Çocukluk
günlerimi anımsadığımda, aklıma ilk gelen büyük bir bahçe, onun içinde yetişen
bir tarafta portakal, limon, mandalina, greyfurt, diğer tarafta ekşi ve
tatlı nar, dut, badem ağaçları ve
onların sergilediği renk yelpazesi. Bunun yanı sıra doğanın geçirdiği değişim,
yağmur öncesi ve sonrası gökyüzünde oluşan mavinin binbir tonu. Saymak isteyip
de başa çıkamadığımız ne çok yıldız olurdu yaz geceleri. Her şeyi alt üst eden,
renkleri birbirine dolayan kış günlerimizin korkulu rüyası rüzgar. Güneşin
doğuşu ve batışı, yaşamın dönüşüm zamanları içimizde duyduğumuz ışık.
Bir de
kanaviçeler, annelerin, kızları ve oğulları daha çocukken, yastık, yorgan ağzı
ve eteklere işlemeye başladıkları el emeği göz nuru. Her kanaviçenin bir adı
vardır aslında. Şimdi düşünüyorum da, Annemin çocukları için tasarladığı
kanaviçeler doğanın yansıması değil miydi?
Ağabeyim için
bademliyi seçmişti. Yaprakları kara yeşil, çiçekleri pembe, içinde bir iki
bordo ve sarı benek olan. Bana ise, "üzümlü"yü uygun görmüştü.
Üzümler eflatun, yapraklar açık ve kara
yeşil işlenmişti.
Annemin bu
işleri yapmak için aldığı rengarenk yumaklar, bazen birbirine dolaşır, kendi
içinde bir renk harmanına dönüşürdü. Kanaviçe işlerken renk uyumu son derece
önemliydi. Kaynatıldığında rengi çabuk solmasın, canlılığı uzun sürsün diye,
"domino" yumaklar tercih edilirdi.
İnsan ruhunu
dinginleştiren, eve canlılık katan kanaviçeler yavaş yavaş hayatımızdan
çekilip, sandık
diplerine gizlenmeye başladı çoktan. Kimselerin zamanı yok, artık
ne kanaviçe
işlemeye ne de onu sergilemeye...
Üzümlü |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder