8 Haziran 2016 Çarşamba

Yayımlanmamış Bir Manifesto: "Nitelikli Bir Sanat İçin Manifesto" - İmren Tüzün




Çocukluk, o güzel süreç, anayurdumuzdan kopmak, farklı açılımlar yaşamak herkese nasip olmuyor. Her ne kadar doğduğumuz yerden daha iyi bir eğitim, yaşam ve gelecek için yollara düşsek, yeni yaşamlar peşinde koşsak, kursak da anne babamız yaşadığı sürece bizi onlara doğru sürükleyen bir güç vardır.  Hele bir de kırsaldan şehre doğru kaymışsa yaşamımız, geriye dönmek bazen bize zor gelir. Hafta sonu dinlenmekle aileye gitmek arasında sıkışır kalır yaşamımız. Annenizin yolunuzu beklediğini, gittiğiniz zaman nasıl da rahatladığını, derin uykulara daldığını gözlemlersiniz, siz de aynı duyguya kapılırsınız. Yaşam bütündür, parçalanmamıştır anne babanız yaşadığı sürece.

Ne zaman ki onları kaybetmeye başlarsınız, doğduğunuz yerle bağınız zayıflar günden güne.  Her ne kadar baba ocağı dense de, annelerdir bir eve ruhunu veren, yaşanır kılan.

Annemi kaybettiğimde, Mayıs 1999’da, iş yaşamının ortasındaydım,  zaman yoktu hiçbir şeyi doğru dürüst hissetmeye. Turizm sektöründe çalışmak, dakiklik ister, sıkı bir dosyalama ister, amaç sadece insanları mutlu etmek, hiçbir şeyin aksamamasını sağlamaktır.

O yıl, hiç unutmuyorum, internet devreye girmişti, sadece müdürümüzün Alman eşi Suzanne’nin odasına bağlanmıştı, biz de geriden bakmakla yetinirdik.  Sanıyorum, Antalya’da interneti ilk bağlatan şirketlerden biriydi National/Pegasus Tours.

Suzanne Oparius, benim resimle uğraştığımı biliyor,  “Senin ne işin var burada, resimle uğraşmalısın sadece.” diyordu. Alman Ekspresyonistlerin,  Dortmund’da, “ Museum  am Ostwall”da,  “Von der Brücke zum Blauen Reiter” başlıklı, 1905 -194 yıllarında grup içinde yer alan sanatçıların “renk, biçim ve ifade”lerine  odaklanan bir sergi açılmış. Sergi kapsamında, Erich Heckel, Karl-Schmidt rottluff,Max Pechstein,Otto Müller,Franz Marc, Gabriele Münter, Ernst Ludwig Kirchner, Alexej von Jawlensky, Emil Nolde ve Kandinsky’nin yağlıboya ve kağıt üzeri işleri sergilenmiş. Ayrıca, grubun oluşması, karşılaşmaları, eğitimleri ve yaşamları hakkında ayrıntılı bilgilerin bulunduğu bir katalog hazırlanmış. Suzanne bir aile ziyaretinde bu sergiyi görmüş, bana da kataloğunu getirmişti. Daha sonra,  Alexej Von Jawlesnky’nin, “Reisen, Freunde, Wandlungen” (Seyahat, Arkadaşlar,  Dönüşümler) adlı bir katalog daha getirdi.  Jawlensky’nin yaşamına, eserlerine, sanatçılarla karşılaşmalarına ve dostluklarına,  en önemlisi de resimlerinin geçirdiği dönüşümlere, nasıl gittikçe yalınlaştığına odaklanan katalog da beni oldukça etkiledi.  Klimt’in de bir kataloğunu da hediye ettiğini anımsıyorum. Suzanne getirdiği kataloglarla, İtalya gezisi öncesi bana hazırladığı materyallerle sanatın içine doğru  bir yolculuğa hazırlamıştı adeta beni.

Annemi kaybettikten sonra, kendimi gittikçe yorgun hissediyordum, iş yaşamını sürdürme isteği duymuyordum içimde. Ahmet’le konuştum, içinde bulunduğum durumu paylaştım kendisiyle.

Ahmet; “İmren, beni zor günlerimde omuzladın, tüm yükü aldın üzerine, bırak bu sefer de ben sana destek olayım, kararlıysan iş yaşamını noktalayabilirsin.” dedi.

Suzanne Aporius’un beni resme doğru yaklaştırması, Ahmet’in anlayışlı yaklaşımı ve desteği sayesinde, 15 Kasım 1999’da iş yaşamından ayrıldım. Geleceğin nasıl şekilleneceğini bilemeden,  bir anlamda kendi içime dönüyordum, ihtiyacım vardı, böyle bir döneme.

Evliliğimizin ilk on yılı, kayıplar ve hastalıklarla geçmişti, kendi evimizden uzaklaşmak, yeni bir eve taşınmak istiyordum. Ocak 2000 başında yeni bir eve taşındık, elbette kolay bir taşınma değildi, kitaplar, dergiler ve resimlerle bir eve sığmaya çalıştık. İlk iş olarak, taksitle bilgisayar aldık, internet de bağlattık. 1996 yılından beri bilgisayar kullanıyordum,  çalıştığım işyerinde  Ahmet’in ve benim yazılarımı bilgisayara aktarırdım. Bilgisayar,  Ahmet’le evde bir yazınsal aura oluşturmamıza ve dünyaya açılımımızı sağladı, diyebilirim.

O süreçte, Ansan’da aktif olmaya çalışıyor, fakat oradan ciddi bir düşünce çıkmayacağını düşünüyordum. Başka ne yapabiliriz, nasıl bir araya gelebiliriz, düşüncesi hakim olmaya başlamıştı bende. Ahmet’le konuştuk, isimleri belirledik, “Salı Toplantıları” adı altında, edebiyat, sanat, kültür ve kent odaklı konuşmaları gündeme getirmeye karar verdik.  Murat Sinkil, Hasan Tırmaş, Muhittin Selamet, Mehmet Işıklı, Ahmet Tüzün ve İmren Çalışkan Tüzün olarak belirlemiştik. O sıralarda, Ahmet Tüzün, Antalya Kültür Merkezi’nde, Sanat Danışmanı olarak çalışıyor ve sanat programları hazırlıyordu. Daha önce de yazmıştım, kentlinin de belleğinde öyledir, Antalya Kültür Merkezi böylesine yoğun bir etkinlikler ortaya koyamamıştır bir daha. Ahmet’in zamanı olmadığı için, böyle bir buluşmaya daveti, insanlara anlatmayı ben üstlendim. 

İlk toplantıyı 27 Mayıs 2000’de yapmışız.  Buluşmalar, o zamanlar Hasan Subaşı Parkı olarak bilinen, Cam Piramiti’nde içinde bulunduğu büyük parkın içinde, denize bakan Kır Kahvesi, Tophane ve Yivli Minare’ye yakın Mahmut Bey’in işlettiği Park Kafe’de gerçekleşiyordu.  Bu toplantıların sonucunda, ilk olarak  Ioanna Kuçuradi ‘nin “Sanat ve Felsefe” başlıklı konuşmasını düzenledik. Kuçuradi’ye, dernek olmadığımızı, bireysel çabamızla böyle bir etkinliği hayata geçirmek istediğimizi, izleyici sayısının az olabileceğini söylemiştim. Ioanna Kuçuradi; “ Ne kadar az insan olursa, o kadar iyi olur, daha iyi konuşuruz.” dediğinde, içim rahatlamıştı.  Düzenlediğimiz ilk etkinlikte, öylesine çok katılım oldu ki, unutmam imkansız. Daha sonra Ali Akay’la “Modernizm-Postmodernizm” söyleşisini gerçekleştirdik,  konuşmaların çözülmesiyle Gösteri’de yayımlanmıştı.  Belgelere tekrar baktığımda, ciddi destekler de almışız. Antalya Kültür Müdürlüğü, o dönemde etkin bir kitabevi olan Seans Kitabevi, Tekeli Konakları desteklemiş bizi.

Ahmet Tüzün kentin sanat,  kültür ve mimari alandaki değişmelerinde sanatçıların bir yaptırım gücünün olabilmesi için bir Manifesto hazırlamayı önerdi. Oturduk, birlikte yazdık. Bir toplantıda;  "Nitelikli Bir Sanat Manifesto"yu okuduk,  arkadaşlarımız Manifesto’nun altına imza koymakta çekince gösterdiler ve imzalamadılar. Sadece ikimizin imzalayıp, basına dağıtmamızın doğru olmayacağını düşünerek vazgeçtik yayımlamaktan. Manifesto’yu yeniden okuduğumda, hala aynı sorunların sürüp gitmekte olduğunu düşünüyorum.

Bu düzenli  buluşmalar, bir süre sonra aksamaya başladı.  19 Haziran 2001 tarihli günlüğümde, o dönemle ilgili düşüncelerimi yazmışım.

“27 Mayıs 2000’den itibaren başlattığımız  Salı toplantılarını iki haftadır yapmıyoruz.   Ya da artık benim bu toplantıları   yapma, organize etme isteğim kalmadı. Bu grubun oluşmasını istememin temel sebebi, farklı insanlarla farklı şeyler yapabilmek, üretebilmekti. Şu ana kadar bir araya gelmelerimizde, sanatın çeşitli boyutlarını tartıştık, iki etkinlik ,-Ioanna Kuçuradi ve Ali Akay söyleşileri-,gerçekleştirdik. Bizim bir araya gelmelerimiz, özellikle Ahmet Tüzün ve benim açımdan bakılırsa, başkaları tarafından ANSAN’a karşı bir tepki olarak bu grubu oluşturduğumuz düşünüldü.
Elbette bir alternatif düşünce üretme arayışımız vardı. Ancak, tamamen başka bir kuruma karşı bir tavır ya da eylem olarak düşünülmedi.  Geldiğimiz noktada görüyorum ki, birlikte bir şey yapmamız, şehrin herhangi bir sorununu sorgulamamız mümkün olmadı. Bu konuda bazı çekinceler içindeydi bazı arkadaşlar. Birlikte bir sergi yapma, bir düşünce üretme  boyutuna gelemedik. Toplantıların Entelektüel tatmine dönüşmemesi için,- ki bu tehlikeyi sezinliyorum-, Mavi Boyut grubu olarak bir araya gelmelerimize son vermek istiyorum. Ama yine de zaman zaman istekler doğrultusunda bu dostluğun sürmesini isterim.

Kendi adıma bu  toplantıları organize etmek,  bir araya toplanmak işlevimden kurtulmak istiyorum.

Beni bu karara vardıran  nokta nedir? Bir araya geliyoruz, ama aynı zamanda birbirimizi küçümsüyoruz. Plastik Sanatlar’ın tek boyutunu görüyor ve çağdaş gelişmeleri takip etmediğimizi görüyorum. Bu nedenle, tek yönlü açılımlardan, özverilerden  de bir sonuç çıkmıyor. Herkesin yolu açık olsun sanat yolunda.”

 Bir Sonbahar günü, 11 Eylül 2001’de, Kır Kahvesi’nde, Murat Sinkil, Mehmet Işıklı, Hasan Tırmaş , Ahmet Tüzün ve ben bir araya gelmiştik.  Güzel, güneşli bir günde sohbet ediyor, Muhittin Selamet’in gelmesini bekliyorduk.  Bir süre sonra Muhittin Bey, biraz heyecan ve telaş içinde geldi; “Yahu yer yerinden oynuyor, Amerika’da, New York’ta patlamalar olmuş, televizyonda ben bu görüntüleri seyredeceğim, gidiyorum ben, haber vermeye geldim.” dedi ve geldiği gibi döndü gitti. Oturduğumuz sandalyelere mıhlanmış gibi oturup kaldık bir süre, konuşmalar kesilmiş, yerini sessizlik almıştı. Yarım saat daha oturduk ve ayrıldık.

Böylece, Mavi Boyut toplantıları sona ermiş oldu, bir daha da böyle sürekli toplantılara katılmadık, daha sonra bu tür bir araya gelme istekleri de olmadı değil, fakat yürümedi. Bu toplantıların tarihi, ele alınan konuların notları ayrı bir iz sürmeyi ve yazıya dökülmeyi gerektiriyor.

Bugün,  kocam, dostum, yoldaşım Ahmet Tüzün’ü kaybetmek, onunla yürüdüğümüz yollara ve yaptıklarımıza baktığımda,  etkinliklerde, günlüklerde izini sürünce yeniden anlıyorum ne kadar değerli işer yaptığımızı. Elimizdeki kültürel birikimle, yeniden bir ruh yaratma olasılığı var mıdır, sorusunu soruyorum kendime. Bu gücü, kültürel birikim açısından içimde duymama karşın,  kendi içimde kalarak, mevcut kültürel mirasımızı derli toplu geleceğe bırakmak için çalışmamın daha doğru bir karar olacağına inanıyorum. 


İmren Tüzün

Antalya, Mayıs 2016












10 Mayıs 2016 Salı

Bir Anti Kahraman Olarak Babam - İmren Tüzün


Bir Anti Kahraman Olarak Babam

 Akşam olduğunda, herkesin babası çocuklarıyla akşamını kurarken benim babam uzaklarda olurdu çoğunlukla. Bazen nereye gittiğini bile bilmez, bir telefon,  bir haber gelecek diye yolunu gözlerdik. Süre çok uzadı mı abim aramaya çıkardı babamı. Bulur getirirdi onu, nerede olduğu, neden gelmediği, neden haber vermediğini sorgulayamazdık, o da sanki dün gitmiş de bugün dönmüş gibi evin günlük yaşamına uyum sağlardı.

Gelir gelmez, evin etrafını temizler, çalı çırpı ne varsa tırmıkla bir araya toplar, yakardı hoş görünmeyen ne varsa. Bize de bir çeki düzen gelirdi, akşamüzeri okuldan geldiğimizde elimize ekmek alıp yememizi istemez, akşam sofrasını beklememiz gerektiğini söylerdi. Bir de akşam eve geç giremezdik, oyunlarımızı bölmek zorunda kalırdık, babam disiplin demekti biraz da.

Babamın ruhu Demre’ye dar geliyordu, fakat çocuklukta bunu anlamamız mümkün değildi elbette. Bir çocuk olarak, onun akşam evde olmasını, aykırı ve isyankar bir insan olmasının getirdiği söylentileri duymak istemezdik.  Kırsal kesimde böyle davranışlar hoş karşılanmaz,  en yakınları dahil herkes tarafından cezalandırılmaya, elindekini kapmaya bir olanak sağlardı çoğunlukla.

Çocukluğumdan bir söylenti kalmış belleğimde. Bu hakikaten gerçekten söylenmiş midir, yoksa benim hayalim mi yaratmıştır, ara sıra aklıma gelir yine de. Babamın kedilerle çift süreceği gibi bir söylentiydi bu, çocuk kalbimi ne kadar etkilemiş olmalı kim bilir.

Bazı meslekler vardır ki, babadan oğula devam eder. Babam okumak istemiş, hatta bunun için çaba da harcamış, fakat dedem engel olmuş, babamın anlattığına göre. Durum böyle olunca o da babası gibi çiftçilik ve tüccarlığı devralmış babasından. Çocukluğumda, Demre’den İstanbul’a sebze - meyve gönderirdi babam.

Gündüz satın aldığı domates, baskülde tartılırdı, ona göre ödeme yapılırdı üreticiye. Biber, patlıcanlar akşama kadar işçiler tarafından ahşap kasaların içine yerleştirilen pelüş kağıtların üzerine özenle dizilirdi, büyük bir özen vardı, “domates işleme” denirdi o zamanlar. Akşamüzeri kamyonlar evin önüne yanaşır, bu sefer özenle işlenen, üzeri bobin ipiyle sarılan kasalar  yerleştirilirdi kamyonlara. Hatırladığım kadarıyla irsaliye kesiliyordu, kaç kasa yüklenmiş hesaplanır, gece yola koyulurdu kamyonlar İstanbul’a doğru. Nedense aklımda daha çok İstanbul’la çalıştığı kalmış.

O yıllarda, yapılan işlerin sigortasını kontrol eden Nermin Hanım vardı. Nermin Hanım, bazı akşamlar bizim evde kalırdı. Annemin ona ne kadar özenle davrandığını hatırlıyorum.

Babam daha sonra, İstanbul yollarına koyulurdu, gönderdiği malların hesabını görmek, parasını almak için.  Amcam Mehmet Çalışkan o yıllarda İstanbul’da okuyordu, babamın söylediğine göre Amcam babamın çalıştığı yerlerden para alabiliyor, sıkıntı çekmiyordu.

Daha sonraki yıllarda, Avşar’da, Annemin tarlalarına elma diktirdi, iki büyük elma bahçesi yetiştirdi. Bu sefer, 80’lerde Avşar’dan elmacılık yaptı. Elma kilo başına alınmazdı genellikle, tüccar bir elma bahçesini gezer, ürüne değer biçer ve bahçenin elmasını toptan alırdı. Babam da toptan aldığı elma bahçelerinden, kışın da yaklaşmasıyla genellikle zarar etmiştir, verdiğimiz emekler heba olmuştur çoğunlukla. Şimdi ne o elma bahçeleri kaldı, ne de yaylayla ilişkimiz. Babam yaylayı severdi, Avşar’dan çok Akçay ve Gömbe’ye tutkundu. Akçay’ı sevmesinin nedeni, Akçay daha hoşgörülü bir yerdi o yıllarda. Sineması, kahveleri,  insan ilişkileriyle babamın rahat ettiği bir yerdi. Belki de, teyzesine, Emine Teyze’ye yakın olmak istemiş de olabilir. Severdi onu, belki babaannemden bile çok.

Hatırlarım, babam ne zaman bahçelere gitse, elinde küçük bir çamur yuvarlayarak geriye dönerdi. O çamur elinden eksik olmazdı. Anlattığına göre, çocukluğunda çamurdan develer yaparmış, herhalde heykel yapmaya yeteneği varmış. İnsan Likya’da yaşar da meyil etmez mi heykele. Babası çamurdan develer yaptığı için dövmüş onu, yapmasını istememiş. Babamın içinde ukde kalmış çamurla uğraşmak. Oysa o güzel parmaklarına yakışırdı heykel yapmak.

Babamın içini yakan diğer bir anısı da halamla yaşadığı bir çocukluk anısıdır. Dedem Hacı Ahmet, Yavu köyünde yaşarmış, ahşap iki katlı bir evde. Yukarısı ev, aşağısı da bakkal dükkanıymış. O yıllarda tek bakkal dükkanı dedeme aitmiş. Yoksulluk diz boyu tabii, insanlarda para yok. Babam yoksullara para almadan bisküvit arası lokum verirmiş, yukarıdan bir delikten babamı izleyen halam babamın bedava verdiğine tanık olmuş ve dedeme şikayet etmiş babamı. Dedem, fena dövmüş onu, canını acıtmış. Babam, bir yerde yoksulluk görse, kendini hiç düşünmez, elinde avucunda ne varsa o insana verirdi.

Eline geçen mirası hak etmediği düşüncesiyle,-dedemin kazancını hak ederek kazanmadığına inanıyordu-, kaybetmeye meyilliydi. Çocuklarına bir karış toprak bırakmayacağını söylerdi, yaptı da.

Babam hep bir Dostoyevski kahramanını anımsatır bana, tutkuları ve zaaflarıyla. Sigara ve kumar en büyük tutkusuydu, o nedenledir ki, ne zaman bir kumarbaza kötü bir söz söylense, benim içim kabul etmez. Bu tür tutku ve bağımlılıkların temelinde, engellenmiş bir yaratıcılık olduğunu düşünürüm. Eğer babam, dedemin öngördüğü yaşamı değil de, kendi istediği yaşamı sürebilseydi, kim bilir ne cevher çıkardı ortaya.


İmren Tüzün

Antalya, 10 Mayıs 2015

©Tüm Hakları Saklıdır.


Babam Gündüz Hayrullah Çalışkan - Foroğraf: İmren Tüzün

4 Mayıs 2016 Çarşamba

The Dream of a Babyhood Photograph by İmren Tüzün







The Dream of a Babyhood Photograph

            To my Mother and Father...

Again breed me mom
But not in the kitchen

Let you have a photograph
Of puerperium
With a red sashed
And mine
With goofy eyed babyhood
My tall, curly haired handsome father
Is right beside us
At home
Over your iron bedstead

Truly, has my father ever hug me,
Has he kissed me
In my babyhood
I can remember his beautiul toys
In my chilhood,
But I can never remember his kissing me

Don’t worry Mom,
Ahmet has kissed
And caressed me enough
You know, he was loving to kiss
And to make himself kissed

You didn’t be happy too
Our experiences are same
I have fallen victim to the wrath
Of big family, Mom


I have never been ashamed
Because of your being my mom
And my father’s being my father

I have taken my share
From the same pains
Which you had suffered from

Dad, I can understand you
Better nowadays
The loneliness you had fallen in
After losing my Mom
That is a different kind of loneliness
And solitude
Because we became
Stonyhearted to you
Nevertheless forgive us
We didn’t want to put someone
Into my mom’s shoes

You were two different emotion humans
Mom, you were a fairy godmother
Father, you were a contrarian to the utmost
Mom, you were always making effort
To fit into society
You couldn’t be considered wrongous
With this stance
Men can be contrary
But the women pay
Heavier price for being contrary
On this land
Maybe on the whole earth.


Father, you went and made us feel
That there were distant places,
Towns and cities.
You carried the modernity
To our home from the cities
Nowadays, I am so glad because of this
Even its price was the pain of your absence

Mom, if you didn’t exist
If your reading desire
Your telling ability didn’t exist
If your tales didn’t exist
We would get lost
You prevented feeling
The absence of my father for us
With the tales you told

Helping the humans
Protecting the poor ones
Not despising them
Were your biggest virtue
You were only attitudinising
The despising ones
I say how beautiful
You didn’t instill us
The emotions like racism, nationalism
You drank from the same water
With Santa Claus, probably
Your being freethinker was
Coming from here

You were the free spirited children
Of Lycia, that “Luminary Country”
Which had been plundered
But had not submitted
The freedom and independence love
Must be enured to me from you

As for me
My heart is still like born yesterday
Which couldn’t learn the double dealing
Which failed the class in human relations
I an human struggling on being herself
On resisting against the degeneration
Putting up a fight against the life
Who had taken her noble values
From her mother and father

Imren Tuzun
Antalya, 2013

Translated by Serkan Engin



© All rights reserved

---
Bir Bebeklik Fotoğrafı Hayali

                                                     Annem ve Babama...

Bir daha doğur beni anne
Mutfakta değil ama


Senin kırmızı kurdelalı lohusalık
Benim de şaşkın bakışlı bebek
Fotoğrafımız olsun
Kıvırcık saçlı, uzun boylu
Yakışıklı babam da yanı başımızda
Bizim evde
Demir karyolanızın üzerinde

Sahi beni hiç kucakladı mı
Öptü mü  babam
Bebekliğimde 
Çocukluğumda güzel hediyelerini
Hatırlıyorum da
Beni öptüğünü hiç

Merak etme Anne
Ahmet beni yeterince
Öpüp, okşadı
Bilirsin severdi öpmeyi
Ve öptürmeyi

Senin de yüzün gülmedi
Tecrübelerimiz aynı
Büyük ailenin gazabına
Ben de uğradım Anne

Utanmadım hiç
Senin annem, babamın
Babam olmasından

Siz hangi acıları yaşadıysanız
Ben de nasibimi aldım
Aynı acılardan

Baba, seni şimdilerde
Daha iyi anlıyorum
Annemi kaybettikten sonra
İçine düştüğün yalnızlığı
Bu başka türlü bir
Yalnızlık ve tek başınalıkmış
Kalbimiz sana taş
Kesildiği için
Affet yine de bizi
Koymak istemedik
Annemin yerine başka birini

Siz iki ayrı duygu insanıydınız
Anne sen iyilik delisiydin
Baba sen alabildiğine aykırı
Anne sen topluma
Uyum sağlama çabasındaydın hep
Haksız da sayılmazdın bu duruşunla
Erkekler aykırı olabilir
Kadınlara aykırı olmanın
Bedeli daha ağır yaşatılır
Bu topraklarda
Belki de tüm yeryüzünde

Baba sen gittin ve uzak yerler
Kasabalar, şehirler olduğunu
Duyumsattın bize
Modernliği taşıdın
Şehirlerden evimize
Bedeli senin yokluğunun acısı olsa da
İyi ki gitmişsin diyorum şimdilerde.

Anne, sen olmasaydın,
Senin okuma tutkun,
Anlatma yeteneğin,
Masalların olmasaydı,
Biz kaybolur giderdik
Babamın yokluğunu
Anlattığın masallarla
Hissettirmedin bize

İnsanlara yardım etmek,
Yoksulu koruyup kollamak,
Hor görmemek
En büyük erdeminizdi
Siz yalnızca hor görenlere
Tavır koyardınız.
Ne güzel diyorum,
Irkçılık, milliyetçilik  gibi
Duyguları aşılamadınız bize
Noel Baba’yla aynı sulardan
İçtiniz, gönlünüzün
Genişliği buradan
Geliyordu belki de.

Likya’nın o talan edilmiş,
Fakat boyun eğmemiş
"Işık Ülkesi"nin
Özgür ruhlu çocuklarıydınız
Sizden sirayet etmiş olmalı bana
Özgürlük ve bağımsızlık aşkı


Bana gelince;
Yüreğim hâlâ
Dünkü çocuk gibi
İkiyüzlülüğü öğrenememiş
İnsan ilişkilerinde sınıfta kalmış
Kendisi olmak,
Yozlaşmamak için
Çabalayıp duran
hayata karşı tek başına
mücadele veren bir insanım                                                               
yüce değerlerini
anne babasından almış.

İmren Tüzün

Antalya, 2013


©Tüm Hakları Saklıdır.

Annem Ayşe  Fatma Çalışkan