Sıdıka’yla
yolculuğumuzun anısına...
Şu anda Sıdıka’yla Milano –
Venedik treninde, altı kişilik kompartımanda yolculuk yapıyoruz. Pencere
kenarında iki yaşlı kadın ve genç bir çift ile birlikteyiz. Sıdıka’yla biraz
sohbet ettikten sonra, o kitap okumaya ben de Milano’ya geldiğim gün aldığım
defterime, Antalya’dan itibaren yolculuğumu yazmaya başlıyorum.
05.12.98
Sabah saat 04:00’de telefon çaldığında
elektrikler kesikti. Karanlıkta mum bulmaya çalıştık. Daha önceden bavulumu
hazırladığım için, sadece giyinmem ve saçımı toparlamam gerekiyordu. Ahmet ve
ben taksi şoförünün de yardımıyla, beşinci kattan inip taksiyle havaalanına doğru
yol aldık. Dış hatlar terminalinde biletimi check-in yaptırıp bavulu teslim ettik. Ahmet’le vedalaştıktan sonra
polis kontrolü için sıraya girdim. THY ile önce İstanbul’a uçtum. Havaalanında
transit yolcuların dış hatlar otobüsüne binmeleri anons edildi. Diğer
yolcularla birlikte dış hatlar terminaline gittik. İstanbul Dış Hatlar
Terminali çok kalabalıktı. Milano uçağının kalkış saatini görebilmek için
sürekli ekranı kontrol ettim. Ekranda Milano uçağını göremeyince THY
görevlisinden gidiş kapı numarasını öğrendim. Uçağa binmek üzere güvenlik
kontrolünden geçip çıkış kapısına gittim. Milano uçağına çok az kişi bindi.
Yaklaşık iki buçuk saatlik yolculuktan sonra Milano’ya ulaştık.
Pasaport ve vize kontrolü
için polis kontrolüne girdik. Polis bana; “ Neden İtalya’ya geldiğimi ve ne
kadar param olduğunu “ sordu. Ben de ülkelerini ziyaret etmek istediğimi
söyledim. Polis pasaportu biraz daha karıştırıp damgayı bastı ve geçtim. Bavulu
alıp dışarı çıktığımda Sıdıka beni bekliyordu. Hemen otobüs ile havaalanından
şehir merkezine hareket ettik. Yolculuk yaklaşık bir saat sürdü. Yürüyerek eve
giderken bu semtin adının Cadano olduğunu öğreniyorum. Buradaki evlerin
tarihinin eskiye dayanması dikkatimi çekti. Apartman kapısı geniş bir avluyla
açılıyordu. Eski tip asansörle 5. kata çıktık. Evin girişinde küçük L şeklinde
bir salon ve mutfak bulunuyordu. Yatak odaları ise evin arka bölümündeydi.
Eşyaları odaya koyduk. Hemen çay yapıp 3- 4 ayın özlemini çayla birlikte sohbet
ederek giderdik. Akşamüzeri saat 16:00 gibi trenle şehir merkezine gitmeden
elimdeki Almanca metinden Milano bölümünü okudum.
MİLANO
“Milano, İtalya’nın en önemli
sanayi ve ticaret şehri banka merkezidir. Milano’ya tarihsel kent görünümünü
veren, Sanat Tarihi açından önemli yapılarına rağmen; kent geniş caddeleri,
yüksek binaları yeni semtleriyle modern bir izlenim bırakmaktadır. Milano,
dünya çapındaki opera binası Scala ve tanınmış konservatuarıyla müzik kenti
olarak ün kazanmıştır. Turistlerin ilgisini çeken Pavia, Monza, Corno ve
Bergamo gezinti yerleri Milano’ya bir saat uzaklıktadır. Milano tarihte
İspanyol, Avusturya ve Fransız istilasına uğramış ve 1859 yılında yapılan bir
savaş sonrasında İtalyanlar tarafından tekrar geri alınmıştır.”
Kısa bir gezinti için
Duomo’ya gittik. Yakındaki mağazalara bakıp yolda kestane yedik, dönüş yolunda
ayakta cappuccino içtik. Oturarak içersen daha pahalı olduğunu söylediler.
Yolumuzun üzerindeki kitapçılara uğrayıp, gezimi yazabileceğim defteri üçüncü kitapçıdan
aldım. Eve yürüyerek dönerken, etrafı iyice algılamaya çalışırken, Sıdıka bana önemli
noktaları gösterdi. Eve geldiğimizde çorba ve salatadan oluşan akşam yemeğimizi
yedik. Ertesi gün Venedik’e gideceğimiz için erken yattık. Yol yorgunluğundan
uyuyamayacağımı düşünürken umduğumdan çabuk uyumuşum. Sabah saat 06:00’da çalan
saatin zili bizim bir an önce kalkmamız gerektiğini haykırıyordu. Alelacele
giyindik, bir sırt çantasını alarak
taksiyle merkez istasyona gittik. Trenimiz 07:30’da hareket etti.
07.12.98
Yine, Venedik – Floransa
treninde Venedik’in sözünü ederek yol alıyoruz. Ben en kısa zamanda defterime
yazmak için sabırsızlanıyorum.
Sabah saat on gibi Venedik’e
geldik. Tren istasyonunda öncelikle Enformasyon bürosuna giderek
konaklayacağımız otel için rezervasyon yaptırdık. Hotel Bruno, iki yıldızlı bir
otel. İki kişi, oda kahvaltı için bir gecelik 180.000 – Liret ödedik. Hemen, bu
ücret ile Türkiye’de dört yıldızlı bir otelde, hem de yarım pansiyon olarak kalabilirsin diye
düşünerek Türk turizmi adına hayıflanıyorum. Enformasyon deskindeki kadın, deniz motoruyla gidersek otele daha
çabuk ulaşabileceğimizi söylemesine rağmen biz köprüyü geçerek Venedik sokaklarında
yürümeye başladık. İlk işimiz kahvaltı için uygun bir kafe bulmak oldu.
Kahvaltıda Capuccino ile yağ, reçel ve ekmek yedik, üzerine de sıcak süt içtik.
Kahvaltının enerjisiyle dar caddelerden, kanallar üzerindeki küçük köprülerden
geçerek Hotel Bruno’ya ulaştık. Enformasyon bürosundan aldığımız voucher ile Pasaportumuzu
resepsiyon görevlisine verdik, giriş işlemleri yapıldıktan sonra
odanın anahtarını aldık . Odamız,
otelin çatı katında, tuvalet ve banyo ise bir kat aşağıdaydı. Bu durum
önce canımızı sıktıysa da öncelikle Venedik’le ilgili bilgileri tekrar okuduk.
VENEDİK
“Dar kapsamda ele
alındığında; Venedik, birbirleriyle 400’e yakın köprüyle bağlanmış olan 118
küçük adadan oluşmaktadır. Bunun sonucu oluşan 177 kanal şehir trafiğini
yönlendirmektedir. Bu kanalların ana kanalı Grande adlı kanaldır. Yüzlerce
yıllık bir süreçten sonra Venedik fakir bir balıkçı yerleşim bölgesinden, dünya
ticaretinin aranan bir kenti haline geldi. Venedik ismi tarihi ve sanatsal
açıdan birçok şeyi çağrıştırıyor. İlk bakışta Venedik, romantik bir seyahat
için seçilecek kent izlenimi bırakabilir. Ancak, kültür gezileri için, Kuzey
İtalya’nın en önemli sanat merkezidir. Bugün Venediklilerin kanıtlanabilir
kökeni Alpler ve Adriyatik arasındaki bölgeye yerleşen ve Likya’dan geldikleri
sanılan Venediklilerdir. M.Ö. 3.yy’da Roma ile birlik kurdular.”
Odada biraz dinlendikten
sonra, dışarı çıkmak için merdivenlerden inerken, duvardaki konser ilanları
dikkatimizi çekti. 20:30’daki Vivaldi ve Haendel konseri için bilet alıp,
Venedik’in dar sokaklarında yürümeye başladık. Sokaklar, tıklım tıklım
insanlarla dolu. Araba trafiği olmadığı için, sokaklar sadece insanlara ve çok
az da bisikletli yolculara kalmış. Venedik’in sokakları, Antalya Kaleiçi’nin
sokaklarına çok benziyordu. Bu eski, aynı zamanda hayat dolu sokakların yanında
Kaleiçi’nin sokaklarının bakımsızlığına ve insanların orayı gezmekte gösterdikleri
çekinceye üzülüyorum. Kaleiçi sokaklarının cıvıl cıvıl, hayat dolu olmasını
diliyorum. Burada adım başı hediyelik eşya dükkanları var. Maskeler, cam
biblolar, beyaz el işleri özellikle dikkatimi çekti. Öğle yemeği için, turistik
bir lokantada karar kıldık, sebze
çorbası, makarna ve karışık salata yedikten sonra, yürüyerek “ Piazza di San
Marco “ meydanına ulaştık. Ben elimdeki Almanca metinden, Marcus Meydanı’yla
ilgili bilgileri okudum. “ Venedikliler tarafından kısaca La Pıazza ( Meydan )
olarak anılan; bugün de kentin merkezi yaşamlarının odak noktası olan Marcus
Meydanı, turistlerin olduğu gibi yerli halkında sabahtan gece yarılarına kadar
ilgi odağıdır. Özellikle, yaz akşamlarında kafelerden müzik sesi yükseldiğinde,
Marcus Meydanı bir konser salonuna dönüşüyor.” Marcus Meydanı’nın üç tarafı
tarihi yapılarla çevrili. Marcus Kilisesi ve Dogen Palast (Saray )
sınırlandırılmış, tarihi binaların altında sayısız kafeler var. Marcus Meydanı’nda
bir tur attıktan sonra Marcus Kilise’sini gezmeye karar veriyoruz. Önce,
sayısını hatırlayamadığım merdivenlerden tırmanarak üst bölüme çıkıyoruz.
Kilise’nin terası Marcus Meydanı’na bakıyor. Terasta Bizans’tan getirtilen dört
tane muhteşem bronz atları görüyoruz. Buradan Marcus Meydanı ve Bronz Atların
fotoğrafını çektik, oradaki turistlerden
rica edip fotoğrafımızı çektiriyoruz. Kilise’nin içi duvar freskleri ve
mozaikle kaplıydı. Mozaiklerin altınla kaplı olduğunu öğreniyoruz. Duvar
resimleri beni çok etkiliyor. Merdivenlerden inerek kilisenin içini gezerken, Kilise’nin
içindeki bir bölümün parayla gezilebileceğini öğreniyoruz. Burada, üzerinde
değerli taşların ve küçük resimlerin bulunduğu panoyu görüyor, müthiş etkisiyle
kilisenin içini bir süre daha dolaşıyor ve Marcus Meydanı’na çıkıyoruz. Çok sayıdaki
güvercin Marcus Meydanı’nda ayrı bir atmosfer yaratıyordu. “ Söylence, bu
güvercinlerin Altona Kentinde oturanların, Laguna Adasına kaçarken onlara yol
gösteren güvercinler olduğunu anlatıyor.” Museum Correra’ya gitmek için Marcus
Meydanı’nda yürürken etrafımızı güvercinler sarıyor. Sıdıka çantasından bisküvi
çıkartıp güvercinlere veriyor. Güvercinler onun kollarına konduğunda fotoğrafını
çekiyorum. Onun güvercinlerle olan iletişimine hayran kalıyor, ben de ondan fotoğrafımı
çekmesini istiyorum. Correra Müzesi’nin kapısına geldiğimizde Sıdıka müzeyi
daha önce gördüğü için bir daha gezmek istemediğini, bir kafede beni
bekleyeceğini söylüyor. 17.000 Liret ödeyip giriş biletini aldığımda görevli
aynı biletle Dogen Sarayını’da görebileceğimi söylüyor elimdeki bilgilere göre,
Correra’da şehir tarihinden bir koleksiyon ve Venedik Okulu’nun resimlerinin sergilendiği
bir resim galerisinin bulunduğu yazılmış. Correra Müzesi’nin girişinde Antonia
Covani’nın heykelleri dikkatimi çekiyor. Venedik Okulunun resimlerini (
Bellini, Carpaccio ) görüyorum. Özellikle Francesco Hayez’in resimlerini
beğeniyorum. Bu galeride, Osmanlı –
Venedik Deniz savaşının konu edildiği resim benim için ilginçti. Resim
galerisinden sonra, eski kitapların sergilendiği kütüphaneyi, askeri mühimmatın
( Tüfek, süngü, top v.b.) ve metalden yapılmış askeri giysilerin sergilendiği
bölümü geziyorum. Folklorik eşyaların sergilendiği bölümde, Venedikli
kadınların giymiş olduğu terliklerin yüksekliği beni hayrete düşürüyor. Bu
bölümün sonunda Venedik kaynaklı oyunun resimlerini gördüm. Oyunla ilgili resim
beni ortaokul yıllarıma götürdü. Ortaokul öğrencisiyken, 19 Mayıs törenlerinde
erkek öğrencilerin çember oluşturarak birbirinin üzerine çıktığı ve 3 - 4 katın
sonunda, en üste bir öğrencinin elindeki bayrağı dalgalandırmasına benzettim.
Burada öğrendiğim kadarıyla, bu oyun Venedikli aristokratlar tarafından
oynatılan bir oyunmuş.
Notlarımı yazarken Bologna’dan
geçiyoruz...
Correra Müzesi’nin çıkışında Sıdıka’yla
buluşup Marcus Meydanı’nı geçerek Venedik sokaklarına daldığımızda akşama
olmuştu. 20:30’da konsere gideceğimiz için kiliseye yakın bir restauranta
giriyoruz. Sıdıka pizza, salata ben de tavuk ve pişirilmiş sebze ile yanında
birer bardak kırmızı şaraptan oluşan akşam yemeğimizi yiyoruz. İyi bir restaurant
bulmak için özen göstermemize rağmen yemekten hoşnut kaldığımız söylenemez. Klasik
Müzik konserini dinlemek üzere kilise yoluna koyuluyoruz. Konser saatine henüz
zaman olmasına rağmen kiliseye erken giriyor içini geziyoruz. Kilisede duvar resimleri
ve çeşitli sanatçılara ait keman, viyola ve viyolonseller bulunuyor. Vivaldi ve
Haendel’in eserlerini Venedik Şehir Orkestrası yorumladı. Kilise oldukça soğuk
olduğu için konser bitiminde hemen kiliseden ayrılıp Venedik’in sokaklarını
karıştıra karıştıra otele varıyoruz. Odaya çıkmadan önce resepsiyonistten sıcak
süt yapmasını rica ediyoruz. Makine ile iki dakikada sıcak sütümüz hazırladı. Ayaküstü
sütümüzü içerken resepsiyonist ile sohbet esnasında onunda Türk arkadaşları
olduğunu öğreniyoruz. Bu sohbetin ardından odaya çıkıyor, ertesi günü
gezeceğimiz yerlerin metnini okuyup, iki metni karşılaştırdık. Yorgunluktan
hemen yatağa girip uyumaya çalıştık.
Sabah 09:30 gibi kalkıp, acele
bir duştan sonra, o gün Floransa’ya gideceğimizden eşyalarımızı sırt çantamıza
koyup, odayı boşalttık. Çantayı akşamüzeri almak üzere resepsiyona teslim edip,
kahvaltı salonuna geçtik. Burası çok küçük bir salon, iki kadın görevli, bir
yandan kendi aralarında konuşuyor diğer yandan da yeni gelenlere servis
yapıyor, kalkanların masalarını topluyordu. Biz de özenle düzenlenmiş masaya
oturup, içecek olarak capuccino istedik. Kahvaltıda reçel çeşitliliği
dikkatimizi çekti. Bunun yanı sıra tereyağı, ekmek ve kruvasan vardı.
Kahvaltıyı kısa sürede yapıp, resepsiyona ücretimizi ödedik, anahtarı teslim edip, akşamüzeri otele dönmek
üzere otelden ayrıldık. Bugün için ilk gideceğimiz yeri Marcus Meydanı’nın
rıhtıma açılan kısmında bulunan Campanile Kulesi olarak belirledik. Campaline,
99,6 metre yüksekliğinde kule olup çöken eski kulenin yerine 1905 – 1912
tarihleri arasında inşa edilmiş. Kulenin önündeki kuyrukta sıraya girip,
sıranın bize gelmesini bekledik. Kuleye asansörle çıkıldığı için, grup olarak
yukarıya çıkarıyorlar. Ücreti ödeyip, kuleye çıktığımızda, Venedik şehri
ayaklarımızın altına serilmiş gibiydi. Hava güneşli olduğu için, Venedik’i
kuşbakışı seyretmek için çok uygun bir gündü. Kulenin dört bir tarafından
fotoğraf çektikten sonra, asansörle aşağıya inerken, kendi kendime, - öyle ki
adamlar suyun üzerine şehir kurmuş, biz de Kızkulesi denizin üzerinde nasıl
kurulmuş diye düşünürken – diyorum. Kıyı boyunca yürüyüp, sokak ressamlarının
resimlerine baktık. Gravür olarak yapılmış iki tane Venedik peyzajı aldık. İki
tane alınca ressam bize indirim yaptı. Biraz daha yürüyerek, cam işlerin
sergilendiği Galeri’yi gezdik. Özellikle camdan yapılmış renkli kedi heykelleri
hoşumuza gitti. Venedik’teki saatimiz gittikçe azalırken, Dogen Palast’ı (
Saray ) görmeden gitmek istemediğim için acele ediyorum. Sıdıka beni kafede
beklemeye karar verip, sarayı benim tek başıma gezmemi teklif etti. Daha
önceden biletim olduğu için biletimi görevliye gösterip, sarayın gezilecek
bölümüne iki kat çıkarak ulaştım. Elimdeki metni tekrar gözden geçirip, ona
göre gezmek istedim.
“ Venedik’teki Gotik
yapıların en usta işi olan, bu bina hem yazlık ve kışlık hem de hükümet ve
adliye binası olarak kullanılıyordu. İlk saray 814 yılında yapıldı. Birçok
yangınlar sonucu tahrip olduktan sonra 14. ve 15. yüzyılda bugünkü görünümüne
kavuştu. Marcus Kilisesi’nin hemen yanında bir kapı bulunmaktadır. Yasalar bu
kapı üzerine asıldığı için, “ Kağıt Kapı
“ olarak adlandırılır. Burada dört bölüm ziyarete açık tutulmaktadır. Tinteretto
tarafından yapılan ve tanrı Jüpiter’in denizden çıkıp, Venedik kentinde
karşılanışını tasvir eden, tavan freskleri dikkati çekmektedir. Aynı zamanda bu
bölümde Tiepelo’nun ve Tizian’ın resimleri yer almaktadır. Bekleme salonu
olarak adlandırılan ikinci bölümde, Veronese’nin ünlü resmi “Avrupa’nın
Soyulması” ile Tinteretto’nun antik söylenceleri yansıtan dört yapıtı
bulunmaktadır. Senato toplantı salonunda Tinteretto’nun “ Günah Çıkarma “ adlı
yapıtı hemen kral tahtının üzerinde yer almaktadır. Diğer dikkati çeken nokta, Palma
Giovane’nin duvar resimleridir. Danışma kurulu salonunda Tinteretto’nun
başyapıtı ve dünyanın en büyük yağlı boya resmi (154 M) “Cennet Resmi “
bulunmaktadır. Dogen Palast’ta aynı zamanda “Pozzi “ adı verilen ve Cumhuriyet
döneminde yapılan siyasi tutuklulara ait hapishaneler de gezilebilir.”
Dogen Palast’ı gezmeye başladığımda, öncelikle ilgimi
duvarlara yapılmış haritalar çekti. İtalya’yı ve Akdeniz’i detaylı olarak gösteren
duvar haritalarında Türkiye’nin de bazı bölgeleri detaylı olarak gösterilmiş.
Ayrıca ahşaptan yapılmış, çapı yaklaşık bir metre, dünya haritaları da zemine
oturtulmuştu. Dogen Saray’ında resimler ve tavan fresklerinden etkilenmemek
mümkün değil. Özellikle, Tinteretto’nun tavan fresklerinin bulunduğu odayı terk
etmem kolay olmadı. Senatonun oturum salonu, bugün bile bir oturumu kaldırabilecek
kadar iyi korunmuş. Bu salonda o dönemde görev yapmış senatörlerin portreleri,
odanın dört duvarına asılmış. Oyun odasını da gördükten sonra, Cumhuriyet döneminde
siyasi tutukluların kaldığı, hapishane odalarının bulunduğu zemin kata geldiğim
de içim üşüdü sanki. Çoğu taş duvar bu küçücük odaların, kalın demir kapıları
ürkütücü. Bazı odalar tahta ile kaplanmış ve tahta yataklar konmuş. Yukarıdaki
ihtişama karşın, aşağıda insanlık dışı bir ortam hüküm sürmüştü anlaşılan.
Burada insanı ürküten, soğuk ve karanlık ortam, odalardan birinde mahkumların
karakalemle yaptığı insancıl resimlerle ısınıyordu adeta.
Sarayın bir bölümünde de uluslararası düzeyde cam işler
sergilenmişti. Camdan yapılmış, küçüklü büyüklü heykeller arasında ben metal
üzerine yapılmış ağacı beğendim. Bana bu sergi 21.yy’da sanatçıların yaratım
materyalinin cam olacağı izlenimini verdi. Sarayın çıkışı alışveriş merkezine
açılıyordu. Modern resimlerin bulunduğu Galeri Pesaro’nun bakım nedeniyle
kapalı olduğunu duyduğum için göremeyeceğimizi düşünüp kitabı ile birkaç tane
kartpostal alarak kafamda bin bir türlü görüntü ile Marcus Meydanı’n da bir kafede
beni bekleyen Sıdıka’nın yanına koşturuyorum. Biraz gecikmiştim doğrusu.
Venedik sokaklarını hızlıca kat edip, otelden eşyalarımızı alıp Rialto Köprüsü’nü
geçerek istasyona doğru yola koyulduk. “Rialto Köprüsü, 1588’den 1592’ye kadar
ağaçtan yapılmış. Köprünün uzunluğu 48 metre, genişliği 22 metre ve orta
yüksekliği 7,5 metre olup 1854’e kadar kanal üzerindeki tek köprüymüş.” Trene binmeden
önce bir şeyler yemek istediğimiz için istasyona yakın bir pizzacıda oturup
çabucak menüye göz gezdiriyor, lazanya siparişi veriyoruz. Trenin kalkmasına
yarım saat olduğu için ağzımız yana yana lazanyayı yerken vakit kaybetmemek
için ödemeyi yapıyor, Venedik’te yediğimiz en güzel yemek olduğunu düşünerek
trene yetişmek için adımlarımızı hızlandırıyoruz. Köprüyü geçip istasyona
ulaştığımızda, Floransa Trenini kolayca buluyoruz.
Milano- Venedik Trenindeki
gibi kompartımanımız yine altı kişilik. Bizimle beraber genç bir kız da
yolculuk ediyor. New York’u tanıtan kalın bir kitaba dalmış durumda. Pencere
kenarındaki koltuklarımızda güneşin batışını seyrederek yol alırken Venedik
izlenimlerimizi anlatıyoruz. Venedik’te daracık sokaklar sanki bir dönme dolap
gibi. Sokaklarda insan kaynarken, evlerden dışarıya taşan bir hayat belirtisi
yok gibi. Bütün taşıma işlemleri deniz motoruyla yapıldığı için yaşlı ve hasta
insanların hareket alanlarının kısıtlanmış olduğu izlemine kapıldım. Bir anda, Venedik’in
tüm çekiciliğine rağmen sıkışmış bir hayat yaşanıyormuş gibi geldi bana. Burada
ekonomik gücün yerinde olursa hoş bir hayat yaşanabilir sanıyorum. Özellikle, 19.
yy sonu ve başında yazarların dinlence için Venedik’i seçmeleri benim düşüncemi
doğruluyor gibi. Kentin tarihi dokusunun tamamen korunduğunun göstergesi
evlerin dış yüzeyinde dökülmeler
görünmesine rağmen yerli yerinde duruyor olması. Türkiye’de birçok eski
evin, yık yeniden yap mantığına yenik düştüğünü toplum olarak seyredip
duruyoruz. Tren yavaş yavaş Floransa’ya yaklaşırken tanımadığımız bir şehre
akşam ulaşmanın hafif tedirginliğini hissediyoruz.
Floransa’ya ulaştığımızda saat 20:30
civarıydı. İstasyondaki enformasyon bürosuna giderek, otel rezervasyonu
yaptırmak istiyoruz. Burada bir gece kalacağımız için ucuz bir otel talep
ediyoruz. Oradaki görevli, tuvaleti ve banyosu odada bulunan bir yıldızlı
otelin fiyatının yüz bin liret olduğunu söyleyince, hemen kabul ediyoruz. Otelin adı Toscana, paranın
tamamını ödeyerek voucheri alıyor, Floransa şehir haritasına bakarak oteli
aramaya başlıyoruz: Toscana’ya ulaşıncaya kadar birçok otelin önünden geçiyor, kalacağımız
otelin iyi bir yer olmayabileceğini düşünürken karşımıza Toscana otel çıkıyor.
Daha girişte kötü bir izlenim edinmemize rağmen, iki kat çıkıp resepsiyona
ulaştığımızda resepsiyon grevlisi otele tezat olarak bizde güven duygusu
uyandırıyor. İşlemleri yaptırıp dolambaçlı koridorlardan geçerek odaya
ulaşıyoruz. Rengi iyice uçmuş yatak örtüsü ve iyi temizlenmediği her halinden
belli zeminiyle oda tamamen iticiydi. Soluklanmak için oturduğumuzda Sıdıka’ya
bu otelde kesinlikle kalmak istemediğimi ve bir an önce gitmek istediğimi
söylüyorum. Sıdıka, biraz tepki gösterse de benim gidip resepiyonla konuşmamı
istiyor. Resepsiyonist otel değiştirme isteğimize olumlu yaklaşıyor. Ancak,
ödediğimiz parayı, voucher ile enformayon bürosundan geri alabileceğimizi söylüyor.
Bunun üzerine odaya dönüyor, Sıdıka’ya hemen buradan çıkmamız gerektiğini
söyledikten sonra kaçarcasına otelden çıkıyoruz. Yolda burayı, İstanbul’un
Laleli bölgesine çok benzetiyoruz. İstasyona geri döndüğümüzde enformasyon bürosu
kapanmak üzereydi. Görevli, parayı ertesi
günü alabileceğimizi söylüyor. Parayı alamadığımız gibi otelsiz de kalıyoruz.
İstasyonda on dakika kızgınlığımızı gidermeye çalışarak öylece dikilip kaldık,
Sıdıka oldukça sinirlenmişti, bana da onu sakinleştirmek düşmüştü. Geceyi geçirebileceğimiz
uygun bir otel aramak üzere kendimize başka bir yön seçip yürümeye başlıyoruz.
Cadde üzerinde gördüğümüz Hotel Makhieveli Palast bana güven verici geliyor.
Otele giriyoruz, bayan resepiyonistten fiyatları öğreniyoruz. Bir gece, oda kahvaltı
180000 liret fiyat verebileceğini,-daha önce otel konusunu anlatmıştık-, odayı
görüp öyle karar vermemizi istiyor. Odayı görür görmez orada kalmakta karar
veriyor işlemlerimizi yaptırıp odaya çıkıyoruz. Bir süre dinlendikten sonra
resepsiyonistten bize akşam yemeği için bir lokanta önermesini rica ediyoruz.
Otelin yan sokağın Trattoria Restaurant’ta iyi bir yemek bulabileceğimizi, ancak
bu saatte dolu olabileceğini ve gidip bakmamızı söylüyor. Gerçektende
restaurant doluydu ve bize yarım saat sonra gelmemizi söylediler. Biz de, bu
arada, Almanca Floransa kitabı alarak yarım saati dolduruyoruz. Restaurant’a
gittiğimizde bizden önce gelen bir müşteriyi değil bizim oturabileceğimizi
söylüyorlar. Çorba, karışık salata, patates ve peynirden oluşan yemeğimizin
yanında kırmızı şarap içmeyi tercih ediyoruz. Bu restaurantın ortamı çok
güzeldi. Duvarlarda buraya gelen insanların çizdiği resimler, diğer ülke
paralarının bulunduğu bir pano ve eski eşyalar vardı.100 bin Türk Lirasını da
görünce burada başka Türkler de yemek yemiş diyoruz. Floransa’ya geldiğimizde
yaşadığımız olumsuz otel macerasının ardından bu akşam yemeği bizi oldukça
memnun ediyor. Yemekten sonra otele geliyor bir süre otelin lobisinde
oturuyoruz. Oteldeki ortam bizi epey rahatlatıyor. Odamıza çıkıp Floransa
kitabını bir süre inceliyor 8.12.98 tarihinde nereleri görmek istediğimizi
konuşuyor, tertemiz çarşaflı yatakta uykuya dalıyoruz.
Rönesans’ın doğduğu şehir olan
Floransa’ya gezimizi, Milano’da sabah kahvaltısında yazmaya başlıyorum. Bir
yandan çayımı içip diğer yandan da Milano’nun asırlık evlerine bakarak…
08.12.98
Yeni bir kentte uyanmanın verdiği
heyecanla, bir an önce şehre dalabilmek için eşyalarımızı toparlayıp
resepsiyona bırakıyor, kahvaltı salonunu geçiyoruz. Çeşitli uluslardan insanlar
kahvaltılarına başlamışlardı bile. Açık büfe kahvaltıda çok fazla seçenek
olmasına karşın hafif bir kahvaltı yapmayı tercih ediyoruz. Kahvaltı esnasında
bir gün önce almış olduğumuz Floransa kitabına göz gezdiriyor, bilgilerimizi
tazeliyoruz.
FLORANSA
“
Floransa Toskana bölgesinde bulunmaktadır. Geniş bir ova üzerine kurulmuştur.
Arno ve Mugnone bölgeleriyle sınırı bulunmaktadır. Prehistorya döneminde
yaşanan ancak çok fazla bilgi sahibi olmadığımız kısa bir yerleşimden sonra,
M.Ö. 8. yüzyılda, Villenova büyük bir göçe sahne olmuştur. M.Ö. 59. yılında
Roma İmparatorluğu kentleri arasına katılır. Bugün sınırlarını oluşturan
yerleşimin o döneme kadar uzandığı söylenebilmektedir. Roma döneminde yaşadığı
”Altın Çağ” Floransa’yı önemli kentler durumuna yükseltmiştir. Bu nedenle
kentin sık sık baskınlara uğradığı görülmektedir. M.S. 405’den 539’a kadar süren
bu “karanlık dönem”, Bizanslıların kenti almasıyla noktalanmıştır. Bugün sanat,
edebiyat alanında önemli bir yer tutan Floransa’nın Rönesans aydınlanma kenti
olmasının ilk adımları M.S. 1000 yılında atıldı diyebiliriz. Kentin etrafı yeni
surlarla çevrilmiş ve özerkliği ilan edilmiştir. Bu dönemde yapılan dini ve
kent yaşamına yönelik binalar Floransa’nın daha sonra yaşayacağı gelişme ile
ilgili önemli ipuçları vermektedir. 1183 yılında Floransa özerkliğin de ötesinde
“bağımsız” bir kent olmuştur. Ancak, bu
beraberinde “ İmparator Yanlıları”, “ Kilise Yanlıları” gibi önemli bir
bölünmeyi de getirmiştir. Yaşanan bunalıma rağmen Floransa bu dönemde başta
Dante olmak üzere önemli sanatçıları çıkarmıştır. 15. yüzyılda Floransa’nın ticaret
açısından gelişmesi, onu Avrupa’nın sanat, kültür merkezi yapmıştır. Özellikle
ticaretin gelişmesi sonucu ortaya çıkan aristokrat aileler sanatçıları
himayelerine alarak onların ve sanatın gelişimine olanak sağlamıştır. Bunlardan
Medici ailesi, 18.yüzyılın ilk yarısına kadar Floransa’nın yönetimi üzerinde
etkili olmuş ve kent Hümanizm, Rönesans anlayışının en önemli merkezi durumuna
gelmiştir. Leonardo da Vinci, Michelangelo’nun yapıtlarıyla kent kültürünü
zenginleştirdikleri bir dönemdir bu yıllar. 1737 yılından itibaren Floransa
yaşadığı iç huzursuzluklar nedeniyle önemli bir “Çöküş Dönemine” girdi.
İtalya’nın birleşmesinden, ulusal bütünlük sağlanmasından sonra Toskana bölgesi
1860 yılında halk oylamasıyla İtalya Krallığı sınırlarına katıldı Floransa, çok
kısa da olsa yeni kurulan ülkenin başkenti oldu. “
Enerjimizi toplamış olarak, elimizdeki şehir haritası
ile Floransa sokaklarına dalıyoruz. Duomo’ya ulaştığımızda önce Baptisterium’un
içini geziyoruz.Tavanları mozaik resimlerle kaplı. Baptisterium’un üç önemli
kapısının dış kısmında önemli kabartma resimler bulunuyor. Hemen yanında ki
Duomo’nun kapalı olduğunu ve öğleden sonra açılacağını öğreniyoruz. Oradan
Cumhuriyet Meydanı’na “Der Platz der Republic” gidiyoruz. Burası büyük bir
meydan ve aynı zamanda büyük bir giriş kapısı mevcut. Yürüyerek “Die Palaza
Della Signoria”ya geçiyoruz. Burada, meydanda heybetli heykeller var.
Heykellerden bir tanesi Michelangelo’nun Davut heykeliydi. Hemen bu
meydanın yanındaki Vechio Meydanında ise
Cosima I. Dei, ayrıca Medici’nin at üzerinde heykeli mevcut. Bu meydanların
yakınındaki Uffizi Galerisi’ni görmek için gittiğimizde, Galeri’yi gezmek isteyen
insanların oluşturduğu kuyruğun arkasında biz de sıraya giriyoruz. Beklerken
bir yandan da elimizdeki dökümanlardan Uffizi Galerisi hakkında bilgi edinmeye
çalışıyoruz.
“
Uffizi olarak tanımladığımız mekanlar İtalya’nın en ünlü resim galerilerini ve
müzelerini oluşturmaktadır. Bu mekanlar sadece Floransa resim sanatı ve
akımları hakkında bilgi vermemekte, aynı zamanda İtalyan resim sanatının önemli
örneklerini ve akımlarını yansıtmaktadır. Galeride özellikle portre ve antik
çağ heykelleri göze çarpmaktadır. Venedik grubu ve Flamen Okulu gibi İtalyan
resim sanatının önemli örnekleri de koleksiyonda yer almaktadır.” İçeriye,
insanları grup grup alıyorlardı. Uzun süre ayakta bekledikten sonra içeri
alınma sırası bize gelmişti nihayet. Bu galeride öncelikle Michalengelo,
Leonardo Da Vinci, Rafaello ve Boticelli’nin eskizlerini görüyoruz. Çoğu
bilinen eserlerin taslaklarıydı. Benim burada dikkatimi çeken nokta Leonardo Da
Vinci dışında, diğer sanatçılar daha çok insan vücudunun ayrıntılarını
inceleyip çizmişler. Leonardo Da Vinci’nin ise doğa, persfektif ve bina
projeleriyle ilgili çizimleri bulunuyordu. Uffizi Galeri’de sırasıyla
primitifler ve 14.yy ustaları, geç Gotik, erken Rönesans, Filippo Lippi, Piero
Della Francessa, Boticelli, Verrachio, Signorelli, Perugino, erken Floransalı
Manieristler, Venedik Ressamları, 18. ve 19. yy. İtalyan Resmi, Alman Albrecht
Dürer, Hollandalı Rubens, Van Dyk, İspanyol Goya
ve
Velazquez’in eserlerini gördüğümüz galeride özellikle Boticelli, Dürer,
Caravaggio, Leonardo Da Vinci, Rafaello, Tiziano ve Tinteretto’nun eserleri
dikkatimi çekiyor. Burada Boticelli’nin “İlk Bahar” ve “Venüs’ün Doğuşu” isimli
eserleri muhteşemdi. Birçok izleyici gibi biz de bu eserlerin önünden zor
ayrılabildik. Venedik Okulu’ndan Veronese, 18. ve 19. yüzyıl İtalyan
ressamlarından Francessa Guardi, Govanni Tiepola, İspanyol Goya ve Velazquez’in
resimleri de beni etkileyenler arasındaydı. Benim dikkatimi çeken diğer bir
konu ise 1300’lü yıllarda başlayan resim serüveninde daha çok dinsel ağırlıklı
konular işlenirken, Boticelli, Leonardo Da Vinci, Caravaggio, Rafaello, Tiziano
ve Tinteretto gibi sanatçıların eserlerinde, kadınları, o dönemin önemli
kişilerini görmekteyiz. Dinsel ağırlıklı resimler de, özellikle alt-üst,
ezen–ezilen, güçlü- güçsüz insanlar, doğum, çocuğun kutsanması konu olarak
seçilmiş. Galerinin çıkışında alış veriş merkezi vardı. Buradan “Uffizi
Galerisi’ni” anlatan bir kitap ile Leonardo Da Vinci’nin çizimlerinin bulunduğu
bir kitap aldım. Oradan “Die Galeri der Akademia” gitmek üzere yola çıktık.
Yolda yine bir restaurantta ben lazanya, Sıdıka’da makarna ve salatadan oluşan
öğle yemeğimizi yiyip üzerine capuccino içerek enerjimizi toplamış bir şekilde
yola koyulduk. Yolu şaşırdığımız için biraz zaman kaybettik. Bu esnada bir
sanatçının özel stüdyosun da resimlerini görme fırsatımız oldu.
Di Akademia
der Galeria
“Galeri, Michalengelo’nun en önemli heykel yapıtlarını
içermektedir. Ana bölüme girişi kapısının hemen yanında, “ Filistinli Pieta” ve
Floransa Merkez Kilisesi için düşünülen Kutsal Mathis ve 2.Giulios’un mezarını
zenginleştirmek için yapılan ancak tamamlanamayan “Dört Köle” heykelleri yer
almaktadır. Sergilenen eserler arasında “ Filistinli Pieta” bugün üzerinde
tartışılan en önemli heykeldir. Bazı sanat tarihçileri eserin Michalengelo’ya ait
olmadığını iddia etmektedirler. Ana bölümde yer alan heykellerin arasında, 13.
ve 14. yüzyılın en önemli akımı olan “ Toskana Okulu’ndan örnekler göze
çarpmaktadır. ” Uzun bir arayıştan sonra, Akademi Galeri’sini bulduğumuzda,
üzerimizde bozuk para olmadığı için, ancak benim için bilet alabildik.
Galerinin ilk girişindeki heykeller Michalengelo’ya aitti. Buradaki heykellerde
soyut yaklaşımlar vardı. Ortadaki ana bölümde ise, Michalengelo’nun büyük Davut
Heykeli ise muhteşemdi. Böylesine görkemli ve insanı halesine alan heykel
görmemiştim. Anadolu’da çıkan pek çok heykele kafa tutar gibiydi, en mükemmeli
benim diyordu adeta. Burada da bir çok sanatçıya ait resimler mevcuttu. 20.
yüzyılda yapılmış heykeller özel bir bölümde sergilenmişti ve ancak burayı gezmek
yasaktı. Büyük bir kapıdan içerideki heykelleri görebiliyordunuz. Ayrıca
Giambologna’nın üçlü heykeli beni çok etkiledi. Galeride çeşitli müzik aletleri
de sergileniyordu.
Galeride daha çok zaman geçirmek isterdim. Fakat
kısıtlı bir zaman dilimde de olsa bu eserleri görmüş olmanın hazzıyla galeriden
çıkıp otele doğru koşturuyoruz. Eşyalarımızı alıp yine Trattoria restauranta
akşam yemeğimizi yedikten sonra tren istasyonuna geliyoruz. Noel öncesi olduğu
için istasyon çok kalabalıktı. 8.12.98,
saat 19:19’da Floransa’dan Milano’ya hareket ediyoruz. Koltuklu bilet
bulamadığımız için ayakta yolculuk yapmaktayız. Tren tıklım tıklım dolu. Biraz
ayakta, biraz yerde idare ediyoruz
koltuklar boşalıncaya kadar. Saat 23:45 gibi Milano’ya ulaşıyoruz. Cadona’ya trenle
oradan yürüyerek eve doğru yol alıyoruz. Eve ulaştığımızda, Sıdıka’nın ev
arkadaşı Helen henüz gelmemişti. Bizden bir süre sonra eve gelen Helen ile
ayaküstü tanışıp sohbet ediyoruz. O kadar yorgunduk ki odalarımıza çekilip
yatıyoruz.
09.12.98
09.12.98 öğleden sonra ben ortalığı toplamak için –
daha doğrusu aldığım kitapları, broşürleri düzenlemek – dışarı çıkmıyorum.
Venedik- Floransa gezilerimizle ilgili notları yazmaya devam ediyorum. Karnım
aç gibi ev de soğuk sayılır. Evde oturup dinlenmek istiyorum.
13.12.98
09.12.98’de öğleden sonra evden çıkıyor metroyla
Duoma’ya gidiyorum. Duomo’nun hemen yanındaki Galleria Vittoria Emanuele’yi
gezmek istiyorum. Burası 32 metre yüksekliğinde 196 metre uzunluğunda, üzeri
camla örtülü, kafeler, kitabevleri, kuyumcular ve giyim mağazalarının bulunduğu
bir alış veriş merkezi. Burada önce kitap evlerini geziyorum. Burada sanat ve
seyahat kitapları oldukça ilgi çekici. Modigliani kitabını çok beğeniyorum.
Ancak İtalyanca basımı dışında başka bir dilde basımını bulamıyorum. Burada bir
cafede oturup biraz dinlendikten sonra Duamo’yu görmeye gidiyorum. Bu kilise
dünyanın ikinci büyük kilisesiymiş. Gotik tarzda İtalyan, Fransız ve Alman
inşaat ustaları tarafından 1836 yılında yapılmış. Kilisenin içindeki duvarlara
dinsel temalı, büyük boyutlu resimler asılmıştı. 9.12.98 gecesi Milano Rotarry
Kulübü Senfoni Orkestrası tarafından bir konser verileceği için hazırlıklar
yapılıyor. Papaza günah çıkartan insanlar dikkatimi çekiyor. Papaz tahtadan
yapılmış bir kulübenin içinde oturuyor. Kulübenin önündeki sandalyeye diz
çökmüş papazla konuşuyordu insanlar.
Oradan turizm enformasyon bürosuna giderek şehirdeki
etkinliklerle ilgili çeşitli broşürlerle Milano şehir haritasını alıyorum.
Yürüyerek eve geldiğimde Sıdıka ve Helen henüz gelmemişlerdi. Bir süre sonra
onlar da geldi. Akşam yemeği için, Helen bizi Kanal Boyu’nda bir pizzacıya
götürüyor. Burası çok eski bir pizza restaurantıydı. Pizzaların özelliği
kiremitte odun fırınında pişirilmesiydi. Ben sebzeli pizza ile şarap içiyorum.
Daha sonra tatlı olarak Sıdıka profiterol, Helen dondurma ve bende tiramisu’yu
tercih ediyorum. Oradan çıkıyor, Kanal
boyunca bir süre yürüdükten sonra metro ile eve dönüyoruz. Yüksek tavanlı odada
Sıdıka ile bir süre sohbet edip uykuya dalıyoruz.
10.12.98
Biraz geç kalktım. Uyandığımda eve temizlik yapan
kadın gelmişti. İngilizce olarak Filipinli olduğunu 23 Aralık 98’de Noel için
Filipinlere gideceğini öğreniyorum. Bu arada kapı çalınıyor kapıyı açtığımızda
bir rahibin evi kutsamak için ziyaret etmek istediğini öğreniyoruz. Filipinli
bayan evdekilerin çalıştığını şuanda beni de göstererek ikimiz olduğunu
söylüyor. Rahip yine de evi kutsuyor ve teşekkür ederek ayrılıyor.
Saat 11:00
gibi dışarı çıkıyor, hemen evin yakınındaki bistroda sıcak sandviç ile
capuccino içiyorum. Seyahat acentasına uğrayıp Sıdıka için Malta Air’den, Malta için yer ayırtıyorum. Oradan metro ile
Modern Art Galeria’ya gidiyorum. Müzeyi neredeyse tek başıma geziyorum. Benden
başka iki izleyici daha vardı sanırım. Burada benim, Hayez, Sagantini, Nittis,
Manet, Van Gogh, Paul Gaugen, Milet’in resimleri dikkatimi çekiyor. Özellikle
de Tolouse Lautrec’in grafik eserleri hoşuma gidiyor. Ayrıca, modern İtalyan
heykeltıraşların eserleri de ilginçti. Modern Art Galeria’nin yanındaki, Modern
Sanat Merkezi’ninde Gerhart Feininger fotoğraf sergisini geziyorum. Özellikle
1960’da çekilmiş New York fotoğrafları ile
sanatçının yakınlarının portreleri ağırlıktaydı sergide. Danışmada
oturan görevli bayanla sergiyle ilgili düşüncelerin yazılması istenen formu
dolduruyoruz. Bu arada onu İstanbul ve Kapadokya’ya geldiğini öğreniyorum.
Kapadokya’yı görmemiş olmam beni üzüyor. Oradan ayrılıyor Via Manzoni
Caddesinde yürürken Galeria Santa Corlo’yu görüyor, içeri giriyorum. Galeride
Corneille’nin resimleri sergileniyordu. Corneille’nin resimlerini daha önce
İstanbul’da, Teşvikiye Sanat Galerisi’nde de resimlerini görmüştüm. Yolda mola
veriyor Cafe Verdi’ye oturmaya karar veriyorum. Cafe Verdi’nin vitrininde ünlü
opera sanatçılarının fotoğraf ve heykelleri sergileniyor. Burada sebzeli
makarna yedikten sonra Via Brera yolunda
yürümeye devam ediyorum. Brera Müzesi’ni zamanım çok az olmasına rağmen gezmeye
karar veriyorum. Burası çok eski bir bina. Alt kısımda Güzel Sanatlar Akademisi
üst kısım ise Brera Müzesi. Müzenin girişinde müzeye bağışlanmış özel
koleksiyon sergileniyor. Bu koleksiyonda 19.yy sonu 20.yy başında yaşamış
sanatçıların eserleri mevcut. Modigliani’nin iki resmini beğeniyorum. Müzenin
içinde sergilenen çok Giovanni Bellini, Tinteretto, Tiziano gibi sanatçıların
büyük boyutlu eserleri dikkat çekiciydi. Dinsel içerikli ikonaları da
görebiliyorsunuz. Çok sayıda ziyaretçi galeriyi pür dikkat geziyorlardı. Akşam
olmak üzereydi. Buranın yabancısı olmanın verdiği kaygıyla Brera Müzesi
kitabını alıyor eve doğru yola koyuluyorum. Yol üzerindeki resim malzemeleri
satan mağazadan ilk kez gördüğüm kalem yağlı boyalar alıyorum. Bu dükkanda çok
küçük ve çeşitli boyutlarda resim tuvalleri de mevcuttu.
Milano’dan
Paris’e tren yolculuğu.
Aynı akşam trenle Paris’e gideceğimiz için bir an önce eve ulaşıp
bavulları hazırlamam gerekiyordu. Eve ulaştığımda Sıdıka henüz gelmemişti. Dört
gün izin yapacağı için işlerini ayarlaması gerekiyordu sanırım. Sıdıka gelir
gelmez metro ile tren istasyonuna hareket ediyoruz. Akşam yemeğinde bir şey
yiyemediğimiz için yanımıza bisküvi alıyoruz sadece. Trene bininceye kadar her
şey normal sayılırdı. Trene bindiğimizde Paris’e gideceğimize pişman olmuş
gibiydik. Altı kişilik yataklı kompartıman o kadar dardı ki, hareket etmek çok
zor olacaktı. Bizim kompartımanda iki İtalyan genç kız da Paris’e gidiyordu iki
günlüğüne. Daha sonra kızların yanlış kompartımanda olduğu anlaşıldı. Onlar yan
kompartımana geçerken, bizim oraya çok şişman dört kişi geldi. Onlarla aynı
kompartımanı paylaşmak çok zor olacaktı. Tren görevlisinin onayıyla kızların
odasına geçiyoruz. Sıdıka’yla ben karşılıklı en alt yatakları tercih ediyoruz
kızlar ise en üste çıkıyorlar. Torino’dan binen bir çift de evlerindeymiş gibi
pijamalarını giyerek ikinci kata yerleştiler. Belli ki böyle yolculuklara alışıktılar. Tren çok kötü
kokuyordu. Hayatımda bu kadar kötü bir yolculuk yaptığımı hatırlamıyorum.
Kendimi 2. Dünya savaşında trenlere doldurulan insanlara benzettim. Fakat diğer
insanlar ne kadar da rahattılar. Trene bindiğimizde kondüktör pasaportlarımızı
topladı. Bu görevli orta boylu hafif şişman ve espritüel birisiydi. Yarı uykulu
yarı uyanık yolculuğumuzu kondüktörün sabah oldu diyerek pasaportları geri
vermesiyle Paris’e geldiğimizi anladık. Trenden indiğimizde polisler giriş
yapanları kontrol ediyorlardı. Özellikle zencileri durdurduklarını gözlemledim.
Lyon Garı oldukça büyük ve karmaşıktı, bu nedenle gideceğimiz istasyonun
trenini zorlukla bulduk. Auber İstasyonu’nda eşyalarımızla indik. Yine elimizde
Paris şehir planı, Rue Godot de Murray Caddesi’nin nerede olduğuna bakarak yön
saptamaya çalıştık. Bu caddede önceden rezervasyon yaptırdığımız Capacinos
Oteli bulduk. Burası üç yıldızlı bir otel. Daha otelin girişinde bize pek
sempatik gelmiyor. Resepsiyondaki görevliye adımıza rezervasyon yapıldığını
söylüyoruz. Bize ilk önce 42 nolu odayı veriyorlar. Bu odayı beğenmediğimizi
söyleyince 48 nolu odaya geçiyoruz. Bu odanın dekoru iç karatıcıydı. Bordo
perde, bordo halı ve bordo yatak örtüsü tek aydınlık mekan banyoydu. Yoldan
gelmiştik, yorgunduk. Biran önce otele eşyalarımızı bırakıyor yine o cadde üzerinde
kadınların işlettiği bir kafede peynir, reçel ve yağdan oluşan bir kahvaltı
yapıyoruz. Kahvaltıda önce çay, üstüne de cappuccino içiyoruz. Hemen ilk
izlenimim İtalya’da ki cappuccinoların çok daha güzel olduğu.
Oradan tekrar otele dönüyor, üzerimizi değiştirdikten sonra Paris’in
içine dalmaya çalışıyoruz. Büyük olasılıkla kötü yolculuk nedeniyle ikimiz de sinirliyiz.
Paris’te hava kapalı ve soğuk. Önce, Madeleine Meydanı’na, oradan da Rue de
Capucinos üzerinden Vendomme Meydanı’na yürüyoruz. Vendomme Meydanı’nın iki
tarafı pahalı mağazalarla çevrili ortasında bir heykel bulunan, büyük bir
meydan. Mağazalar Noel nedeniyle çok güzel süslenmişti, her şey ışıl ışıldı.
Daha iyi bir otel bulmak ümidiyle değişik caddeler dolaşıyoruz. Turizm belgeli
Liberty Hotel’de kalmaya karar veriyoruz. Ancak, Capucinos Hotel’e giriş
yaptığımız için 11.12.98 gecesi orada konaklamak zorundayız. 12.12.98’de eşyalarımızı
toparlıyor, Liberty Hotel’e geçiş yapıyor ve 42 nolu odaya yerleşiyoruz. Daha
geniş ve ferah bir oda. Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra Louvre Müzesi’ne
doğru yola koyuluyoruz. Concorde Alanı’na çıktığımızda Louvre Müzesi’nin kapalı
olduğunu, Orsay Müzesi’nin açık olduğunu öğreniyoruz. Concorde Alanı’nı yürüyerek,
Seine Nehri’nin karşı tarafına geçiyoruz. Paris’in ünlü Seine Nehri’ni ilk defa
görüyoruz. Nehir boyunca yürüyerek Orsay Müzesi’ne ulaşıyoruz. Tabi müzenin
önünde uzun bir kuyrukla karşılaşıyoruz. Biz de sıraya giriyor, giriş
biletimizi alıyoruz. Giriş katındaki heykellere baktıktan sonra beşinci kata
çıkıyoruz. Saat 14:00’a yaklaşmasına karşın henüz bir şey yememiştik. Beşinci
kattaki kafeteryada karnımızı doyuruyoruz.
Beşinci katta Emprestyonist ve ve Post Emprestyonist eserler sergilenmekteydi.
Henri Roussou, Signac, Pisarro, Paul Gaugen, Lautrec, Cezanne, Monet, Manet,
Renoir resimlerini görüyoruz. Degas’nın ise resim ve heykellerini izliyoruz,
Degas’nın balerin heykelleri ilgi çekiciydi. Tolouse Lautrec’in büyük boyutlu iki resmi de sergileniyordu.
Sisley, Whistler gibi İngiliz ressamların peyzajlarıyla, Sagantini’nin
resimlerini görüyoruz. Aşağı katlarda Parislilerin kullandığı ev eşyalarını,
mimari çalışmaları izliyoruz. İlk katta Courbet, Millet gibi realistlerin
eserleri ile Monet, Van Gogh, Manet’in ilk dönemlerine ait resimler de burada
sergileniyordu. Fakat, çok farklı resimlerdi bunlar. İlk girişte büyük
salondaki heykellere yeniden yeniden bakıyoruz. Bu arada Van Gogh ve Millet’in
resimleri arasındaki bağlantıyı inceleyen bir film için önceden rezervasyon yaptırmak
gerekiyordu. Bu çalışmayı göremediğim için üzüldüm. Louvre Müzesi kapalı
olduğundan, Orsay Müzesi oldukça kalabalıktı. Orsay Müzesi çıkışı yakındaki bir
kafede espresso içerek dinlendikten sonra Latin Quarter’e gitmek üzere yola
koyulduk. Epey yürümemize rağmen, Latin Quarter’e yürüyerek ulaşamayacağımızı
anlayıp, metroya bindik. Latin Quarter’in caddelerinde yürüdük. Burada daha çok
sahaf, antikacı dükkanlar vardı. Değişik kültürlerin izlerini bu dükkanlarda görebiliyordunuz.
Ben, burayı Londra’nın Portobello semtine benzettim. Orada özgün bir kafede
akşam yemeği yedik. Yemekte krep ve yeşil salatayı tercih ettik. Seine Nehri’ni
yürüyerek geçip Notre Dame Kilisesi’ne dışarıdan baktıktan sonra Rue de Rivo
Caddesi’ne çıkıyoruz. Buralarda biraz yürüdükten sonra, gece Louvre Müzesi’nin
bahçesinde geziniyoruz. Meşhur Cam Piramiti görüyoruz. Daha sonra müzenin
yanındaki metrodan trene biniyor, Opera
İstasyonu’nda iniyoruz. Otele geldiğimizde canımız bir şeyler yemek istiyor.
Otelin karşısındaki Firenze Restaurant’ta sebze çorbası içmek için İngilizce
sipariş verirken Sıdıka’yla aramızda Türkçe konuşunca, garson bize Türk
olduğunu söylüyor ve sıcak ilgi gösteriyorlar. Çok güzel Fransızca
konuşuyorlardı ve lokanta çok kalabalıktı.
Bütün gün yürümekten çok yorgun düştüğümüz için hemen
yatağa giriyoruz. Ben uyuduğum esnada Sıdıka televizyon seyrediyordu.
13.12.98
Sabah saat 09:00 gibi kalkıp banyo yaptık. Kahvaltıyı
Louvre yakınında yakının da yapmaya karar verip
metro ile Louvre Müzesi’nin önündeki istasyonda indik. Müzeye yakın bir
cafede Türk usulü diyebileceğimiz şekilde, omlet, peynir tabağı ve limonlu
çaydan oluşan keyifli bir kahvaltıydı. Kahvaltının verdiği enerjiyle, Louvre
Müzesi’ne vardığımızda müzenin bugün de kapalı olduğunu, çünkü çalışanların
grev yaptığını öğrendik. Oradaki herkes biraz öfkeliydi. Bir İspanyol, bir
günlüğüne sadece Louvre görmek için geldiğini ve bunun daha önceden duyurulması gerektiğini söylüyordu. Orada
beklemenin bir anlamı yoktu. Kendimize yeni bir rota çizip, “Forum des Halles”
isimli dört katlı modern alış veriş merkezine gittik. Orada çok ucuza
elektronik eşyalar satılıyordu. Giyim-kuşam mağazalarında çok çeşitlilik yoktu.
Buradan yine yürüyerek Picasso Müzesine gittik.
Müzenin girişinde yine kalabalık
bir grup vardı. Sıraya girip, bileti aldıktan sonra, Museo Picasso kitabını da
aldık. Picasso Müzesi’nin tarihçesi kısaca şöyle;
“Ben dünyanın en büyük Picasso koleksiyoncusuyum” Bunu
Picasso’nun kendisi söylüyor. Tüm yaşamı boyunca ressam; karakalemden yağlıboya
resimlerine kadar, sayısız değerde eserler üretmiş. Bu eserlerin, sanatını çok
iyi bilen başkaları tarafından satın alınmaması yönünde mücadele vermiştir.
Sevgilisi olan kadınları ve çocuklarını yansıttığı resimleri elden çıkarmayı
istememek gibi duygusal bir neden, diğer neden ise, yapıtlarında bir şeyi
başarmış olmanın hazzını yaşaması ve onları bir başyapıt olarak görmesidir.
Picasso’nun bıraktığı çizimler, yağlıboya resimler, heykeller, grafik, seramik
ve kitap kapağı resimleri, Ulusal Müze Danışmanı Dominique Bozo tarafından
seçilmiştir. Uzun süre geçici sergi olarak sunulan bu yapıtlar, 1979’da
resmiyet kazanmış ve Picasso Müzesi’nin temelini oluşturmuştur. Müze’de 203
yağlıboya, 158 heykel ( Picasso’nun çalışmaları içinde özel bir yeri olan
heykelcikler de sergilenmektedir.) 29 Rölyef, 88 Seramik, kağıt üzerine
kolaj,1500 çizim, 1600 grafik mevcuttur. Picasso Müzesi 1656’dan 1659’a kadar
Pierre Aubert için inşa edilmiş, o günden 1976’ya kadar değişik kullanımlardan
sonra Picasso Müzesi olmasına, dönem Kültür Bakan Müsteşarı Michel Guy
tarafından karar verilmiştir.”
Binanın oldukça enteresan bir mimarisi vardır. Burada
öncelikle Amerika’daki özel koleksiyonlardan hazırlanmış sergiyi gezdik. Mavi
Dönemini, Pembe Döneminden Avignonlu Kadınlara kadar olan dönem Avignonlu
Kadınlardan Cezannes Kübizmine, Kübizm, Picasso’ya hediye edilen eserler (
Braque, Cezannes, Dega, Matisse ), “Badende Frauen“, “Frauen bei der Toilette”,
heykellerini seramiklerini ( vazo ve tabak ) çalışmalarını gördük.
Heykellerinde Picasso’nun müthiş yaratıcılığı hissedilebiliyor. Picasso
Müzesi’nden çıkışta o kadar eseri bir arada görmenin yorgunluğunu İngiliz tarzı
bir cafede elmalı tart ve capucino içerek gidermeye çalıştık. Buradaki
kahvelerin tadı İtalya’dakileri tutmuyorsa da yinede cafenin ortamı bizi
rahatlattı. Oradan yürüyerek, Seine Nehri’ni geçip Notr Dame Kilisesi’ne
geldik.
Notr Dame
“Galilerin istilası döneminde, Cie Adası’nın doğusunda
kutsal bir tapınak vardı. 4.yy Aziz Stephanus adına yapılan kilisenin yanına
6.yy’da daha geniş kapsamlı olan Marien Kilisesi inşa edilmiştir. 1163’te
bugünkü Katedralin temelleri atılmıştır. 1218 yılında eski kilise kalıntısı
tamamen yıkılmış, yeni kiliseye dahil edilmiş ve ortaya yeni bir yapı
çıkmıştır. 16. Ludwig döneminde iç mekan genişletilmiş ancak Fransız Devrimi’yle
birlikte kilise önemini büyük ölçüde kaybetmiştir. 1831 yılında Victor Hügo’nun
“Notre Dame’ın Kamburu” romanı yeniden dikkatleri kilise üzerine çekmiştir.
Erken Gotik tarzıyla, Roma tarzından tamamen ayrılıyor.”
Notre Dame Kilisesi’nin içi Noel nedeniyle oldukça kalabalıktı. İçeride
birçok sütun vardı, oldukça yüksek ve görkemliydi. Kilise’nin içinde asılı
resim olmasına karşın, tavanları resimlerle süslenmemişti. Floransa ve Venedik
Kiliselerinin içi daha etkileyici diyebilirim. Daha sonra kilisenin
karşısındaki barakalarda “Les Creshes” isimli Hz. İsa’nın doğuşunun anlatıldığı
sergiyi geziyoruz. Buradaki kalabalığı unutmak mümkün değil. Hz. İsa’nın annesi
Meryem’in hamile kalışından doğuruşuna kadar olan dönem ayrı bölmelerde görsel
olarak canlandırılmıştı.
Oradan metro ile Madeleine İstasyonu’na geldik. Akşam yemeğini
“Hipotamus” isimli restaurantta( Rue de Capacinos caddesinde ) hafif bir yemek
yedik, yanında kırmızı şarap içtik. Otele döndüğümüzde ben günün notlarını
yazarken Sıdıka da televizyon kanalları arasında zaping yapıyordu.
14.12.98
14.12.98 günü Rodin Müzesi’ne gitmek üzere yola
koyuluyoruz.. Rodin Müzesi’ne ulaştığımızda Pazartesi günleri müzenin kapalı
olduğunu gişedeki görevli memurdan öğrendik. Bizim gibi bir Japon da oradaydı.
Yakındaki bir kafede patatesli omletle sabah kahvaltısı yaptık. Müzenin kapalı
oluşunu içimize sindiremeyip tekrar gittik müzeye. Görevli memur bize bir
broşür verdi. Rodin Müzesi, büyük bir bahçenin içinde eski bir bina. 1728’den
1731’e kadar Hotel Brion olarak yapılmış ve 1917’de Rodin’in eserleri sergilenmek
üzere devlet tarafından kiralanıp yeniden tasarlanmış. Rodin’in önemli
eserlerinden “Düşünen Adam”, “ Öpüş”, “ Gölge” ve “Eva” burada
sergileniyormuş.. Gişe görevlisi hanıma,
Rodin’in öğrencisi ve sevgilisi Camil Claudel’in müzede eseri olup olmadığını
sorduğumuzda 12 eserinin bulunduğunu, diğerlerinin ise ailesinde olduğunu ve
istedikleri zaman sergilediklerini öğreniyoruz. Buradan Invalidendom’a
yürüyoruz. Bahçesi çok bakımlı ve değişik bodur ağaçlar vardı. Burası askeri
bir müze ve aynı zamanda Napalyon’a ev sahipliği yapmış. Binanın ortasındaki
geniş avluda askeri bando eşliğinde gerçekleştirilen töreni izledik bir süre.
Oradan Eiffel Kulesi’ne yürüyerek ulaşabileceğimizi öğrendik. Eiffel
Kulesi büyük bir park ve bahçenin içerisinde kurulmuş. Kış mevsimi olduğu için
park yapraksız ağaçlarıyla terk edilmiş bir görünümdeydi. Eiffel Kulesi’nin bir
kısmında bakım çalışmaları yapılıyordu.
“Eiffel Kulesi, 300 metre yüksekliğinde, mühendis Gustave Eiffel
Tarafından 1887- 1889 yılları arasında inşa edilmiştir.”
Kulenin üç platformda gezilebileceğini öğreniyoruz. 1.bölüm 57 m, 2.
bölüm 115 m, 3. bölüm 274 m, yüksekliğinde ve her katın ayrı bir ücreti var.
Yükseklik korkumuz olduğu için 115m, ikinci platforma kadar çıkmaya karar
veriyoruz. Her katta Paris dört bir yandan görülebiliyor. Ayrıca, ikinci katta
sadece kafeler, birinci katta ise restaurant, alışveriş merkezi, postane var.
Buradan kartlarımızı Türkiye’ye postalıyoruz. Eiffel Kulesi giriş kuyruğunda
elimdeki fotoğraf makinesini düşürdüğüm için çekim yapamadım. Bu nedenle
kuleden satın aldığım çekilip atılan küçük fotoğraf makinesiyle birkaç fotoğraf
çekebildik.
Eiffel Kulesi sonrası yürürken yol üzerinde barakalarda resim sergisi
olduğunu görünce sergiyi gezmek üzere içeri giriyoruz. Burada değişik
ülkelerden sanatçıların resim ve heykellerinin sergilendiğini görüyoruz.
Türkiyeli sanatçıların da bir standı vardı. Biz sergiyi gezdiğimiz esnada bir
Türk ressam da sergiyi geziyordu. Ancak, Sıdıka bu adamın sanatçı görünüşlü olmadığını
söyledi. Dünya Modern resminden bir kesit görmüş olmak beni sevindirdi. Concorde
Meydanı’nı yürüyerek geçtik, oradan metro ile Montparnesse’ye geldik. 20.
yüzyılın başında burası ressamların bölgesiymiş. Bu semt eski özelliğini
kaybetmiş, daha çok başka ülkelerden gelen göçmen insanların konakladığı bir
semt haline gelmiş. Burada tesadüfi olarak karşılaştığımız Gervin Müzesi’ni
gezmeye karar veriyoruz. Müze’de Fransa
tarihine damga vurmuş kişilerin mumyalarıyla, büyük dünya devletlerinin
başkanlarının; Bill Clinton, Tony Blair ‘in mumyaları da sergileniyordu. Daha
çok Fransız saray yaşamı, düşünürlerin, bestecilerin ;Diderot, Jan Jacque
Rousseau, Mozart gibi yaşamı ilgimi çekti Montparnesse’den Capacunes’e kadar yürüyüp yol üzerindeki “Chez Clement”
adlı lokantada steak ve patatesten oluşan akşam yemeğimizi yiyoruz. Otele
geldiğimizde ben kendimi yorgun hissediyorum, Sıdıka ise sinemaya gitti,
İngiliz filmi, “ The Land Girls”e. Ben de bu arada Ahmet’le konuştum, daha
sonra da Fransa gezimizi kaleme aldım.
Paris’e tam adapte olamadan, yarın sabah Milano’ya
hareket edeceğiz. Paris’i hafızamızda 19 yy. ile 20yy. arasında geçen bir yere
oturtmuşuz sanıyorum. Fakat Paris, büyük mağazalarıyla, Christmas öncesi pırıl
pırıl caddeleriyle, kalabalık kafeleriyle bizi karşıladı. Paris’i daha çok
yürüyerek gezdik diyebilirim, bir çok caddesini öğrendik. Bir kez daha gelirsek, Paris’te yürüyüş
açısından zorlanmayacağımızı sanıyorum. Metroları tam öğrendim diyemem. Louvre
ve Rodin Müzesi’ni görememek, Paris için büyük eksikliktı, ama bu bizim
elimizde olmayan bir şey.
15.12.1998
Paris- Milano trenindeyiz. Oldukça yoğun sis olduğu
için etrafı iyi göremiyoruz. Görebildiğimiz kadarıyla, Fransa’daki köyler;
yoldan epey ırakta kurulmuş ve eski biçim evlerden oluşuyor. Arada bir büyük
yerleşim bölgeleri de görüyoruz. Bu arada aklıma gelen bir takım notları yazmak
istiyorum.
Rodin Müzesi’nin Rodin’in evi olup olmadığını
sorduğumuzda, Rodin’in evinin başka semtte ve
kış ayında kapalı olduğunu
öğrendik. 13 Aralık 1998’de “Pompediu Center”e gittik ve Brancusi’nin
atölyesini gezdik. Brancusi Romanya asıllı olduğu için Fransız devletinden,
atölyesinin olduğu gibi korunması için talepte bulunmuş.
Şu anda İtalya’ya giriş yaptık. Pasaport kontrolü
anonsu üzerine, pasaportlarımızı elimize alarak bekliyoruz sıranın bize
gelmesini. Karşımızda oturan, Arap kökenli olduğumuz yolcuların pasaportunu
inceliyorlar, bizimkine ise bakmadan geçiyorlar. Sınırda bazı insanları
indiriyorlar.
15.12.1998, saat 13:00, yolculuk devam ediyor, bir
süre sonra Torino İstasyonu’na
varıyoruz. Burada bazı yolcular iniyor, yeni yolcular biniyor trene. Torino
tren istasyonu eski bir istasyon görünümünde, yüksek apartmanlar var çevrede.
Apartmanlardan bazıları çok eski ve restorasyon yapılanlar var. Tren hareket ettikten sonra aşırı bir sise
girdik, görüş mesafesi pencereden iki metre ancak var, hiçbir şey görünmüyor.
Vecelli’de tren durdu, yeni bir istasyon ; “Novara”. Saat 15:30 gibi Milano’ya
ulaşıyoruz. Sıdıka istasyonda, Antonio isimli iş arkadaşıyla karşılaştı, işle
ilgili biraz konuştular. Bay Antonio, bana samimi olarak “İtalya’ya hoş
geldiniz.”dedi. İstasyon’dan Metro ile eve geldik. Milano’ya gelince,
sanki Türkiye’ye, evimize gelmiş gibi bir duygu oluştu bizde.
Sıdıka ilk iş olarak un çorbası yaptı, ben de salata.
Beraber yemek yedik, daha sonra bir süre dinlendik. Eve sebze, meyve ve bazı
ihtiyaçları almak gerekiyordu. Alışveriş
merkezinden aldıklarımızı eve getirdik, Sıdıka dolaba yerleştirdi, akşam yemeği
için balık ızgara ve salata hazırladık. Akşam sohbetinden sonra, yorgunluktan
erken uyumaya karar verdik.
...
Teşekkürler:
Sıdıka Çalışkan : Milano'da, Shell'de çalışırken bana İtalya yolculuğunu olanaklı kılması ve birlikte yolculuğumuzun anısına, teşekkürlerimle...
Ahmet Tüzün : Almanca'dan Türkçe'ye çeviride ve bir gece metni okuyup, yazı konusunda beni yüreklendirdiği, yolculuğuma maddi ve manevi katkılarından dolayı teşekkürlerimle...
Suzanne Oparius : İtalya yolculuğu için bana hissettirdiği heyecan ve sağladığı Almanca dökümanlardan dolayı teşekkürlerimle...
National Tours : 1998'de çalıştığım National Tours, Antalya Şubesi'nin
Antalya-İstanbul-Milano-İstanbul-Antalya uçak biletime sponsor oldukları için teşekkürlerimle...
Fatma Gülşah Yanık - Deftere yazmış olduğum yolculuk günlüklerimin bilgisayara aktarılmasında bana yardımcı olduğu için teşekkürlerimle...
National Tours : 1998'de çalıştığım National Tours, Antalya Şubesi'nin
Antalya-İstanbul-Milano-İstanbul-Antalya uçak biletime sponsor oldukları için teşekkürlerimle...
Fatma Gülşah Yanık - Deftere yazmış olduğum yolculuk günlüklerimin bilgisayara aktarılmasında bana yardımcı olduğu için teşekkürlerimle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder