22 Eylül 2015 Salı

Göç Gününü Hatırlamak

        

Geçen sene bugün, sabah erkenden kalkmış, kendime çay yapmıştım. Evin arka balkonundaki masada bir yandan notlarımı yazıyor, bir yandan da çayımı yudumlamaya çalışıyordum. Çok sevdiğim dut ağaçları bana eşlik ediyor, sanki onlara doya doya bakmam için sabah serinliğinde dalları salınıp duruyorlardı.  İçeride toplanmış eşyalar, biraz sonra gelecek taşıma şirketini beklemiyordum sanki. Çay içmek, notlarımı yazmak, kitap okumak istiyordum. Kapının çalan zili beni gerçeğe döndürdü, gelen taşıma şirketinin elemanlarıydı, dış kapıyı açmak istiyorlardı.  Onlar kamyonu içeriye çekip, asansörü kurarken ben hala balkonda dut ağaçlarıyla vedalaşıyordum çay içerken. Ne çok sabahlar, akşamlar bakmıştık bu dut ağaçlarına, Ahmet her baktığında çocukluğunu, dayılarını hatırlardı.

İki kişi taşındığımız evden, tek kişi çıkacak olmanın hüznü olacaktı elbette. Fakat bu normal, kendi öz kararımla verdiğim bir taşınma değildi.  Aile ve mahkemeler el ele vermiş, tahliyeme karar vermişlerdi. Güç onlardaydı, muktedir onlardı, bunu uygulatmanın yolu da katı kalpli bir  Avukat’a düşmüştü. Kötüler tek başına kötü olamazlar, onların etrafında, onlardan nemalanan insanlar vardır, kötü de cesaretini buradan alır, tek başına bir insan buldu mu onu ötekileştirmenin, yersiz yurtsuzlaştırmanın yollarını çok iyi bulurlar.

Yerimden kalkıp, evin içine, gerçeğe dönebilmem Gülistan’ın gelmesiyle oldu. Gülistan, göz pınarlarıma takılıp kalmış gözyaşlarımı görüyordu, içinde bulunduğum hüznü de. Birlikte toplamış, kaplamıştık bütün eşyaları.

Göç etmenin en küçüğü bile iç yakar,  büyük göçleri, evinden yurdundan edilenleri düşünüp kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Eşyalar yerinden kaldırılıp kamyona yüklenmeye başlandığı anda göz yaşlarımı tutamadım. Taşımacı Kürt gençler birden şaşırdılar, ellerinde kalakaldı eşyalar. Ben diğer odaya geçtiğimde Gülistan onlara eşimi kaybettiğimi, o nedenle bu taşınmanın ağır geldiğini anlatmış onlara. Taşımayı yöneten genç yanıma  gelerek; “merak etmeyin, siz ne derseniz onu yapacağız, toparlayın kendinizi” demesi bana güç verdi adeta. O dakikadan sonra, benim önerilerimi dikkate alarak evi boşalttık. Taşınmadan önce filme almıştım evi, fakat göç esnasında bir kare fotoğraf bile çekecek güç bulamadım kendimde.

Hiç istemeyerek taşındığım evden,  eşimi kaybetmiş, hayatın tüm yükünü sırtlanmış bir şekilde ayrılıyordum. Yanımda, büyük ruhlu, kendisi de göç etmek zorunda kalmış bir kadın, bulundukları yerden kopup gelen Kürt gençler vardı. İçimden dedim ki; eğer sürgün edilirseniz bir gün Kürtlerle taşının, en çok onlar anlar sürgün edilenleri, evinden yurdundan kovulanları.

Aradan bir yıl geçti. Hiç kolay olmadı, olağanüstü zor günlerden geçtim, her türlü hakkımı kendim aradım,  mücadelemi verdim, hiçbir şey eskisi gibi olmasa da, bir kadın olarak tek başına ayakta kalabilmenin gururu var içimde.


Bu sabah,  serin havayı duyumsarken balkonda, 22 Eylül 2014, göç günüm gözlerimin önünden akıp giderken, kahvemi yudumluyordum, Gülistan memleketine doğru yola koyulurken.

İmren Tüzün

22 Eylül 2015

19 Eylül 2015 Cumartesi

geceye düşen yüzün



                                                               Ahmet’e

öyle bir yüzün vardı ki

bir gün yaşlı bir adam

ertesi gün genç bir delikanlı

gibi olurdu yüzün


Gözlerin, ah o gözlerin

ah o ela gözlerin

nasıl da büyürdü

sağlık ve ateş fışkırırdı

mutlu olduğun anlarda


beni taklit ettiğin zamanlarda

muzip bir çocuğun

yüzüne dönerdi yüzün


bir de düşünceli halin

nerelerde olurdun kim bilir

hayal dünyanın genişliğini

anlayamazdı hiç kimse

ruhu yaşadığı

yere dar gelenlerin

soyundandın sen de


bir gece yarısı

nasıl da düştü

yüzün aklıma

radyoda Maria Callas’ın

hüzünlü sesi

geceyi taçlandırırken.

İmren Tüzün

Antalya, Eylül 2015

3 Eylül 2015 Perşembe

Sessiz ve Sensiz Geçti Bir Ağustos Daha


 

 
Poyrazın yakıp kavurduğu sıcak bir günün ardından, akşamı duyumsamak, kapısı herkese açık Akdeniz’in mavi sularında Ağustos’a veda etmek için yola koyulduğumda düştü aklıma yazının başlığı. Belki de bütün yaz boyunca hissettiğim, fakat dile getiremediğim duygularımın, hallerimin bir toplamıydı bu cümle.
İnsan hayatı boyunca, yıllardan yıllara, mevsimlerden mevsimlere, aylardan aylara, günlere, saatlere ve anlara doğru yol alıp duruyor. Gelecek önümüzde belirsizliğini korurken, geçmiş hatıralarına sahip çıkan bir insan için; "Geçmiş aslında geçmezmiş efendim. Hep bir köşede yerinden çıkmak için geceyi beklermiş." Oğuz Atay’ın cümlesinde olduğu gibi geçmiş dolanıp duruyor zihnimizin labirentlerinde.
Ağustos’un sıcak günlerinde bir yere gitmedim, içim kaldırmıyor artık yalnız tatilleri. Bir yandan yazılarının düzeltilerini yaparken, diğer yandan zihinsel bir yolculuk içindeydim,  odalardan odalara, kentlerden kentlere, anılardan anılara dolaşıp durdum, sırtımdan terler akarken. Gençliğimdeki Ağustos’tan çıktım yolculuğa.
Genç kızlığımda,  akşamüstleri saat dörde doğru evimizin önündeki betonu yıkardı birimiz, diğerimiz çay koyardı, elektriksiz pasta tenceremizde güzel kabarmış kek kokuları sarardı iki katlı evimizi. Sonra sığırların otlatma vakti gelir, onlar önde ben arkada yola koyulurduk, büyük bahçemize doğru.  Sığırlar otlarını yerken, onları gözden kaybetmeyecek bir şekilde, bir portakal ağacının dibine oturur, elişimin içine gizlice koyduğum, Yurda Ablanın kitaplığından alıp getirdiğim Dostoyevski, Tolstoy, Balzac romanlarını okurdum.  Annemi kızdırmamak için de akşama doğru biraz el işi yapardım. Bu yaz Dostoyevski’nin “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”ını okurken aldığım tat gibi, fakat bir yanı eksik yine de ne Annem hayatta ne de Yurda Abla.
1993 Ağustos’unda Ahmet’le Ankara’ya yaptığımız otobüs yolculuğu, Antalya’nın sıcağından sonra Ankara’da üşümemiz, bir de o yolculuk esnasında gördüğüm, Ahmet’in sağlığına kavuşacağı inancı veren o rüya aklımdan çıkmaz hiç.
Bir etkinliğe katılman için Nürnberg’e yaptığımız yolculuk, 12 Ağustos 2006’da Ahmet’in Fitzgerald Kusz’un  şiirlerini Türkçe’ye çevirişi, ondan daha etkileyici olan ise, Türkçe şiirleri  Almanca’ya çevirmesiydi.  O etkinliğin aurasını anlatmak zor, iyi ki fotoğraflarını çekmişim,  geçmişin bize hatırası şimdi.
Nürnberg’den Köln’e hızlı trenle yaptığımız yolculuk boyunca, Almanya’nın tabiatını sevmiştim de bulanık Ren nehri beni tedirgin etmişti, üstünde gemiler gidip geliyor olmasaydı, mavi suların çocuğu olarak Ren’e tahammülüm zor olacaktı. Köln Katedrali karşılamıştı bizi, heybetiyle sanki diğer bütün mimariyi küçümsüyor gibiydi. Müzeleri gezmiştik, Irena bizi kent dışındaki bir galeriye götürmüş, Bonn’da Guggenheim koleksiyon sergisini görmeye gitmiştik.  Irena  ve Dieter’in evinde, bir akşam Ahmet’le Dieter’in memleket meseleleri üzerine girdikleri tartışma, Ahmet’in evi terk etmesiyle sonuçlanmıştı. Ahmet’in tavrı, iyi Almanca bilen bir Entelektüel’in duyarlılığıydı.  Aradan yıllar geçti, Irena ve Dieter’le bu sefer Antalya’da havaalanında birkaç saat de olsa görüşme olanağımız oldu, yine bir Ağustos ayında.
Viyana’ydım biraz, Ulla’nın o tarihi evinden çıkıp Viyana sokaklarında yürümelerimiz. Birlikte gittiğimiz klasik müzik konseri, müzeler, Schönbrunn Sarayı’nın içi,- ne kadar da bakımlı ve temizdi, ister istemez Dolmabahçe Sarayı’nın bakımsızlığıyla karşılaştırmıştık,- çiçeklerle süslü bahçesinde yaptığımız yürüyüş, Central ve Einstein Kafeleri, belki Viyana’dan geçmiş, ruhunu solumuş yazarların, sanatçıların izlerini sürmek istemiştik, fakat hiçbir şey o günlerdeki gibi değildi elbette.
Yakınlarımızın bizi, içinde bulunduğumuz konumu, yapıp eylemelerimizi anlamaları zor oluyor, hele bir de sanat, edebiyatla uğraşıyorsak. Sanki bu memleketin insanı değiliz de bir yabancıymışız gibi hissettiriliyoruz, en küçük bir söz, tavır ve davranışlarında ele veriyorlar kendilerini. En büyük belamızda hatırlamak zaten, onlar unutuyor, biz hatırlıyoruz.
Bir Ağustos ayında, Berlin’de misafirliğe gittiğimiz kapının zilini çaldı ev sahibi, birkaç kez üst üste, fakat kapı açılmadı. En sonunda kendisi açmak zorunda kaldı. O an, işte gelmemiz istenmiyor duygusu basmıştı beni de, yine de belli etmemiştim Ahmet’e. Kapı açılıp içeri girdiğimizde ev sahibimizin eşi ve çocuğuyla karşılaşmıştık. Belli ki, öncesinde bir hesaplaşma yaşanmıştı. Aldırış etmemeye çalıştık, misafirdik ne de olsa. Berlin’de görecek o kadar yer varken bu küçük davranışlarla uğraşmanın bir anlamı yok diye düşündük. Öyle bir tavırla karşılaştık ki, bu sefer tavrı biz koyduk ve kendimizi bir otel odasında bulduk. Biliyorum Ahmet çok üzüldü. Fakat yine de, zamanımızı iyi değerlendirmiş,  Berlin Müzelerini gezip, görmüştük.
Neyse ki, Kassel’de doğa içindeki küçük otel Ahmet’e çok iyi geldi, unutamadığını söylerdi hep. 20 Ağustos 2007’de, Kassel’deki bir şatoda gerçekleşen Documenta sergisini görmek için yeşilliğin gölgesinde, parkta dinlene dinlene yürüyüşümüzü unutmak mümkün mü? Fotoğraflara baktım, hayalimde yine oralarda dolaştım seninle.
2010 yazının büyük bir bölümünü Hastane’de,  Ağustos’un son üç haftasını da bir otel odasında, Ahmet’in iyileşmesini bekleyerek geçirmiştik,  dayanışma içinde. Güniz Sokak, Ahmet’in sokakta, bağıra bağıra okuduğu Can Yücel’in  “Sevgi Duvarı”şiirini hatırlıyordur belki de, kim bilir. ”Yalnızlığım benim sidikli kontesim / Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” , tok sesinin yankısı kulaklarımda hala.
İnsan yine de yaşadığı kentteki zihinsel yolculuğunda bir gerçeklik hissediyor nedense. Ağustos 2011’de, senin diyalizden yorgun argın döndüğün sıcak gecelerde, Konyaaltı’nda 16 nolu Beach’te yan yana oturup, gökyüzünde ayı ve yıldızları seyretmiştik. Beni yanında istiyordun hep, elim elinde, bırakma beni diyormuşsun meğer. Ben bir daha ne o kafeye ne de bir gece yarısı deniz kenarına gidip oturdum sen gittiğinden beri. İsteseydim, tek başına da çıkar giderdim, fakat bir tat alamayacağımı biliyordum.
İhmal etmediğim üç şey oldu yaz boyunca.  Seni ziyaret etmek, Adam Yayınları’ndan çıkmış şiir kitaplarını götürdüm her gidişimde, şiirler okudum sana. İyi de oldu, bilmediğim yeni şiirlerle tanıştım, şairlerin çok bilinen şiirleriyle anılmasının haksızlık olduğunu düşündüm bir an, keşfedilecek ne güzel şiirler var oysa.
Atölyede küçük çizimler yaptım, kendiliğinden geldi, oysa hiç böylesine küçük kağıtlara çalışmamıştım. Bir de küçük arkadaşım var, adı Arda, beni her gördüğünde atölyede merhaba diyor, resimleri seviyor, güzel şeyler söylüyor. Merak ediyorum, büyüdüğünde nasıl bir izlenim kalacak onda.
Sokrates’in deniz tutkusunu dile getirişinden etkilenmişimdir; “Çoğu zaman insanlardan kaçardım. Hiç doyamadığım, bin bir yüzlü, bin bir huylu sevgilim denize inerdim. Kendimi sularına teslim edip onu kucaklar, denizkızları ve Tritonlar eşliğinde derinlere, çok derinlere açılırdım.”(1)   Bilirsin,  ben de denize gitmeyi, orada ruh bulmayı severim. Sokrates kadar derinlere dalamasam da, Akdeniz’in mavi sularıyla buluşmak, onun şefkatli ve şifalı sularında kendimi tazelemek isterim. Yazdığım ve seslendirdiğim metni henüz sergileme fırsatım olmadı, olursa bir gün sen orada olacaksın, Ankara’da Akdeniz hasretiyle geçirdiğimiz yaz günlerinin anısına. Eminim, Sokrates de üzülürdü benim gibi, denizlerin çocukların yaşamını soldurmasına, onun zamanında da yaşanıyor muydu böyle olaylar acaba?
Ağustos ayı çok sıkıntılı geçti Ahmet. Öylesine acılar yaşandı ki bu topraklarda, ölümler, Suriyeli göçmenlerin denizlerde solup giden hayatları, kurulamayan hükümet, sürekli bir bekleyiş, neyi beklediğimizi bilmeden,  bireysel yaşamımızdan uzaklaştırdı bizi. Sen, uzlaşma kültürünün önemini vurgulardın konuşmalarında, uzlaşılamadı, inatlaştı herkes. Şimdi seçim kararı verildi, hem de benim resmi doğum günümde. Çok da şaşırtmadı beni, doğduğum gün seçim haberlerini dinleyen dedemin kollarına götürüvermiş  Huriye teyze beni, ondandır utangaçlığım, politikadan çok da hoşlanmamam belki de.
Sıcak günler ve acı haberler beni yorduğunda, “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”ın sayfalarına sığındım. Dostoyevski’nin kahramanları, Nataşa, Alyoşa ve  Vanya’nın kötülere karşı verdikleri mücadele, bana da yol yol gösterici oldu, Dostoyevski ne kadar da usta iyi niyetin arkasında yatan kötülüğü anlatmakta. Ne kadar da benzer oluyor insan ilişkileri, sevenlerin huzuruna göz dikenlerin oyunları.
Kendimizi, ilişkimizi, evliliğimizi düşünüyorum sık sık, Ioanna Kuçuradi’nin cümlesi bizi tanımlıyor gibi geldi bana; “ Güç olsa da, etik ilişkinin bilgisi, insanlara bakarak ve yazın yapıtlarının bölgesinde dolaşarak ortaya konabilir. Ama, değerlerin yaşandığı bir etik ilişkiyi yeşertmek ve yaşatmak, bir “mucize”dir; bir ip üzerinde dolaşmaya alışkın iki kişinin karşılaşmasını gerektirir.”(2)
İşte böyle geçti bir Ağustos daha, zihinsel bir yolculukta, geçmişle bugün arasında.

 İmren Tüzün
Ağustos - Eylül, 2015

Kaynakça:
1 -Sokrates’in Gerçek Savunması – Kostas Vanalis – Çeviren: Ari Çokona – Pan Yayıncılık
2 - Ioanna Kuçuradi – Etik – Türkiye Felsefe Kurumu – Ankara, 1996

17 Ağustos 2015 Pazartesi

17 Ağustos 1999


                                                                         

 Yoğun geçen bir çalışma gününün ardından, daha önce sözleştiğimiz gibi arkadaşlarımla birlikte Fatma Meral Horne’yi ziyaret etmek için akşamüstü buluşmuştuk. Seyyah ve Sosyolog Horne, Antalya’daki yaşamını, kent merkezinin dışında Dokuma’da kurmuştu, oradaki yaşamı daha samimi bulduğunu söylüyordu. O yıllarda, Dokuma’ya dolmuşla gidilebiliyordu, eğer özel arabanız yoksa.

Emel Abla, kızı, Nilgün Erentay ve ben, saat 19:30’da Horne’nin atölyesine ulaşmıştık. Benim ilk gidişim değildi, atölyeyi daha önce de ziyaret etmiştim. Fatma Meral, uzun boyu,  kendi tasarladığı elbisesi ve görmüş geçirmişliğiyle insanı etki altına alıyordu. Uzun gecede, kendi hazırladığı ekmek üzerine sürdüğü peynirle birlikte çay sundu bize.

Fatma Meral, Uzakdoğu’da çektiği fotoğrafları, yine oradan aldığı kumaşlarla kendi tasarladığı giysileri tek tek, özelliklerini de anlatarak tanıtıyordu. Giysiler, renkli ve ince halleriyle, keşke benim olsa duygusu uyandırıyordu.

Atölye ortamında saate bakmaya unutmuştuk. Artık dönelim diyerek,  Fatma Meral’le vedalaşıp evden ayrıldık, durağa geldik. Gece yarısı çoktan geçmiş olmasına karşın, dal kıpırdamıyordu, boğucu bir sıcak hüküm sürüyordu gece bile. Saat 24:00’ü geçtiği için otobüs gelmiyordu bir türlü. En sonunda ortaklaşa taksi tutarak kent merkezine ulaşabildik.

Atatürk Caddesi’nde oturduğumuz için eve ulaşmam uzun sürmedi. Ahmet henüz yatmamıştı, merak etmişti gecikince. Ertesi gün işe gideceğim için hemen yattım. Yorgunluktan derin uykuya dalmış olmalıyım ki, Ahmet beni uyandırdığında korktum. “Kalk İmren, İstanbul’da deprem oldu, Sıdıka’yı ara, durumunu sor.” diyordu. Sersem gibiydim, yataktan kalktım, Sıdıka’yı cep telefonundan aradım. “Bir okulun bahçesinde güvendeyim, merak etme” dedi.

O saatten sonra, televizyon başında, yaşamını kaybetmiş, kurtarılmayı bekleyen insanların görüntüleri belleğimize silinmez bir şekilde işlendi. Göçük altından sağ çıkmayı başaran insanlar tesellimiz oluyordu sadece.
Antalya’da, okulu bitirmiş, iş ararken, arkadaşım Pınar Kızıloğlu Sönmez öğrenci evlerinin anahtarını göndermişti İstanbul’dan da, kalacak yer bulma konusunda zorlanmamıştım. Ev buluncaya kadar kalacaktım, fakat ailesinin de Antalya’ya taşınma kararından sonra, onun yerine bana kalabilme olanağı doğmuştu, Güllük Caddesi’ndeki Çetin Köksal Apartmanı’nda. Ev aramak için Pınar’la birlikte Annesi Suna Teyze de Antalya’ya gelmişti.

Ben işe yerleşmiş, düzenimi kurmak için zaman ayıramıyordum, ayrıca ekonomik güçlük de çekiyordum. Annem, Demre’den yastık, yorgan, döşek ve kilim göndermişti. Benim somya almam gerekiyordu.

1984 yılının Sonbahar aylarını yaşıyorduk, geceleri soğumaya başlamıştı. Suna Teyze; “İmren kızım, sen çalışıyorsun, döşekte yatma, hastalanırsın, sen benim yatağıma yat, ben yorganları üst üste koyar yatarım.” dedi. Olmaz dediysem de kabul ettiremedim, bir süre onun yatağında yattım. O da bir süre sonra, evi taşımak üzere İstanbul’a döndü.

Fevzi Çakmak Caddesi’nde bir ev tuttular, güzel bir evdi, çok da güzel döşemişlerdi. Ara sıra gelir giderdim, sanki ikinci evim gibiydi. Belleğimde kalan pek çok anı var.

O yıllarda kültür sanat etkinlikleri çok zayıftı Antalya’da. Tiyatro, Opera yoktu. Edebiyat etkinlikleri ve sinemalar canlıydı biraz. Antalya’ya uyum sağlayamadı Suna Teyze,  Pınar da okulu bitirince İstanbul’a dönmeye karar verdiler.

80’li yılların sonuna doğru, İstanbul’daki evlerinde ziyaret etmiştim Suna Teyze’yi. Daha sonra bağımız zayıfladı. Facebook aracılığıyla Pınar’la bağlantı kurduğumda, Suna Teyze’nin 17 Ağustos 1999 depreminde Çınarcık’taki yazlıklarında yaşamını yitirdiğini öğrendiğimde içime bir ateş düştü.

Yaşamda karşılaştığımız insanlar bakış açımızı, değer yargılarımızı oluşturmamızda etkili olurlar. Suna Kızıloğlu Sönmez de, özverisi ve duyarlılığıyla belleğimden hiç çıkmadı.

17 Ağustos’ta yaşamını kaybeden insanların acısı hala yüreğimizde, toplumsal bir acı olarak belleğimize kazındı,  unutmuyoruz o günü.   

İmren Tüzün

Antalya, 17 Ağustos 2015

23 Mart 2015 Pazartesi

maus arası


I

yaralı bir hayvanın

inlemesine benzeyen

sesim irkiltiyor beni
gecenin bir vakti

nereden geliyor bu ses

içimden

ta derinlerden

bir yerden olmalı

dile gelememiş

açığa vurulamamış

yaratıcılığın

intikamı

belki de bir ruh ağrısı.
 

II                              

herkesin herkesten kaçtığı

bir yabani gibisin bu şehirde
 

durup dururken satın aldığın

ince çorap bile

şehirli yapmaya yetmeyecek seni.

 

İmren Tüzün

Antalya, Mart  2015

©Her hakkı saklıdır.

10 Mart 2015 Salı

Untitled


 I

bir gün alacaksınız
karşılığını

kalbimi kıran

sözlerinizin

kısasa kısas
cümleler kurmaya

yetmez gücüm

ben değil

hayat  verecek

size o karşılığı.

 

 II

gereklidir para

yaşamak  için

küçümsetiyorsa
paranızın gücü
ötekini
bilin ki
esiri olmuşsunuz

artık onun.

İmren Tüzün
 
Antalya, Mart 2015
 
© Tüm hakları saklıdır.

15 Şubat 2015 Pazar

Bir Kadın


bir kadın 
 

ne yapmalı bir kadın

kuşkulu gözlerle

bakıldığında ona

incitilmek istenildiğinde

kaçırıp gözlerini

gitmeli mi yoksa oradan
 

başkaldırmalı ve dik durmalı

bedeniyle ve ruhuyla

meydan okumalı hayata

tüm bunlara inat

 
imren çalışkan tüzün
Antalya, 2007

© Bütün hakları saklıdır.
 

 
 
tedirgin
 
 
bir masada üç erkek

ve bir kadın

soran sorgulayan

gözler karşısında

tedirgin

fırlatıyorlar hançerlerini

yarıp almak istiyorlar

kadının yüreğini

sonra bakıp

bulmak istiyorlar

o gizli cini

 
imren çalışkan tüzün
Antalya, 2007
 
© Bütün Hakları Saklıdır.