların altında sayısız kafeler var. Marcus Meydanı’nda bir tur attıktan sonra Marcus Kilise’sini gezmeye karar veriyoruz. Önce, sayısını hatırlayamadığım merdivenlerden tırmanarak üst bölüme çıkıyoruz. Kilise’nin terası Marcus Meydanı’na bakıyor. Terasta Bizans’tan getirtilen dört tane muhteşem bronz atları görüyoruz. Buradan Marcus Meydanı ve Bronz Atların fotoğrafını çektik,  oradaki turistlerden rica edip fotoğrafımızı çektiriyoruz. Kilise’nin içi duvar freskleri ve mozaikle kaplıydı. Mozaiklerin altınla kaplı olduğunu öğreniyoruz. Duvar resimleri beni çok etkiliyor. Merdivenlerden inerek kilisenin içini gezerken, Kilise’nin içindeki bir bölümün parayla gezilebileceğini öğreniyoruz. Burada, üzerinde değerli taşların ve küçük resimlerin bulunduğu panoyu görüyor, müthiş etkisiyle kilisenin içini bir süre daha dolaşıyor ve Marcus Meydanı’na çıkıyoruz. Çok sayıdaki güvercin Marcus Meydanı’nda ayrı bir atmosfer yaratıyordu. “ Söylence, bu güvercinlerin Altona Kentinde oturanların, Laguna Adasına kaçarken onlara yol gösteren güvercinler olduğunu anlatıyor.” Museum Correra’ya gitmek için Marcus Meydanı’nda yürürken etrafımızı güvercinler sarıyor. Sıdıka çantasından bisküvi çıkartıp güvercinlere veriyor. Güvercinler onun kollarına konduğunda fotoğrafını çekiyorum. Onun güvercinlerle olan iletişimine hayran kalıyor, ben de ondan fotoğrafımı çekmesini istiyorum. Correra Müzesi’nin kapısına geldiğimizde Sıdıka müzeyi daha önce gördüğü için bir daha gezmek istemediğini, bir kafede beni bekleyeceğini söylüyor. 17.000 Liret ödeyip giriş biletini aldığımda görevli aynı biletle Dogen Sarayını’da görebileceğimi söylüyor elimdeki bilgilere göre, Correra’da şehir tarihinden bir koleksiyon ve Venedik Okulu’nun resimlerinin sergilendiği bir resim galerisinin bulunduğu yazılmış. Correra Müzesi’nin girişinde Antonia Covani’nın heykelleri dikkatimi çekiyor. Venedik Okulunun resimlerini ( Bellini, Carpaccio ) görüyorum. Özellikle Francesco Hayez’in resimlerini beğeniyorum. Bu galeride,  Osmanlı – Venedik Deniz savaşının konu edildiği resim benim için ilginçti. Resim galerisinden sonra, eski kitapların sergilendiği kütüphaneyi, askeri mühimmatın ( Tüfek, süngü, top v.b.) ve metalden yapılmış askeri giysilerin sergilendiği bölümü geziyorum. Folklorik eşyaların sergilendiği bölümde, Venedikli kadınların giymiş olduğu terliklerin yüksekliği beni hayrete düşürüyor. Bu bölümün sonunda Venedik kaynaklı oyunun resimlerini gördüm. Oyunla ilgili resim beni ortaokul yıllarıma götürdü. Ortaokul öğrencisiyken, 19 Mayıs törenlerinde erkek öğrencilerin çember oluşturarak birbirinin üzerine çıktığı ve 3 - 4 katın sonunda, en üste bir öğrencinin elindeki bayrağı dalgalandırmasına benzettim. Burada öğrendiğim kadarıyla, bu oyun Venedikli aristokratlar tarafından oynatılan bir oyunmuş.

Notlarımı yazarken Bologna’dan geçiyoruz...

Correra Müzesi’nin çıkışında Sıdıka’yla buluşup Marcus Meydanı’nı geçerek Venedik sokaklarına daldığımızda akşama olmuştu. 20:30’da konsere gideceğimiz için kiliseye yakın bir restauranta giriyoruz. Sıdıka pizza, salata ben de tavuk ve pişirilmiş sebze ile yanında birer bardak kırmızı şaraptan oluşan akşam yemeğimizi yiyoruz. İyi bir restaurant bulmak için özen göstermemize rağmen yemekten hoşnut kaldığımız söylenemez. Klasik Müzik konserini dinlemek üzere kilise yoluna koyuluyoruz. Konser saatine henüz zaman olmasına rağmen kiliseye erken giriyor içini geziyoruz. Kilisede duvar resimleri ve çeşitli sanatçılara ait keman, viyola ve viyolonseller bulunuyor. Vivaldi ve Haendel’in eserlerini Venedik Şehir Orkestrası yorumladı. Kilise oldukça soğuk olduğu için konser bitiminde hemen kiliseden ayrılıp Venedik’in sokaklarını karıştıra karıştıra otele varıyoruz. Odaya çıkmadan önce resepsiyonistten sıcak süt yapmasını rica ediyoruz. Makine ile iki dakikada sıcak sütümüz hazırladı. Ayaküstü sütümüzü içerken resepsiyonist ile sohbet esnasında onunda Türk arkadaşları olduğunu öğreniyoruz. Bu sohbetin ardından odaya çıkıyor, ertesi günü gezeceğimiz yerlerin metnini okuyup, iki metni karşılaştırdık. Yorgunluktan hemen yatağa girip uyumaya çalıştık.

Sabah 09:30 gibi kalkıp, acele bir duştan sonra, o gün Floransa’ya gideceğimizden eşyalarımızı sırt çantamıza koyup, odayı boşalttık. Çantayı akşamüzeri almak üzere resepsiyona teslim edip, kahvaltı salonuna geçtik. Burası çok küçük bir salon, iki kadın görevli, bir yandan kendi aralarında konuşuyor diğer yandan da yeni gelenlere servis yapıyor, kalkanların masalarını topluyordu. Biz de özenle düzenlenmiş masaya oturup, içecek olarak capuccino istedik. Kahvaltıda reçel çeşitliliği dikkatimizi çekti. Bunun yanı sıra tereyağı, ekmek ve kruvasan vardı. Kahvaltıyı kısa sürede yapıp, resepsiyona ücretimizi ödedik,  anahtarı teslim edip, akşamüzeri otele dönmek üzere otelden ayrıldık. Bugün için ilk gideceğimiz yeri Marcus Meydanı’nın rıhtıma açılan kısmında bulunan Campanile Kulesi olarak belirledik. Campaline, 99,6 metre yüksekliğinde kule olup çöken eski kulenin yerine 1905 – 1912 tarihleri arasında inşa edilmiş. Kulenin önündeki kuyrukta sıraya girip, sıranın bize gelmesini bekledik. Kuleye asansörle çıkıldığı için, grup olarak yukarıya çıkarıyorlar. Ücreti ödeyip, kuleye çıktığımızda, Venedik şehri ayaklarımızın altına serilmiş gibiydi. Hava güneşli olduğu için, Venedik’i kuşbakışı seyretmek için çok uygun bir gündü. Kulenin dört bir tarafından fotoğraf çektikten sonra, asansörle aşağıya inerken, kendi kendime, - öyle ki adamlar suyun üzerine şehir kurmuş, biz de Kızkulesi denizin üzerinde nasıl kurulmuş diye düşünürken – diyorum. Kıyı boyunca yürüyüp, sokak ressamlarının resimlerine baktık. Gravür olarak yapılmış iki tane Venedik peyzajı aldık. İki tane alınca ressam bize indirim yaptı. Biraz daha yürüyerek, cam işlerin sergilendiği Galeri’yi gezdik. Özellikle camdan yapılmış renkli kedi heykelleri hoşumuza gitti. Venedik’teki saatimiz gittikçe azalırken, Dogen Palast’ı ( Saray ) görmeden gitmek istemediğim için acele ediyorum. Sıdıka beni kafede beklemeye karar verip, sarayı benim tek başıma gezmemi teklif etti. Daha önceden biletim olduğu için biletimi görevliye gösterip, sarayın gezilecek bölümüne iki kat çıkarak ulaştım. Elimdeki metni tekrar gözden geçirip, ona göre gezmek istedim.

“ Venedik’teki Gotik yapıların en usta işi olan, bu bina hem yazlık ve kışlık hem de hükümet ve adliye binası olarak kullanılıyordu. İlk saray 814 yılında yapıldı. Birçok yangınlar sonucu tahrip olduktan sonra 14. ve 15. yüzyılda bugünkü görünümüne kavuştu. Marcus Kilisesi’nin hemen yanında bir kapı bulunmaktadır. Yasalar bu kapı üzerine asıldığı için, “ Kağıt  Kapı “ olarak adlandırılır. Burada dört bölüm ziyarete açık tutulmaktadır. Tinteretto tarafından yapılan ve tanrı Jüpiter’in denizden çıkıp, Venedik kentinde karşılanışını tasvir eden, tavan freskleri dikkati çekmektedir. Aynı zamanda bu bölümde Tiepelo’nun ve Tizian’ın resimleri yer almaktadır. Bekleme salonu olarak adlandırılan ikinci bölümde, Veronese’nin ünlü resmi “Avrupa’nın Soyulması” ile Tinteretto’nun antik söylenceleri yansıtan dört yapıtı bulunmaktadır. Senato toplantı salonunda Tinteretto’nun “ Günah Çıkarma “ adlı yapıtı hemen kral tahtının üzerinde yer almaktadır. Diğer dikkati çeken nokta, Palma Giovane’nin duvar resimleridir. Danışma kurulu salonunda Tinteretto’nun başyapıtı ve dünyanın en büyük yağlı boya resmi (154 M) “Cennet Resmi “ bulunmaktadır. Dogen Palast’ta aynı zamanda “Pozzi “ adı verilen ve Cumhuriyet döneminde yapılan siyasi tutuklulara ait hapishaneler de gezilebilir.”
         Dogen Palast’ı gezmeye başladığımda, öncelikle ilgimi duvarlara yapılmış haritalar çekti. İtalya’yı ve Akdeniz’i detaylı olarak gösteren duvar haritalarında Türkiye’nin de bazı bölgeleri detaylı olarak gösterilmiş. Ayrıca ahşaptan yapılmış, çapı yaklaşık bir metre, dünya haritaları da zemine oturtulmuştu. Dogen Saray’ında resimler ve tavan fresklerinden etkilenmemek mümkün değil. Özellikle, Tinteretto’nun tavan fresklerinin bulunduğu odayı terk etmem kolay olmadı. Senatonun oturum salonu, bugün bile bir oturumu kaldırabilecek kadar iyi korunmuş. Bu salonda o dönemde görev yapmış senatörlerin portreleri, odanın dört duvarına asılmış. Oyun odasını da gördükten sonra, Cumhuriyet döneminde siyasi tutukluların kaldığı, hapishane odalarının bulunduğu zemin kata geldiğim de içim üşüdü sanki. Çoğu taş duvar bu küçücük odaların, kalın demir kapıları ürkütücü. Bazı odalar tahta ile kaplanmış ve tahta yataklar konmuş. Yukarıdaki ihtişama karşın, aşağıda insanlık dışı bir ortam hüküm sürmüştü anlaşılan. Burada insanı ürküten, soğuk ve karanlık ortam, odalardan birinde mahkumların karakalemle yaptığı insancıl resimlerle ısınıyordu adeta.

         Sarayın bir bölümünde de uluslararası düzeyde cam işler sergilenmişti. Camdan yapılmış, küçüklü büyüklü heykeller arasında ben metal üzerine yapılmış ağacı beğendim. Bana bu sergi 21.yy’da sanatçıların yaratım materyalinin cam olacağı izlenimini verdi. Sarayın çıkışı alışveriş merkezine açılıyordu. Modern resimlerin bulunduğu Galeri Pesaro’nun bakım nedeniyle kapalı olduğunu duyduğum için göremeyeceğimizi düşünüp kitabı ile birkaç tane kartpostal alarak kafamda bin bir türlü görüntü ile Marcus Meydanı’n da bir kafede beni bekleyen Sıdıka’nın yanına koşturuyorum. Biraz gecikmiştim doğrusu. Venedik sokaklarını hızlıca kat edip, otelden eşyalarımızı alıp Rialto Köprüsü’nü geçerek istasyona doğru yola koyulduk. “Rialto Köprüsü, 1588’den 1592’ye kadar ağaçtan yapılmış. Köprünün uzunluğu 48 metre, genişliği 22 metre ve orta yüksekliği 7,5 metre olup 1854’e kadar kanal üzerindeki tek köprüymüş.” Trene binmeden önce bir şeyler yemek istediğimiz için istasyona yakın bir pizzacıda oturup çabucak menüye göz gezdiriyor, lazanya siparişi veriyoruz. Trenin kalkmasına yarım saat olduğu için ağzımız yana yana lazanyayı yerken vakit kaybetmemek için ödemeyi yapıyor, Venedik’te yediğimiz en güzel yemek olduğunu düşünerek trene yetişmek için adımlarımızı hızlandırıyoruz. Köprüyü geçip istasyona ulaştığımızda, Floransa Trenini kolayca buluyoruz.

Milano- Venedik Trenindeki gibi kompartımanımız yine altı kişilik. Bizimle beraber genç bir kız da yolculuk ediyor. New York’u tanıtan kalın bir kitaba dalmış durumda. Pencere kenarındaki koltuklarımızda güneşin batışını seyrederek yol alırken Venedik izlenimlerimizi anlatıyoruz. Venedik’te daracık sokaklar sanki bir dönme dolap gibi. Sokaklarda insan kaynarken, evlerden dışarıya taşan bir hayat belirtisi yok gibi. Bütün taşıma işlemleri deniz motoruyla yapıldığı için yaşlı ve hasta insanların hareket alanlarının kısıtlanmış olduğu izlemine kapıldım. Bir anda, Venedik’in tüm çekiciliğine rağmen sıkışmış bir hayat yaşanıyormuş gibi geldi bana. Burada ekonomik gücün yerinde olursa hoş bir hayat yaşanabilir sanıyorum. Özellikle, 19. yy sonu ve başında yazarların dinlence için Venedik’i seçmeleri benim düşüncemi doğruluyor gibi. Kentin tarihi dokusunun tamamen korunduğunun göstergesi evlerin dış yüzeyinde dökülmeler  görünmesine rağmen yerli yerinde duruyor olması. Türkiye’de birçok eski evin, yık yeniden yap mantığına yenik düştüğünü toplum olarak seyredip duruyoruz. Tren yavaş yavaş Floransa’ya yaklaşırken tanımadığımız bir şehre akşam ulaşmanın hafif tedirginliğini hissediyoruz.

         Floransa’ya ulaştığımızda saat 20:30 civarıydı. İstasyondaki enformasyon bürosuna giderek, otel rezervasyonu yaptırmak istiyoruz. Burada bir gece kalacağımız için ucuz bir otel talep ediyoruz. Oradaki görevli, tuvaleti ve banyosu odada bulunan bir yıldızlı otelin fiyatının yüz bin liret olduğunu söyleyince,  hemen kabul ediyoruz. Otelin adı Toscana, paranın tamamını ödeyerek voucheri alıyor, Floransa şehir haritasına bakarak oteli aramaya başlıyoruz: Toscana’ya ulaşıncaya kadar birçok otelin önünden geçiyor, kalacağımız otelin iyi bir yer olmayabileceğini düşünürken karşımıza Toscana otel çıkıyor. Daha girişte kötü bir izlenim edinmemize rağmen, iki kat çıkıp resepsiyona ulaştığımızda resepsiyon grevlisi otele tezat olarak bizde güven duygusu uyandırıyor. İşlemleri yaptırıp dolambaçlı koridorlardan geçerek odaya ulaşıyoruz. Rengi iyice uçmuş yatak örtüsü ve iyi temizlenmediği her halinden belli zeminiyle oda tamamen iticiydi. Soluklanmak için oturduğumuzda Sıdıka’ya bu otelde kesinlikle kalmak istemediğimi ve bir an önce gitmek istediğimi söylüyorum. Sıdıka, biraz tepki gösterse de benim gidip resepiyonla konuşmamı istiyor. Resepsiyonist otel değiştirme isteğimize olumlu yaklaşıyor. Ancak, ödediğimiz parayı, voucher ile enformayon bürosundan geri alabileceğimizi söylüyor. Bunun üzerine odaya dönüyor, Sıdıka’ya hemen buradan çıkmamız gerektiğini söyledikten sonra kaçarcasına otelden çıkıyoruz. Yolda burayı, İstanbul’un Laleli bölgesine çok benzetiyoruz. İstasyona geri döndüğümüzde enformasyon bürosu kapanmak üzereydi. Görevli, parayı  ertesi günü alabileceğimizi söylüyor. Parayı alamadığımız gibi otelsiz de kalıyoruz. İstasyonda on dakika kızgınlığımızı gidermeye çalışarak öylece dikilip kaldık, Sıdıka oldukça sinirlenmişti, bana da onu sakinleştirmek düşmüştü. Geceyi geçirebileceğimiz uygun bir otel aramak üzere kendimize başka bir yön seçip yürümeye başlıyoruz. Cadde üzerinde gördüğümüz Hotel Makhieveli Palast bana güven verici geliyor. Otele giriyoruz, bayan resepiyonistten fiyatları öğreniyoruz. Bir gece, oda kahvaltı 180000 liret fiyat verebileceğini,-daha önce otel konusunu anlatmıştık-, odayı görüp öyle karar vermemizi istiyor. Odayı görür görmez orada kalmakta karar veriyor işlemlerimizi yaptırıp odaya çıkıyoruz. Bir süre dinlendikten sonra resepsiyonistten bize akşam yemeği için bir lokanta önermesini rica ediyoruz. Otelin yan sokağın Trattoria Restaurant’ta iyi bir yemek bulabileceğimizi, ancak bu saatte dolu olabileceğini ve gidip bakmamızı söylüyor. Gerçektende restaurant doluydu ve bize yarım saat sonra gelmemizi söylediler. Biz de, bu arada, Almanca Floransa kitabı alarak yarım saati dolduruyoruz. Restaurant’a gittiğimizde bizden önce gelen bir müşteriyi değil bizim oturabileceğimizi söylüyorlar. Çorba, karışık salata, patates ve peynirden oluşan yemeğimizin yanında kırmızı şarap içmeyi tercih ediyoruz. Bu restaurantın ortamı çok güzeldi. Duvarlarda buraya gelen insanların çizdiği resimler, diğer ülke paralarının bulunduğu bir pano ve eski eşyalar vardı.100 bin Türk Lirasını da görünce burada başka Türkler de yemek yemiş diyoruz. Floransa’ya geldiğimizde yaşadığımız olumsuz otel macerasının ardından bu akşam yemeği bizi oldukça memnun ediyor. Yemekten sonra otele geliyor bir süre otelin lobisinde oturuyoruz. Oteldeki ortam bizi epey rahatlatıyor. Odamıza çıkıp Floransa kitabını bir süre inceliyor 8.12.98 tarihinde nereleri görmek istediğimizi konuşuyor, tertemiz çarşaflı yatakta uykuya dalıyoruz.

         Rönesans’ın doğduğu şehir olan Floransa’ya gezimizi, Milano’da sabah kahvaltısında yazmaya başlıyorum. Bir yandan çayımı içip diğer yandan da Milano’nun asırlık evlerine bakarak…
                                                                                
                                                                                                   08.12.98

         Yeni bir kentte uyanmanın verdiği heyecanla, bir an önce şehre dalabilmek için eşyalarımızı toparlayıp resepsiyona bırakıyor, kahvaltı salonunu geçiyoruz. Çeşitli uluslardan insanlar kahvaltılarına başlamışlardı bile. Açık büfe kahvaltıda çok fazla seçenek olmasına karşın hafif bir kahvaltı yapmayı tercih ediyoruz. Kahvaltı esnasında bir gün önce almış olduğumuz Floransa kitabına göz gezdiriyor, bilgilerimizi tazeliyoruz.
        
        


FLORANSA

“ Floransa Toskana bölgesinde bulunmaktadır. Geniş bir ova üzerine kurulmuştur. Arno ve Mugnone bölgeleriyle sınırı bulunmaktadır. Prehistorya döneminde yaşanan ancak çok fazla bilgi sahibi olmadığımız kısa bir yerleşimden sonra, M.Ö. 8. yüzyılda, Villenova büyük bir göçe sahne olmuştur. M.Ö. 59. yılında Roma İmparatorluğu kentleri arasına katılır. Bugün sınırlarını oluşturan yerleşimin o döneme kadar uzandığı söylenebilmektedir. Roma döneminde yaşadığı ”Altın Çağ” Floransa’yı önemli kentler durumuna yükseltmiştir. Bu nedenle kentin sık sık baskınlara uğradığı görülmektedir. M.S. 405’den 539’a kadar süren bu “karanlık dönem”, Bizanslıların kenti almasıyla noktalanmıştır. Bugün sanat, edebiyat alanında önemli bir yer tutan Floransa’nın Rönesans aydınlanma kenti olmasının ilk adımları M.S. 1000 yılında atıldı diyebiliriz. Kentin etrafı yeni surlarla çevrilmiş ve özerkliği ilan edilmiştir. Bu dönemde yapılan dini ve kent yaşamına yönelik binalar Floransa’nın daha sonra yaşayacağı gelişme ile ilgili önemli ipuçları vermektedir. 1183 yılında Floransa özerkliğin de ötesinde “bağımsız” bir kent  olmuştur. Ancak, bu beraberinde “ İmparator Yanlıları”, “ Kilise Yanlıları” gibi önemli bir bölünmeyi de getirmiştir. Yaşanan bunalıma rağmen Floransa bu dönemde başta Dante olmak üzere önemli sanatçıları çıkarmıştır. 15. yüzyılda Floransa’nın ticaret açısından gelişmesi, onu Avrupa’nın sanat, kültür merkezi yapmıştır. Özellikle ticaretin gelişmesi sonucu ortaya çıkan aristokrat aileler sanatçıları himayelerine alarak onların ve sanatın gelişimine olanak sağlamıştır. Bunlardan Medici ailesi, 18.yüzyılın ilk yarısına kadar Floransa’nın yönetimi üzerinde etkili olmuş ve kent Hümanizm, Rönesans anlayışının en önemli merkezi durumuna gelmiştir. Leonardo da Vinci, Michelangelo’nun yapıtlarıyla kent kültürünü zenginleştirdikleri bir dönemdir bu yıllar. 1737 yılından itibaren Floransa yaşadığı iç huzursuzluklar nedeniyle önemli bir “Çöküş Dönemine” girdi. İtalya’nın birleşmesinden, ulusal bütünlük sağlanmasından sonra Toskana bölgesi 1860 yılında halk oylamasıyla İtalya Krallığı sınırlarına katıldı Floransa, çok kısa da olsa yeni kurulan ülkenin başkenti oldu. “

Enerjimizi toplamış olarak, elimizdeki şehir haritası ile Floransa sokaklarına dalıyoruz. Duomo’ya ulaştığımızda önce Baptisterium’un içini geziyoruz.Tavanları mozaik resimlerle kaplı. Baptisterium’un üç önemli kapısının dış kısmında önemli kabartma resimler bulunuyor. Hemen yanında ki Duomo’nun kapalı olduğunu ve öğleden sonra açılacağını öğreniyoruz. Oradan Cumhuriyet Meydanı’na “Der Platz der Republic” gidiyoruz. Burası büyük bir meydan ve aynı zamanda büyük bir giriş kapısı mevcut. Yürüyerek “Die Palaza Della Signoria”ya geçiyoruz. Burada, meydanda heybetli heykeller var. Heykellerden bir tanesi Michelangelo’nun Davut heykeliydi. Hemen bu meydanın  yanındaki Vechio Meydanında ise Cosima I. Dei, ayrıca Medici’nin at üzerinde heykeli mevcut. Bu meydanların yakınındaki Uffizi Galerisi’ni görmek için gittiğimizde, Galeri’yi gezmek isteyen insanların oluşturduğu kuyruğun arkasında biz de sıraya giriyoruz. Beklerken bir yandan da elimizdeki dökümanlardan Uffizi Galerisi hakkında bilgi edinmeye çalışıyoruz.


                 
“ Uffizi olarak tanımladığımız mekanlar İtalya’nın en ünlü resim galerilerini ve müzelerini oluşturmaktadır. Bu mekanlar sadece Floransa resim sanatı ve akımları hakkında bilgi vermemekte, aynı zamanda İtalyan resim sanatının önemli örneklerini ve akımlarını yansıtmaktadır. Galeride özellikle portre ve antik çağ heykelleri göze çarpmaktadır. Venedik grubu ve Flamen Okulu gibi İtalyan resim sanatının önemli örnekleri de koleksiyonda yer almaktadır.” İçeriye, insanları grup grup alıyorlardı. Uzun süre ayakta bekledikten sonra içeri alınma sırası bize gelmişti nihayet. Bu galeride öncelikle Michalengelo, Leonardo Da Vinci, Rafaello ve Boticelli’nin eskizlerini görüyoruz. Çoğu bilinen eserlerin taslaklarıydı. Benim burada dikkatimi çeken nokta Leonardo Da Vinci dışında, diğer sanatçılar daha çok insan vücudunun ayrıntılarını inceleyip çizmişler. Leonardo Da Vinci’nin ise doğa, persfektif ve bina projeleriyle ilgili çizimleri bulunuyordu. Uffizi Galeri’de sırasıyla primitifler ve 14.yy ustaları, geç Gotik, erken Rönesans, Filippo Lippi, Piero Della Francessa, Boticelli, Verrachio, Signorelli, Perugino, erken Floransalı Manieristler, Venedik Ressamları, 18. ve 19. yy. İtalyan Resmi, Alman Albrecht Dürer, Hollandalı Rubens, Van Dyk, İspanyol Goya
ve Velazquez’in eserlerini gördüğümüz galeride özellikle Boticelli, Dürer, Caravaggio, Leonardo Da Vinci, Rafaello, Tiziano ve Tinteretto’nun eserleri dikkatimi çekiyor. Burada Boticelli’nin “İlk Bahar” ve “Venüs’ün Doğuşu” isimli eserleri muhteşemdi. Birçok izleyici gibi biz de bu eserlerin önünden zor ayrılabildik. Venedik Okulu’ndan Veronese, 18. ve 19. yüzyıl İtalyan ressamlarından Francessa Guardi, Govanni Tiepola, İspanyol Goya ve Velazquez’in resimleri de beni etkileyenler arasındaydı. Benim dikkatimi çeken diğer bir konu ise 1300’lü yıllarda başlayan resim serüveninde daha çok dinsel ağırlıklı konular işlenirken, Boticelli, Leonardo Da Vinci, Caravaggio, Rafaello, Tiziano ve Tinteretto gibi sanatçıların eserlerinde, kadınları, o dönemin önemli kişilerini görmekteyiz. Dinsel ağırlıklı resimler de, özellikle alt-üst, ezen–ezilen, güçlü- güçsüz insanlar, doğum, çocuğun kutsanması konu olarak seçilmiş. Galerinin çıkışında alış veriş merkezi vardı. Buradan “Uffizi Galerisi’ni” anlatan bir kitap ile Leonardo Da Vinci’nin çizimlerinin bulunduğu bir kitap aldım. Oradan “Die Galeri der Akademia” gitmek üzere yola çıktık. Yolda yine bir restaurantta ben lazanya, Sıdıka’da makarna ve salatadan oluşan öğle yemeğimizi yiyip üzerine capuccino içerek enerjimizi toplamış bir şekilde yola koyulduk. Yolu şaşırdığımız için biraz zaman kaybettik. Bu esnada bir sanatçının özel stüdyosun da resimlerini görme fırsatımız oldu.

Di Akademia der Galeria

“Galeri, Michalengelo’nun en önemli heykel yapıtlarını içermektedir. Ana bölüme girişi kapısının hemen yanında, “ Filistinli Pieta” ve Floransa Merkez Kilisesi için düşünülen Kutsal Mathis ve 2.Giulios’un mezarını zenginleştirmek için yapılan ancak tamamlanamayan “Dört Köle” heykelleri yer almaktadır. Sergilenen eserler arasında “ Filistinli Pieta” bugün üzerinde tartışılan en önemli heykeldir. Bazı sanat tarihçileri eserin Michalengelo’ya ait olmadığını iddia etmektedirler. Ana bölümde yer alan heykellerin arasında, 13. ve 14. yüzyılın en önemli akımı olan “ Toskana Okulu’ndan örnekler göze çarpmaktadır. ” Uzun bir arayıştan sonra, Akademi Galeri’sini bulduğumuzda, üzerimizde bozuk para olmadığı için, ancak benim için bilet alabildik. Galerinin ilk girişindeki heykeller Michalengelo’ya aitti. Buradaki heykellerde soyut yaklaşımlar vardı. Ortadaki ana bölümde ise, Michalengelo’nun büyük Davut Heykeli ise muhteşemdi. Böylesine görkemli ve insanı halesine alan heykel görmemiştim. Anadolu’da çıkan pek çok heykele kafa tutar gibiydi, en mükemmeli benim diyordu adeta. Burada da bir çok sanatçıya ait resimler mevcuttu. 20. yüzyılda yapılmış heykeller özel bir bölümde sergilenmişti ve ancak burayı gezmek yasaktı. Büyük bir kapıdan içerideki heykelleri görebiliyordunuz. Ayrıca Giambologna’nın üçlü heykeli beni çok etkiledi. Galeride çeşitli müzik aletleri de sergileniyordu.

Galeride daha çok zaman geçirmek isterdim. Fakat kısıtlı bir zaman dilimde de olsa bu eserleri görmüş olmanın hazzıyla galeriden çıkıp otele doğru koşturuyoruz. Eşyalarımızı alıp yine Trattoria restauranta akşam yemeğimizi yedikten sonra tren istasyonuna geliyoruz. Noel öncesi olduğu için istasyon çok kalabalıktı. 8.12.98,  saat 19:19’da Floransa’dan Milano’ya hareket ediyoruz. Koltuklu bilet bulamadığımız için ayakta yolculuk yapmaktayız. Tren tıklım tıklım dolu. Biraz ayakta,  biraz yerde idare ediyoruz koltuklar boşalıncaya kadar. Saat 23:45 gibi Milano’ya ulaşıyoruz. Cadona’ya trenle oradan yürüyerek eve doğru yol alıyoruz. Eve ulaştığımızda, Sıdıka’nın ev arkadaşı Helen henüz gelmemişti. Bizden bir süre sonra eve gelen Helen ile ayaküstü tanışıp sohbet ediyoruz. O kadar yorgunduk ki odalarımıza çekilip yatıyoruz.
                                                                                                      09.12.98

09.12.98 öğleden sonra ben ortalığı toplamak için – daha doğrusu aldığım kitapları, broşürleri düzenlemek – dışarı çıkmıyorum. Venedik- Floransa gezilerimizle ilgili notları yazmaya devam ediyorum. Karnım aç gibi ev de soğuk sayılır. Evde oturup dinlenmek istiyorum.
                                                                                         
                                                                                                   13.12.98     
09.12.98’de öğleden sonra evden çıkıyor metroyla Duoma’ya gidiyorum. Duomo’nun hemen yanındaki Galleria Vittoria Emanuele’yi gezmek istiyorum. Burası 32 metre yüksekliğinde 196 metre uzunluğunda, üzeri camla örtülü, kafeler, kitabevleri, kuyumcular ve giyim mağazalarının bulunduğu bir alış veriş merkezi. Burada önce kitap evlerini geziyorum. Burada sanat ve seyahat kitapları oldukça ilgi çekici. Modigliani kitabını çok beğeniyorum. Ancak İtalyanca basımı dışında başka bir dilde basımını bulamıyorum. Burada bir cafede oturup biraz dinlendikten sonra Duamo’yu görmeye gidiyorum. Bu kilise dünyanın ikinci büyük kilisesiymiş. Gotik tarzda İtalyan, Fransız ve Alman inşaat ustaları tarafından 1836 yılında yapılmış. Kilisenin içindeki duvarlara dinsel temalı, büyük boyutlu resimler asılmıştı. 9.12.98 gecesi Milano Rotarry Kulübü Senfoni Orkestrası tarafından bir konser verileceği için hazırlıklar yapılıyor. Papaza günah çıkartan insanlar dikkatimi çekiyor. Papaz tahtadan yapılmış bir kulübenin içinde oturuyor. Kulübenin önündeki sandalyeye diz çökmüş papazla konuşuyordu insanlar.

Oradan turizm enformasyon bürosuna giderek şehirdeki etkinliklerle ilgili çeşitli broşürlerle Milano şehir haritasını alıyorum. Yürüyerek eve geldiğimde Sıdıka ve Helen henüz gelmemişlerdi. Bir süre sonra onlar da geldi. Akşam yemeği için, Helen bizi Kanal Boyu’nda bir pizzacıya götürüyor. Burası çok eski bir pizza restaurantıydı. Pizzaların özelliği kiremitte odun fırınında pişirilmesiydi. Ben sebzeli pizza ile şarap içiyorum. Daha sonra tatlı olarak Sıdıka profiterol, Helen dondurma ve bende tiramisu’yu tercih ediyorum.  Oradan çıkıyor, Kanal boyunca bir süre yürüdükten sonra metro ile eve dönüyoruz. Yüksek tavanlı odada Sıdıka ile bir süre sohbet edip uykuya dalıyoruz.
                                                                                                   10.12.98

Biraz geç kalktım. Uyandığımda eve temizlik yapan kadın gelmişti. İngilizce olarak Filipinli olduğunu 23 Aralık 98’de Noel için Filipinlere gideceğini öğreniyorum. Bu arada kapı çalınıyor kapıyı açtığımızda bir rahibin evi kutsamak için ziyaret etmek istediğini öğreniyoruz. Filipinli bayan evdekilerin çalıştığını şuanda beni de göstererek ikimiz olduğunu söylüyor. Rahip yine de evi kutsuyor ve teşekkür ederek ayrılıyor.

           Saat 11:00 gibi dışarı çıkıyor, hemen evin yakınındaki bistroda sıcak sandviç ile capuccino içiyorum. Seyahat acentasına uğrayıp Sıdıka için Malta Air’den,  Malta için yer ayırtıyorum. Oradan metro ile Modern Art Galeria’ya gidiyorum. Müzeyi neredeyse tek başıma geziyorum. Benden başka iki izleyici daha vardı sanırım. Burada benim, Hayez, Sagantini, Nittis, Manet, Van Gogh, Paul Gaugen, Milet’in resimleri dikkatimi çekiyor. Özellikle de Tolouse Lautrec’in grafik eserleri hoşuma gidiyor. Ayrıca, modern İtalyan heykeltıraşların eserleri de ilginçti. Modern Art Galeria’nin yanındaki, Modern Sanat Merkezi’ninde Gerhart Feininger fotoğraf sergisini geziyorum. Özellikle 1960’da çekilmiş New York fotoğrafları ile  sanatçının yakınlarının portreleri ağırlıktaydı sergide. Danışmada oturan görevli bayanla sergiyle ilgili düşüncelerin yazılması istenen formu dolduruyoruz. Bu arada onu İstanbul ve Kapadokya’ya geldiğini öğreniyorum. Kapadokya’yı görmemiş olmam beni üzüyor. Oradan ayrılıyor Via Manzoni Caddesinde yürürken Galeria Santa Corlo’yu görüyor, içeri giriyorum. Galeride Corneille’nin resimleri sergileniyordu. Corneille’nin resimlerini daha önce İstanbul’da, Teşvikiye Sanat Galerisi’nde de resimlerini görmüştüm. Yolda mola veriyor Cafe Verdi’ye oturmaya karar veriyorum. Cafe Verdi’nin vitrininde ünlü opera sanatçılarının fotoğraf ve heykelleri sergileniyor. Burada sebzeli makarna yedikten sonra Via  Brera yolunda yürümeye devam ediyorum. Brera Müzesi’ni zamanım çok az olmasına rağmen gezmeye karar veriyorum. Burası çok eski bir bina. Alt kısımda Güzel Sanatlar Akademisi üst kısım ise Brera Müzesi. Müzenin girişinde müzeye bağışlanmış özel koleksiyon sergileniyor. Bu koleksiyonda 19.yy sonu 20.yy başında yaşamış sanatçıların eserleri mevcut. Modigliani’nin iki resmini beğeniyorum. Müzenin içinde sergilenen çok Giovanni Bellini, Tinteretto, Tiziano gibi sanatçıların büyük boyutlu eserleri dikkat çekiciydi. Dinsel içerikli ikonaları da görebiliyorsunuz. Çok sayıda ziyaretçi galeriyi pür dikkat geziyorlardı. Akşam olmak üzereydi. Buranın yabancısı olmanın verdiği kaygıyla Brera Müzesi kitabını alıyor eve doğru yola koyuluyorum. Yol üzerindeki resim malzemeleri satan mağazadan ilk kez gördüğüm kalem yağlı boyalar alıyorum. Bu dükkanda çok küçük ve çeşitli boyutlarda resim tuvalleri de mevcuttu.

Milano’dan Paris’e tren yolculuğu.

               Aynı akşam trenle Paris’e gideceğimiz için bir an önce eve ulaşıp bavulları hazırlamam gerekiyordu. Eve ulaştığımda Sıdıka henüz gelmemişti. Dört gün izin yapacağı için işlerini ayarlaması gerekiyordu sanırım. Sıdıka gelir gelmez metro ile tren istasyonuna hareket ediyoruz. Akşam yemeğinde bir şey yiyemediğimiz için yanımıza bisküvi alıyoruz sadece. Trene bininceye kadar her şey normal sayılırdı. Trene bindiğimizde Paris’e gideceğimize pişman olmuş gibiydik. Altı kişilik yataklı kompartıman o kadar dardı ki, hareket etmek çok zor olacaktı. Bizim kompartımanda iki İtalyan genç kız da Paris’e gidiyordu iki günlüğüne. Daha sonra kızların yanlış kompartımanda olduğu anlaşıldı. Onlar yan kompartımana geçerken, bizim oraya çok şişman dört kişi geldi. Onlarla aynı kompartımanı paylaşmak çok zor olacaktı. Tren görevlisinin onayıyla kızların odasına geçiyoruz. Sıdıka’yla ben karşılıklı en alt yatakları tercih ediyoruz kızlar ise en üste çıkıyorlar. Torino’dan binen bir çift de evlerindeymiş gibi pijamalarını giyerek ikinci kata yerleştiler. Belli ki  böyle yolculuklara alışıktılar. Tren çok kötü kokuyordu. Hayatımda bu kadar kötü bir yolculuk yaptığımı hatırlamıyorum. Kendimi 2. Dünya savaşında trenlere doldurulan insanlara benzettim. Fakat diğer insanlar ne kadar da rahattılar. Trene bindiğimizde kondüktör pasaportlarımızı topladı. Bu görevli orta boylu hafif şişman ve espritüel birisiydi. Yarı uykulu yarı uyanık yolculuğumuzu kondüktörün sabah oldu diyerek pasaportları geri vermesiyle Paris’e geldiğimizi anladık. Trenden indiğimizde polisler giriş yapanları kontrol ediyorlardı. Özellikle zencileri durdurduklarını gözlemledim. Lyon Garı oldukça büyük ve karmaşıktı, bu nedenle gideceğimiz istasyonun trenini zorlukla bulduk. Auber İstasyonu’nda eşyalarımızla indik. Yine elimizde Paris şehir planı, Rue Godot de Murray Caddesi’nin nerede olduğuna bakarak yön saptamaya çalıştık. Bu caddede önceden rezervasyon yaptırdığımız Capacinos Oteli bulduk. Burası üç yıldızlı bir otel. Daha otelin girişinde bize pek sempatik gelmiyor. Resepsiyondaki görevliye adımıza rezervasyon yapıldığını söylüyoruz. Bize ilk önce 42 nolu odayı veriyorlar. Bu odayı beğenmediğimizi söyleyince 48 nolu odaya geçiyoruz. Bu odanın dekoru iç karatıcıydı. Bordo perde, bordo halı ve bordo yatak örtüsü tek aydınlık mekan banyoydu. Yoldan gelmiştik, yorgunduk. Biran önce otele eşyalarımızı bırakıyor yine o cadde üzerinde kadınların işlettiği bir kafede peynir, reçel ve yağdan oluşan bir kahvaltı yapıyoruz. Kahvaltıda önce çay, üstüne de cappuccino içiyoruz. Hemen ilk izlenimim İtalya’da ki cappuccinoların çok daha güzel olduğu.

             Oradan tekrar otele dönüyor, üzerimizi değiştirdikten sonra Paris’in içine dalmaya çalışıyoruz. Büyük olasılıkla kötü yolculuk nedeniyle ikimiz de sinirliyiz. Paris’te hava kapalı ve soğuk. Önce, Madeleine Meydanı’na, oradan da Rue de Capucinos üzerinden Vendomme Meydanı’na yürüyoruz. Vendomme Meydanı’nın iki tarafı pahalı mağazalarla çevrili ortasında bir heykel bulunan, büyük bir meydan. Mağazalar Noel nedeniyle çok güzel süslenmişti, her şey ışıl ışıldı. Daha iyi bir otel bulmak ümidiyle değişik caddeler dolaşıyoruz. Turizm belgeli Liberty Hotel’de kalmaya karar veriyoruz. Ancak, Capucinos Hotel’e giriş yaptığımız için 11.12.98 gecesi orada konaklamak zorundayız. 12.12.98’de eşyalarımızı toparlıyor, Liberty Hotel’e geçiş yapıyor ve 42 nolu odaya yerleşiyoruz. Daha geniş ve ferah bir oda. Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra Louvre Müzesi’ne doğru yola koyuluyoruz. Concorde Alanı’na çıktığımızda Louvre Müzesi’nin kapalı olduğunu, Orsay Müzesi’nin açık olduğunu öğreniyoruz. Concorde Alanı’nı yürüyerek, Seine Nehri’nin karşı tarafına geçiyoruz. Paris’in ünlü Seine Nehri’ni ilk defa görüyoruz. Nehir boyunca yürüyerek Orsay Müzesi’ne ulaşıyoruz. Tabi müzenin önünde uzun bir kuyrukla karşılaşıyoruz. Biz de sıraya giriyor, giriş biletimizi alıyoruz. Giriş katındaki heykellere baktıktan sonra beşinci kata çıkıyoruz. Saat 14:00’a yaklaşmasına karşın henüz bir şey yememiştik. Beşinci kattaki kafeteryada karnımızı doyuruyoruz.
                 Beşinci katta Emprestyonist ve  ve Post Emprestyonist eserler sergilenmekteydi. Henri Roussou, Signac, Pisarro, Paul Gaugen, Lautrec, Cezanne, Monet, Manet, Renoir resimlerini görüyoruz. Degas’nın ise resim ve heykellerini izliyoruz, Degas’nın balerin heykelleri ilgi çekiciydi. Tolouse Lautrec’in  büyük boyutlu iki resmi de sergileniyordu. Sisley, Whistler gibi İngiliz ressamların peyzajlarıyla, Sagantini’nin resimlerini görüyoruz. Aşağı katlarda Parislilerin kullandığı ev eşyalarını, mimari çalışmaları izliyoruz. İlk katta Courbet, Millet gibi realistlerin eserleri ile Monet, Van Gogh, Manet’in ilk dönemlerine ait resimler de burada sergileniyordu. Fakat, çok farklı resimlerdi bunlar. İlk girişte büyük salondaki heykellere yeniden yeniden bakıyoruz. Bu arada Van Gogh ve Millet’in resimleri arasındaki bağlantıyı inceleyen bir  film için önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyordu. Bu çalışmayı göremediğim için üzüldüm. Louvre Müzesi kapalı olduğundan, Orsay Müzesi oldukça kalabalıktı. Orsay Müzesi çıkışı yakındaki bir kafede espresso içerek dinlendikten sonra Latin Quarter’e gitmek üzere yola koyulduk. Epey yürümemize rağmen, Latin Quarter’e yürüyerek ulaşamayacağımızı anlayıp, metroya bindik. Latin Quarter’in caddelerinde yürüdük. Burada daha çok sahaf, antikacı dükkanlar vardı. Değişik kültürlerin izlerini bu dükkanlarda görebiliyordunuz. Ben, burayı Londra’nın Portobello semtine benzettim. Orada özgün bir kafede akşam yemeği yedik. Yemekte krep ve yeşil salatayı tercih ettik. Seine Nehri’ni yürüyerek geçip Notre Dame Kilisesi’ne dışarıdan baktıktan sonra Rue de Rivo Caddesi’ne çıkıyoruz. Buralarda biraz yürüdükten sonra, gece Louvre Müzesi’nin bahçesinde geziniyoruz. Meşhur Cam Piramiti görüyoruz. Daha sonra müzenin yanındaki metrodan trene biniyor,  Opera İstasyonu’nda iniyoruz. Otele geldiğimizde canımız bir şeyler yemek istiyor. Otelin karşısındaki Firenze Restaurant’ta sebze çorbası içmek için İngilizce sipariş verirken Sıdıka’yla aramızda Türkçe konuşunca, garson bize Türk olduğunu söylüyor ve sıcak ilgi gösteriyorlar. Çok güzel Fransızca konuşuyorlardı ve lokanta çok kalabalıktı.

Bütün gün yürümekten çok yorgun düştüğümüz için hemen yatağa giriyoruz. Ben uyuduğum esnada Sıdıka televizyon seyrediyordu.
                                                                                                   13.12.98

Sabah saat 09:00 gibi kalkıp banyo yaptık. Kahvaltıyı Louvre yakınında yakının da yapmaya karar verip  metro ile Louvre Müzesi’nin önündeki istasyonda indik. Müzeye yakın bir cafede Türk usulü diyebileceğimiz şekilde, omlet, peynir tabağı ve limonlu çaydan oluşan keyifli bir kahvaltıydı. Kahvaltının verdiği enerjiyle, Louvre Müzesi’ne vardığımızda müzenin bugün de kapalı olduğunu, çünkü çalışanların grev yaptığını öğrendik. Oradaki herkes biraz öfkeliydi. Bir İspanyol, bir günlüğüne sadece Louvre görmek için geldiğini ve bunun daha önceden   duyurulması gerektiğini söylüyordu. Orada beklemenin bir anlamı yoktu. Kendimize yeni bir rota çizip, “Forum des Halles” isimli dört katlı modern alış veriş merkezine gittik. Orada çok ucuza elektronik eşyalar satılıyordu. Giyim-kuşam mağazalarında çok çeşitlilik yoktu. Buradan yine yürüyerek Picasso Müzesine gittik.

               Müzenin girişinde yine kalabalık bir grup vardı. Sıraya girip, bileti aldıktan sonra, Museo Picasso kitabını da aldık. Picasso Müzesi’nin tarihçesi kısaca şöyle;

“Ben dünyanın en büyük Picasso koleksiyoncusuyum” Bunu Picasso’nun kendisi söylüyor. Tüm yaşamı boyunca ressam; karakalemden yağlıboya resimlerine kadar, sayısız değerde eserler üretmiş. Bu eserlerin, sanatını çok iyi bilen başkaları tarafından satın alınmaması yönünde mücadele vermiştir. Sevgilisi olan kadınları ve çocuklarını yansıttığı resimleri elden çıkarmayı istememek gibi duygusal bir neden, diğer neden ise, yapıtlarında bir şeyi başarmış olmanın hazzını yaşaması ve onları bir başyapıt olarak görmesidir. Picasso’nun bıraktığı çizimler, yağlıboya resimler, heykeller, grafik, seramik ve kitap kapağı resimleri, Ulusal Müze Danışmanı Dominique Bozo tarafından seçilmiştir. Uzun süre geçici sergi olarak sunulan bu yapıtlar, 1979’da resmiyet kazanmış ve Picasso Müzesi’nin temelini oluşturmuştur. Müze’de 203 yağlıboya, 158 heykel ( Picasso’nun çalışmaları içinde özel bir yeri olan heykelcikler de sergilenmektedir.) 29 Rölyef, 88 Seramik, kağıt üzerine kolaj,1500 çizim, 1600 grafik mevcuttur. Picasso Müzesi 1656’dan 1659’a kadar Pierre Aubert için inşa edilmiş, o günden 1976’ya kadar değişik kullanımlardan sonra Picasso Müzesi olmasına, dönem Kültür Bakan Müsteşarı Michel Guy tarafından karar verilmiştir.”

Binanın oldukça enteresan bir mimarisi vardır. Burada öncelikle Amerika’daki özel koleksiyonlardan hazırlanmış sergiyi gezdik. Mavi Dönemini, Pembe Döneminden Avignonlu Kadınlara kadar olan dönem Avignonlu Kadınlardan Cezannes Kübizmine, Kübizm, Picasso’ya hediye edilen eserler ( Braque, Cezannes, Dega, Matisse ), “Badende Frauen“, “Frauen bei der Toilette”, heykellerini seramiklerini ( vazo ve tabak ) çalışmalarını gördük. Heykellerinde Picasso’nun müthiş yaratıcılığı hissedilebiliyor. Picasso Müzesi’nden çıkışta o kadar eseri bir arada görmenin yorgunluğunu İngiliz tarzı bir cafede elmalı tart ve capucino içerek gidermeye çalıştık. Buradaki kahvelerin tadı İtalya’dakileri tutmuyorsa da yinede cafenin ortamı bizi rahatlattı. Oradan yürüyerek, Seine Nehri’ni geçip Notr Dame Kilisesi’ne geldik.

Notr Dame

“Galilerin istilası döneminde, Cie Adası’nın doğusunda kutsal bir tapınak vardı. 4.yy Aziz Stephanus adına yapılan kilisenin yanına 6.yy’da daha geniş kapsamlı olan Marien Kilisesi inşa edilmiştir. 1163’te bugünkü Katedralin temelleri atılmıştır. 1218 yılında eski kilise kalıntısı tamamen yıkılmış, yeni kiliseye dahil edilmiş ve ortaya yeni bir yapı çıkmıştır. 16. Ludwig döneminde iç mekan genişletilmiş ancak Fransız Devrimi’yle birlikte kilise önemini büyük ölçüde kaybetmiştir. 1831 yılında Victor Hügo’nun “Notre Dame’ın Kamburu” romanı yeniden dikkatleri kilise üzerine çekmiştir. Erken Gotik tarzıyla, Roma tarzından tamamen ayrılıyor.”

                Notre Dame Kilisesi’nin içi Noel nedeniyle oldukça kalabalıktı. İçeride birçok sütun vardı, oldukça yüksek ve görkemliydi. Kilise’nin içinde asılı resim olmasına karşın, tavanları resimlerle süslenmemişti. Floransa ve Venedik Kiliselerinin içi daha etkileyici diyebilirim. Daha sonra kilisenin karşısındaki barakalarda “Les Creshes” isimli Hz. İsa’nın doğuşunun anlatıldığı sergiyi geziyoruz. Buradaki kalabalığı unutmak mümkün değil. Hz. İsa’nın annesi Meryem’in hamile kalışından doğuruşuna kadar olan dönem ayrı bölmelerde görsel olarak canlandırılmıştı.
                 Oradan metro ile Madeleine İstasyonu’na geldik. Akşam yemeğini “Hipotamus” isimli restaurantta( Rue de Capacinos caddesinde ) hafif bir yemek yedik, yanında kırmızı şarap içtik. Otele döndüğümüzde ben günün notlarını yazarken Sıdıka da televizyon kanalları arasında zaping yapıyordu.
     
                                                                                                             14.12.98

14.12.98 günü Rodin Müzesi’ne gitmek üzere yola koyuluyoruz.. Rodin Müzesi’ne ulaştığımızda Pazartesi günleri müzenin kapalı olduğunu gişedeki görevli memurdan öğrendik. Bizim gibi bir Japon da oradaydı. Yakındaki bir kafede patatesli omletle sabah kahvaltısı yaptık. Müzenin kapalı oluşunu içimize sindiremeyip tekrar gittik müzeye. Görevli memur bize bir broşür verdi. Rodin Müzesi, büyük bir bahçenin içinde eski bir bina. 1728’den 1731’e kadar Hotel Brion olarak yapılmış ve 1917’de Rodin’in eserleri sergilenmek üzere devlet tarafından kiralanıp yeniden tasarlanmış. Rodin’in önemli eserlerinden “Düşünen Adam”, “ Öpüş”, “ Gölge” ve “Eva” burada sergileniyormuş.. Gişe  görevlisi hanıma, Rodin’in öğrencisi ve sevgilisi Camil Claudel’in müzede eseri olup olmadığını sorduğumuzda 12 eserinin bulunduğunu, diğerlerinin ise ailesinde olduğunu ve istedikleri zaman sergilediklerini öğreniyoruz. Buradan Invalidendom’a yürüyoruz. Bahçesi çok bakımlı ve değişik bodur ağaçlar vardı. Burası askeri bir müze ve aynı zamanda Napalyon’a ev sahipliği yapmış. Binanın ortasındaki geniş avluda askeri bando eşliğinde gerçekleştirilen töreni izledik bir süre.
                    Oradan Eiffel Kulesi’ne yürüyerek ulaşabileceğimizi öğrendik. Eiffel Kulesi büyük bir park ve bahçenin içerisinde kurulmuş. Kış mevsimi olduğu için park yapraksız ağaçlarıyla terk edilmiş bir görünümdeydi. Eiffel Kulesi’nin bir kısmında bakım çalışmaları yapılıyordu.
                   “Eiffel Kulesi, 300 metre yüksekliğinde, mühendis Gustave Eiffel Tarafından 1887- 1889 yılları arasında inşa edilmiştir.”
                      Kulenin üç platformda gezilebileceğini öğreniyoruz. 1.bölüm 57 m, 2. bölüm 115 m, 3. bölüm 274 m, yüksekliğinde ve her katın ayrı bir ücreti var. Yükseklik korkumuz olduğu için 115m, ikinci platforma kadar çıkmaya karar veriyoruz. Her katta Paris dört bir yandan görülebiliyor. Ayrıca, ikinci katta sadece kafeler, birinci katta ise restaurant, alışveriş merkezi, postane var. Buradan kartlarımızı Türkiye’ye postalıyoruz. Eiffel Kulesi giriş kuyruğunda elimdeki fotoğraf makinesini düşürdüğüm için çekim yapamadım. Bu nedenle kuleden satın aldığım çekilip atılan küçük fotoğraf makinesiyle birkaç fotoğraf çekebildik.

               Eiffel Kulesi sonrası yürürken yol üzerinde barakalarda resim sergisi olduğunu görünce sergiyi gezmek üzere içeri giriyoruz. Burada değişik ülkelerden sanatçıların resim ve heykellerinin sergilendiğini görüyoruz. Türkiyeli sanatçıların da bir standı vardı. Biz sergiyi gezdiğimiz esnada bir Türk ressam da sergiyi geziyordu. Ancak, Sıdıka bu adamın sanatçı görünüşlü olmadığını söyledi. Dünya Modern resminden bir kesit görmüş olmak beni sevindirdi. Concorde Meydanı’nı yürüyerek geçtik, oradan metro ile Montparnesse’ye geldik. 20. yüzyılın başında burası ressamların bölgesiymiş. Bu semt eski özelliğini kaybetmiş, daha çok başka ülkelerden gelen göçmen insanların konakladığı bir semt haline gelmiş. Burada tesadüfi olarak karşılaştığımız Gervin Müzesi’ni gezmeye karar veriyoruz.  Müze’de Fransa tarihine damga vurmuş kişilerin mumyalarıyla, büyük dünya devletlerinin başkanlarının; Bill Clinton, Tony Blair ‘in mumyaları da sergileniyordu. Daha çok Fransız saray yaşamı, düşünürlerin, bestecilerin ;Diderot, Jan Jacque Rousseau, Mozart gibi yaşamı ilgimi çekti Montparnesse’den Capacunes’e  kadar yürüyüp yol üzerindeki “Chez Clement” adlı lokantada steak ve patatesten oluşan akşam yemeğimizi yiyoruz. Otele geldiğimizde ben kendimi yorgun hissediyorum, Sıdıka ise sinemaya gitti, İngiliz filmi, “ The Land Girls”e. Ben de bu arada Ahmet’le konuştum, daha sonra da  Fransa gezimizi kaleme aldım.

Paris’e tam adapte olamadan, yarın sabah Milano’ya hareket edeceğiz. Paris’i hafızamızda 19 yy. ile 20yy. arasında geçen bir yere oturtmuşuz sanıyorum. Fakat Paris, büyük mağazalarıyla, Christmas öncesi pırıl pırıl caddeleriyle, kalabalık kafeleriyle bizi karşıladı. Paris’i daha çok yürüyerek gezdik diyebilirim, bir çok caddesini öğrendik.  Bir kez daha gelirsek, Paris’te yürüyüş açısından zorlanmayacağımızı sanıyorum. Metroları tam öğrendim diyemem. Louvre ve Rodin Müzesi’ni görememek, Paris için büyük eksikliktı, ama bu bizim elimizde olmayan bir şey.

                                                                                 15.12.1998

Paris- Milano trenindeyiz. Oldukça yoğun sis olduğu için etrafı iyi göremiyoruz. Görebildiğimiz kadarıyla, Fransa’daki köyler; yoldan epey ırakta kurulmuş ve eski biçim evlerden oluşuyor. Arada bir büyük yerleşim bölgeleri de görüyoruz. Bu arada aklıma gelen bir takım notları yazmak istiyorum.   

Rodin Müzesi’nin Rodin’in evi olup olmadığını sorduğumuzda, Rodin’in evinin başka semtte ve  kış ayında   kapalı olduğunu öğrendik. 13 Aralık 1998’de “Pompediu Center”e gittik ve Brancusi’nin atölyesini gezdik. Brancusi Romanya asıllı olduğu için Fransız devletinden, atölyesinin olduğu gibi korunması için talepte bulunmuş.

Şu anda İtalya’ya giriş yaptık. Pasaport kontrolü anonsu üzerine, pasaportlarımızı elimize alarak bekliyoruz sıranın bize gelmesini. Karşımızda oturan, Arap kökenli olduğumuz yolcuların pasaportunu inceliyorlar, bizimkine ise bakmadan geçiyorlar. Sınırda bazı insanları indiriyorlar.

15.12.1998, saat 13:00, yolculuk devam ediyor, bir süre sonra Torino  İstasyonu’na varıyoruz. Burada bazı yolcular iniyor, yeni yolcular biniyor trene. Torino tren istasyonu eski bir istasyon görünümünde, yüksek apartmanlar var çevrede. Apartmanlardan bazıları çok eski ve restorasyon yapılanlar var.  Tren hareket ettikten sonra aşırı bir sise girdik, görüş mesafesi pencereden iki metre ancak var, hiçbir şey görünmüyor. Vecelli’de tren durdu, yeni bir istasyon ; “Novara”. Saat 15:30 gibi Milano’ya ulaşıyoruz. Sıdıka istasyonda, Antonio isimli iş arkadaşıyla karşılaştı, işle ilgili biraz konuştular. Bay Antonio, bana samimi olarak “İtalya’ya hoş geldiniz.”dedi.  İstasyon’dan  Metro ile eve geldik. Milano’ya gelince, sanki Türkiye’ye, evimize gelmiş gibi bir duygu oluştu bizde.


Sıdıka ilk iş olarak un çorbası yaptı, ben de salata. Beraber yemek yedik, daha sonra bir süre dinlendik. Eve sebze, meyve ve bazı ihtiyaçları almak gerekiyordu.  Alışveriş merkezinden aldıklarımızı eve getirdik, Sıdıka dolaba yerleştirdi, akşam yemeği için balık ızgara ve salata hazırladık. Akşam sohbetinden sonra, yorgunluktan erken uyumaya karar verdik.

...

Teşekkürler:


Sıdıka Çalışkan : Milano'da, Shell'de çalışırken bana İtalya yolculuğunu olanaklı kılması ve birlikte yolculuğumuzun anısına, teşekkürlerimle...

Ahmet Tüzün   : Almanca'dan Türkçe'ye çeviride ve bir gece metni okuyup, yazı konusunda beni yüreklendirdiği, yolculuğuma maddi ve manevi katkılarından dolayı teşekkürlerimle...

 Suzanne Oparius  : İtalya yolculuğu için bana hissettirdiği heyecan ve sağladığı Almanca dökümanlardan dolayı teşekkürlerimle...

National Tours     : 1998'de çalıştığım National Tours, Antalya Şubesi'nin 
Antalya-İstanbul-Milano-İstanbul-Antalya uçak biletime sponsor oldukları için teşekkürlerimle...

Fatma Gülşah Yanık - Deftere yazmış olduğum yolculuk günlüklerimin bilgisayara aktarılmasında bana yardımcı olduğu için teşekkürlerimle...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder