6 Şubat 2014 Perşembe
İnsani Hallere Işık Tutan Truman Capote Öyküleri
“Yeni Gazetecilik”, öte yandan, güçlü
örneklerinde beni okur kimliğimle hayli saran bir anlayış, belirtmeliyim. Amerikan
Edebiyatında, çığır açan Capote’nin yapıtını etkileyici buluyorum sözgelimi. Çarpıcı metinler geldi oradan,
“üçüncü sayfa “ gerçekliğinin parlak örnekleri. Bizim yazarlarımız için sağlam birer denektaşı işlevi ya da “çıkış
modeli” oluşturabilirdiler – böylelikle,
hiç değilse kısır imgelem ürünü kurmacaların arasında boğulmayabilirdik. Olmadı,
çünkü uç vermediler, sanırım okunmadılar
da yeterince. Eski gerçekçilik yenisini itip kakaladı anlaşılan.”
30 Ocak 2014 tarihli, Cumhuriyet Kitap’ta, Enis Batur’un, “pervasız
pertavsız” köşesinde yer alan, “üç okuma
parantezi” başlıklı yazısının yukarıda alıntıladığım bölümü Türk Edebiyatına
bir eleştiri içeriyordu. Batur’un, Truman Capote’ye atıfta bulunmasıydı daha
çok benim dikkatimi çeken. Truman Capote’nin, Sel Yayıncılık’tan çıkan, Püren
Özgören çevirdiği “Gümüş Damacana”adlı kitabı düştü hemen aklıma. Evde değildi
kitap, atölyemde olduğunu biliyordum, gece vakti atölyeye indim, kitabı buldum.
Önce kitabın kapağını taradım, kitabın arkasına aldığım notları okuyunca,
yeniden ele almaya karar verdim.
…
Temmuz için olağanüstü serin bir günde, arka balkonda okuyarak bitirdim kitabı.
“Capote”(*) filmini izlemiştik Ahmet’le.
Ahmet , Capote’nin bütün öykülerinin bulunduğu “Gümüş Damacana”yı almış.
Tesadüfen, - her zaman olduğu gibi,-evde
görünce okumaya karar verdim. Fakat, nedense ilk öykü,“Duvarlar Soğuk”u pek sevemedim ve kitap uzun süre başucumda durdu, bekledi.
Tekrar, okumaya başladığımda, “ Kendine Ait Bir Vizon” başlıklı öykü beni
kitabın içine sürükledi, 2008 yazının kitabı olup çıktı.
“Kendine Ait Bir Vizon”, genç kızlıklarından beri tanışan iki kadının,
Bayan Munson ve Vini Rando’nun yıllar sonra karşılaşmaları üzerine kurulu bir
öykü. Vini, babasından kalan
mirasın getirdiği olanakla, Avrupa’ya
gitmiş, orada bir kont ya da baronla evlenmiş, savaş yıllarını orada
geçirmiştir. Vini, Amerika’ya döndüğünde, eski arkadaşının izini bularak, kendisini ziyaret etmek için
Bayan Munson’u arar. Vini’nin ihtişamlı gelişini,-bayan Munson öyle hayal
etmektedir Vini’yi,- heyecanla evde beklerken; “…delici gözlerle
salonu inceledi. Eşyalarını,
çevreni, ancak bir ziyaretçi beklerken fark etmen, ne kadar garipti”
Bayan Munson, kış ortasında çiçekli bir elbiseyle, saçı
cılız, bakımsız Vini’ye şaşkınlığını hissettirmez. Kendisine hemen bir likör
ikram etmek ister, fakat Vini kabul etmez. Vini, elindeki pembe kutuyu açar,
içindeki vizon kürkü çıkararak, bu kürke hayran olduğunu bildiğini, o nedenle
yatırımım boşa gitmesin sana vereyim, para da önemli değil, bin dolar versen
yeter deyiverir, Bertha’ya. Bertha, o
kadar param yok dese de, arkadaşına; “belki dört yüz” verebileceğini söyler. Kürkü aynanın önünde denedikten sonra; “Çeki
benim adıma yazabilirsin” diyen Vini’ye,
hemencecik imzalar çeki Bayan Munson.
Tekrar haberleşmek üzere Vini evden ayrılır.
Bayan Munson, eşi Albert’e kürkü hemen göstermemek için,
onu dolapta karanlık bir köşeye
astığında bir cırt sesi duyar. Işığı açıp mantoya baktığında, mantonun tamamen
çürümüş olduğunu görür.
“Aman Tanrım, kandırıldım, bir güzel kazıklandım ve artık,
yapabileceğim hiçbir şey yok, hiçbir şey!”
Vini’nin kendisini aldattığını anlamıştır çok kısa sürede.
“Gümüş Damacana”,
kitaba adını veren öykü çok etkileyiciydi benim için. Ama, beni , esas kitaba bağlayan ya da öykülere diyelim, Truman
Capote’nin Alabama’daki çiftlikte annesinin ailesiyle geçirdiği çocukluk
yılları oldu. Ne çok benzerliği vardı kendi çocukluğumla. Hele onu hayata
bağlayan Bayan Sook, sanki annemdi.
“Doğum Günlerinde
Çocuklar”, Çiçekten Ev”, “Şükran Günü
Gelen Konuk”, “ Bir Noel “ diğer sevdiğim öyküler.
Beni sanki çocukluğuma doğru bir yolculuğa çıkardı
Capote’nin toplu öykülerini barındıran “Gümüş Damacana.”
…
Yazımı bilgisayara aktarmaya başladığım günün ertesinde,
“Capote” filminde, Truman Capote’yi canlandırdığı rolüyle Oscar kazanan Philip Seymour Hoffman hayata veda etti. Bu vakitsiz kayıp herkes gibi beni de üzdü.
Philip Seymour
Hoffmann’ın son dönem fotoğraflarına
baktığımda, yaşamın hırslarından
arınmış, tüm ruhunu yaptığı işe adamış biri olduğu hissini verdi bana.
İmren Tüzün
Antalya, 26 Temmuz
2008 – 06 Şubat 2014
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved
“Capote” (*)
19 Kasım 2013 Salı
Sanat Fuarı mı Yoksa Müze mi?
1990’ların başında
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılması sonucu Doğu ve
Batı Almanya’nın birleşmesi dünyada
kısacık da olsa bir sevinç havası yarattı, insanların kucaklaşmasını sağladı.
Bu sevinç ortamı çok da uzun sürmedi aslında. Balkanlarda Yugoslavya’nın parçalanması,
Ortadoğu’da birinci Irak savaşının başlaması, dünyanın gözünü Balkanlara ve
Ortadoğu’ya çevirdi. Türkiye’de ise Güneydoğu’da yakılan köyler sonucu
Kürtlerin büyük kentlere zorunlu göçünü de bu sürece dahil edebiliriz.
Savaşların, göçlerin, acının, yoksulluğun, yerlerinden yurtlarından savrulup
giden insanların durumları sanatın konusu olmaya devam ediyordu. Bu nedenle olmalı ki, sanata sosyolojik ve felsefi
açıdan yaklaşan Küratörler, yaşanan bu acılara “Göç”, “Kimlik”, “Aidiyet”, “Melezlik” gibi
kavramlara dikkat çekerek, Bienaller
aracılığıyla sorgulanmasını sağladılar. Resimden
çok, videolar, fotoğraflar, enstelasyonlar ifade alanları olarak öne çıkmaya başladı.
Soğuk Savaş’ın ardından gelen küreselleşme ticarette
sınırları ortadan kaldırırken, malların dolaşımını da kolaylaştırdı. Küresel
şirketler, verdikleri desteklerle sanatın dolaşımının önünü açtılar, pek çok büyük sergi dünyanın
bir ucundan diğer ucuna ulaşabilir hale geldi. Türkiye’de elbette bu gelişmelerden
kendini soyutlamayacak, özellikle İstanbul
yeni dünya düzeninde sanatta önemli bir durak noktası haline gelmeye
başlayacaktı.
TÜYAP’ın düzenlediği Kitap Fuarı'na paralel olarak
başlatılan Sanat Fuarı’nın zamanla, dünyanın içinde bulunduğu değişime yeterince
ayak uyduramadığı aşikardı. Çeşitli
ülkelerden galeriler katılsa da istenilen uluslararası boyuta ulaşamıyordu ARTIST.
İstanbullu koleksiyonerler, işadamları, büyük şirket
sahipleri ve çağdaş sanatı takip eden Akedemisyen, Küratörlerin işbirliğiyle
yeni bir oluşum için adım atıldı ve ilk kez 2006 yılında, İstanbul’dan ve dünyanın önemli kentlerinden gelen
galerilerin katılımıyla,” Contemporary İstanbul” Çağdaş Sanat
Fuarı hayata geçirildi.
Contemporay İstanbul, bu sene, 07-10 Kasım 2013 tarihleri
arsında, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde, 650 sanatçı, 3000 eser, 23 ülkeden 96 çağdaş
sanat galerisinin katılımıyla gerçekleşti.
İstanbul ve Ankara’nın yanı sıra, New York, Londra , Berlin, Bejing(Pekin)Paris,
Roma, Floransa, Barselona, Lizbon, Bükreş, Selanik, Tahran, Beyrut ve Erbil’den galeriler yer alıyordu Fuar’da.
Çevre ülkelerdeki çağdaş sanat ortamını görünür kılmayı
amaçlayan Contemporary Istanbul, “yeni
ufuklar” başlıklı bir tema belirleyerek her sene bir ülkeyi davet ediyor. Bu
sene Rusya davet edilmiş, bu bağlamda Moskova ve St. Petersburg’dan galeriler,
sanatçılar ve eleştirmenlerin fuara katılmaları sağlanmış.
Türkiye’nin lider akaryakıt dağıtım ve madeni
yağ şirketi Petrol Ofisi’nin ana hissedarı, Avusturyalı OWM şirketi
Contemporary Istanbul’a sponsor olurken,
özel bir proje olan;"Diyalog: Viyana’dan Sanat” çerçevesinde
Avusturyalı çağdaş sanatçıların eserlerini
sergiliyordu.
Sanat inisiyatifleri de Fuar’da dikkati çekiyordu. Collectorspace;
kâr
amacı gütmeyen, Newyork merkezli bir sanat kurumu, 2011 yılında İstanbul’da
şubesini açmış. Amacı, koleksiyonerliği tartışmaya açmak ve yeni koleksiyonerlerin
vizyonunu geliştirmede yardımcı olmak. İstanbul’daki mekanlarında koleksiyon
sergileri yapıyorlarmış ve sanat kitapları ve güncel sanat dergilerinin yer
aldığı kütüphanelerinden de yararlanmak mümkünmüş.
Plato Sanat, hep merak ettiğim bir kurumdu,
Fuar’da karşılaşınca sevindim. Nisan 2010’da açılan Plato Sanat, Marcus Graf
küratörlüğünde, sergi, etkinlik ve performanslara yer veren bir güncel sanat
mekanı.
Bükreş’ten
katılan “Lavacow”
temsilcileri, Romanya, Macaristan,
Türkiye gibi ülkelerden dijital çizim yapan sanatçıların buluştuğu bir platform
oluşturmak istediklerini anlattılar.
İKSV, Akbank Sanat, Pera Müzesi, Baksi Müzesi, Pera Müzesi, Doğançay Müzesi ve EKAV gibi kurumlar Fuar’da kendilerini tanıtma
imkanı bulurken, Sanatatak adına Ayşegül Sönmez yaptığı röportajlarla Fuar’ın
nabzını tutmaya çalışıyordu.
Avusturyalı sanatçı Herman Nitsch’in gerçekleştirdiği canlı resim performansı ve Ülker’in sponsorluğunda
gerçekleşen Çocuk Sanat Atölyesi Fuar’ın dikkat çekici etkinliklerindendi.
09-10 Kasım 2013 tarihlerinde izleme fırsatı bulduğum Contemporary
İstanbul’da resimler, heykeller, fotoğraflar, çizimler gözümün önünden akıp
giderken, ilgimi çekenleri fotoğrafladım. Video bölümü beni oldukça şaşırttı,
dijital sanatın yeni olanaklarıyla karşılaştırdı. Teknolojinin olanaklarıyla
sanat üretmek yeni bir ifade alanı. Bu bağlamda çağdaş sanatçının, grafik,
photoshop, web grafik, üç boyutlu çizimi öğrenmesi ve kendini yetiştirmesi gerekiyor. Özellikle,
genç sanatçıların bu alana el atması şart gibi görünüyor. Öte yandan neon
ışıklarıyla yazılan cümlelerde fuarların ve bienallerin ayrılmaz parçası.
Harfler ve cümleler de gittikçe plastik sanatların içine dahil olmaya başladı.
İspanya’dan katılan bir galerinin temsilcisi hanımla yaptığım sohbette,
Fuar’ı nasıl bulduğunu sordum. “Açılışın çok görkemli ve abartılı bulduğunu, fakat
bu durumun koleksiyonerlere yansımadığını daha çok halkın katılımının iyi
olduğunu belirttikten sonra, burası müze değil ki, bir fuar, o nedenle
koleksiyonerlerle karşılaşmak bizim için önemli “dedi. Bir de izleyicilerin
sergilenen eserlere dokunmalarından şikayetçiydi. Türkiye’de Çağdaş Sanat
Müzelerinin azlığı, aslında Fuarlara bir nevi Müze işlevi de yüklüyor sanki.
Türkiye’de sanat piyasasının oluşamaması ciddi bir sorun. Dünyanın
çeşitli kentlerinden katılan galericilerin, sergiledikleri eserleri satmak
istemeleri, bunun içinde izleyiciden çok koleksiyonerlerle
buluşmak istemelerini anlaşılır buluyorum. Bildiğim kadarıyla, Contemporary İstanbul
yönetimi çeşitli kentlerde yaptığı toplantılarda yeni koleksiyonerler
oluşturmak için çaba harcıyor. Bu çabaların sonuçları gelecek yıllarda daha iyi
ortaya çıkacaktır.
9. Contemporary İstanbul, 12-16
Kasım 2013 tarihleri arasında gerçekleşeceğinin duyurulması, Fuar’ın
uluslararası ortamın bir parçası ve sürekliliğini anımsatması bakımından
önemli. Bu aynı zamanda Türkiyeli sanatçıların ve galericilerin yurtdışına
açılabilmelerini sağlayacak.
İmren Tüzün
22 Ekim 2013 Salı
Nar Tanesi
Yaz aylarından Sonbahara geçerken
yavaştan tezgahlarda görünmeye başlar. Yaz boyunca , o sıcak
günlerin ısısıyla içindeki taneleri
günden güne çoğaltır, irileştirir. Çiçekten meyveye dönüştüğünü fark edersiniz
de ne zaman öyle irileşip büyüdüğünü ve renginin yeşilden bordoya doğru
değiştiğini pek de gözlemleyemezsiniz. Bir de bakarsınız ki pazarda, manavda
satışa sunulmaya başlamıştır. Akdeniz’in bu büyülü meyvesi nar, inci taneleri gibi saçılmaya başlar etrafa.
Çocukluğumda, bahçemizin etrafı
nar ağaçlarıyla doluydu. Ekşi ve tatlı narları Sonbaharda toplayıp, konu
komşuya dağıtmak, paylaşmak mutluluk verirdi bize. Fazlasını ise güneş görmeyen
kilerde saklar, kış boyunca yerdik.
Şimdiler de artık sadece taneyle
alıyoruz narları. Kesip, etrafa saçmadan, örtüleri, üstünüzü kirletmeden yemek
epeyce maharet ister. Rengi öyle
kuvvetlidir ki damladığı yerde izini bırakır.
Mutfakta bir narı kesip, tanelerini ayıklarken
annemin anlattığı hikâye
aklıma düştü birden. Çocukluğumuzda annem yaşadığı bu hikâyeyi pek
çok kez anlatmıştır, biz de her seferinde dinlemiş, belki de aynı soruyu
sormuşuzdur.
Ailem, büyük bahçenin işlerinin üstesinden
gelemediği için, her zaman,
yanlarında çalışan yardımcıları olurdu.
Bazıları aileden sayılırdı. Babaannemin kız kardeşi, Emine Teyzem’in
evlatlık olarak büyüttüğü Adil Ağabey de bize yardım ederdi işlerimizde. Annem
ve Adil Ağabey bir nar mevsimi iddiaya
girmişler. Kim bir narın tanesini hiç düşürmeden yerse o kazanacak ve hediye
alınacakmış. Annem dökmeden yemeyi
başaramamış. Fakat, Adil Ağabey öylesine titiz ve ağır yiyormuş ki, hiçbir tane
dökülmüyormuş. Adil Ağabey tam narı bitirmek üzereyken, annem bir kurnazlık
düşünmüş ve kendi nar tanesinden bir tanesini o fark etmeden atmış. Adil Ağabey,
“ ben narımı bitirdim, bir tane bile dökmedim” demiş. Annem, “kalk etrafına
bakalım belki bir tane dökülmüştür” demiş.
Adil Ağabey nar tanesini görünce çok
üzülmüş ve kendi kendine söylenmeye başlamış. ” Nasıl olur, o kadar dikkatli yedim ki bir tane bile
düşmesi imkansız” diyormuş. Adil Ağabey’in
çok üzüldüğünü gören annem, suçunu
itiraf etmiş.” O taneyi ben atmıştım” demiş. Böylece, Adil Ağabey’in üzüntülü
hali sevince dönmüş ve annemin söz verdiği gömleği almaya hak kazanmış.
Biz
anneme, o nar tanesini Adil Ağabey
görmeden nasıl atabildiğini sorardık hep.
O da her seferinde anlatırdı bize bıkmadan.
İşte bir
nar mevsimi daha gelip geçmek üzere. Antalya’da şehir merkezine, Kalekapısı’na
düşerse yolunuz, Attalos Heykeli’nin hemen arkasındaki bir dükkanda nar suyu
sıkıp satan gençlerin seslerini işitebilirsiniz. Taze nar suyu, Granatapfel… Güler yüzlü gençler, yerli yabancı pek çok insana taze nar suyu
satmaya çalışırlar gün boyunca.
İmren Çalışkan Tüzün
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved18 Ekim 2013 Cuma
Kelimelere Sığınmak
Zaman gelir
gidilecek bir yol, tutunacak bir dal kalmamış gibi hissedersiniz hayatta. İşte,
o zaman kelimeler yetişir imdadınıza, onlara sığınırsınız. Acılarınızı, içsel
sıkıntılarınızı, şüphelerinizi, paranoyalarınızı, izlediğiniz bir filmi,
okuduğunuz kitabı, küçük sevinçlerinizi kelimelere sığdırmaya çalışırsınız. Bu
da yetmez, bilirsiniz.
Mahkemeler kurulur içinizde her gün, yargıçlar, avukatlar çarpışır durur, hesaplaşırsınız kendinizle. Ummadığınız bir anda, kendi kendinizi
suçlarken bulursunuz. Tokat atmak, parçalamak, herkesin acıttığından daha çok
acıtmak istersiniz varlığınızı. Sonra içinizden bir ses yükselir;“ Bu kadar hırpalama kendini, hayattaki
her şeyin sorumlusu sen olamazsın” diyerek sanki bir dost eli uzatır size. Derin
bir nefes alırsınız, yaşama yeniden dönmüş gibi hissedersiniz.
Ne çok önyargılara
maruz kalırsınız, hayatınızın özünü bilmeyen insanların küçümseyici ve alaycı
bakışları keskin bir ok gibi dolaşıp durur bedeninizde. İçinize işler, bir daha görmek istemezsiniz o kartal pençeli
insanları. Yolda, sokakta görseniz bile başınızı
çevirirsiniz, selam vermek gelmez içinizden. Yan gözle süzerek, “kibirli ne
olacak” derler bu sefer de. Fakat bilmezler ki, siz artık onlara güveninizi
yitirmişsinizdir. Hayatta en önemli şeylerden biri de güven değil midir?
Tanrı
içinize yeterince küçümseme duygusu koymamışsa, yüreğiniz hep ezilenden yana
olacaktır. Kendinizi mutlu hissettiğiniz anda bile, söyleyemezsiniz kimselere,
belki kırarım, incitirim endişesiyle. Zaman, öfkeli insanlardan çok politik
insanlara güvenmemeyi öğretir hayat size. Eninde sonunda sapla samanı
ayrıştırırsınız, bedeli de yalnızlık olur çoğunlukla.
Kalbiniz kaç
kere yanılır, pek çok tokat yersiniz, yine de gözlerinin içi gülen insanlar
aramaktan vazgeçmezsiniz. Bazen, o
gözlerin söylediği yalanları çok sonra fark edersiniz, orası da başka. Şu
dünyada sizin varlığınızı duyumsatacak bir hüzünlü yüzün çıkacağını umut
edersiniz yine de. Bir kuşla göz göze gelirsiniz, bir kedi, bir çocuk çıkar
gelir kapınıza, belki de kuşlar, kediler ve çocuklar anlar en çok hâl-i
pür-melâl´inizi.
Kan
kardeşliği yetmez, ruh kardeşleri ararsınız, hayat bu konuda da cimridir, öyle
çabuk çıkarmaz karşınıza. Çıkardıklarını da apansızın alır götürür, çalar
hayatınızdan, tek başına bırakır sizi.
Artık,
yapacağınız tek şey, inandıklarınızı hayata geçirmektir kimselere aldırmadan.
Küçük iğnelemelerden, sahte sohbetlerden arındırırsınız hayatınızı. “Alın,
sizin olsun her şey, rahat bırakın beni” diyerek, kendi ayaklarınızın üzerinde
mücadelenize devam edersiniz, şiirsel adalet umarak hayattan.
İmren Tüzün
Antalya, 17 Ekim 2013
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved
25 Eylül 2013 Çarşamba
Sanatın İzinde Hüzünlü Bir Yolculuk
Çok değil, bundan birkaç yıl öncesine kadar, sanat
haberlerini gazetelerden, dergilerden okur,
ona göre yollara koyulurduk. Sosyal medya hayatımıza girdikten sonra,
her türlü sanatsal etkinliği günü gününe takip edebiliyoruz artık. Özellikle de,
yazılı metinlerin yanı sıra paylaşılan fotoğraf ve videolar, sergileri,
fuarları, bienalleri gidip görmesek de sanki oradaymışız duygusu veriyor bize.
Başkalarının gözünden aktarıldığı kadar bilgi sahibi olabiliyor ve
içselleştirebiliyoruz. Sadece sanatsal etkinlikler mi, yaşanan toplumsal
olaylarda da aynı izlenime kapılmıyor muyuz? Olayların dışındayız ama
içindeyiz, içindeyiz ama dışındayız duygusu. Ne kadar içindeyiz, ne kadar
dışındayız ve ne kadarını anlayabiliyoruz sorusu da beynimizi tırmalayıp
duruyor.
Hiç kuşkusuz, sanatın, edebiyatın,
müziğin ve toplumsal olayların
yönlendiricisi İstanbul. Anadolu
kentleri ne kadar gelişirse gelişsin, İstanbul’dan bağımsız bir şeyler üretmesi biraz zor görünüyor hâlâ. Üretseler bile ülkenin gündemini
belirleyemiyorlar. Toplumsal olaylarda daha bağımsız olabilirler, fakat sanatsal
etkinliklerde, İstanbul Türkiye’nin olduğu kadar dünyanın da merkezlerinden
biri konumunda artık.
Hâl böyle
olunca, gündemi biraz olsun takip etmek istiyorsanız yolunuzun İstanbul’a
düşmesi gerekiyor.
Sabiha
Gökçen’den otobüsle Avrupa yakasına geçerken, yorgunluktan bir an dalmış
olmalıyım ki, köprüden geçtiğimizi bile fark etmemişim, yanımdaki yolcu;
“Levent’e geldik mi” diye sorunca, ben şaşkınlıktan “köprüyü geçtik mi?”
sorusuyla karşılık veriyorum. Neyse, Taksim’e ulaştığımızda Havataş otobüsü
Talimhane’nin köşesinde, daracık bir kaldırımda indiriveriyor yolcuları. Kasım
2012’den beri İstanbul’a gelmemiştim, elimde bavulla yürürken, belleğimdeki pek
çok şey yerle bir oluyor. Alt geçite doğru giden arabalar, önümde uzanan
kocaman boşluk beni durduruyor bir an. Ne olmuş buralara, nerede THY ofisi, nerede yolcuların ayaküstü
oturduğu kafe – lokantacıklar. Bir hortum çıkmış da hepsini alıp götürmüş,
geriye dımdızlak bir meydan kalmış. Bana ağır geliyor bu görüntü, daha fazla
adım atamayacağımı hissederek, en yakındaki İtalyan kafeye oturuyorum. Hava
sıcak sayılır, ben yine de içeriye giriyorum. İlk oturduğum masadan kalkıp,
direkt meydana bakan masaya geçiyorum. Neler mi geçiyor aklımdan. THY bürosunun
önünde otobüsten inişlerimiz, kendi kentimize dönmek için otobüse binişlerimiz,
el sallayışlarımız, biraz tedirgince karşıdan karşıya geçişlerimiz…. Gezi
olaylarını daha çok anlamaya başlıyorum. Başka bir kentten gelen biri olarak bu
değişim beni bu kadar etkilediyse, bu kentin sahiplerini, İstanbulluları ne
kadar etkilemiştir kimbilir. O boş beton meydanda yürüyenler insan değil de,
siluetler gibi gelmeye başlıyor birden. Meydan kimliğini yitirince, ağaç, araba
ve daha başka hiçbir nesne olmamasına rağmen, insanlara kalan meydanda neden
silik bir siluet gibi görünüyorlar bana. Kendimi bir filmin karesinde gibi
hissediyorum, bir şeyler yemek bile bana iyi gelmiyor.
Konaklayacağım
mekana ulaştıktan sonra bir süre dinleniyorum. Yorgunluğun üstüne hayal
kırıklığı beni daha da yorgun düşürüyor sanki. Kendimi toparlayıp, biraz zorlayarak
da olsa,
Haliç Kongre Merkezi’nde Art International İstanbul’u
görmeye gidiyorum. Bir Sanat Fuarı’nın
girişinden çok, bir film festivalini anımsatıyor bana kırmızı halı. Pek de
izleyici yok ortalıkta, ağır adımlarla Haliç Kongre Merkezi’ne ulaşıyorum. New York, Berlin, İstanbul, Londra, Paris, Amsterdam, Madrid, Roma, Viyana
ve Dubai gibi dünyanın önemli kentlerinden katılan galerilerde başta resim
olmak üzere, baskılar, fotoğraflar, tekstil, heykeller sergileniyordu. Belki de
beni bu Fuar’a çeken, Camila Rocha’nın
kaybettiği eşi Hüseyin Bahri Alptekin
adına gerçekleştireceği “To see The Band
Passing By…” başlıklı performansını görme isteğiydi. Rampa’da Esra Sarıgedik, performasın gerçekleştiğini ve kendisinin çok
etkilendiğini anlatıyor bana. Kaçırdığıma üzülüyorum.
Biraz daha beklentili mi gelmiştim, yoksa ilki
olması sebebiyle mi beni çok da etkilemiyor Art International İstanbul. David Clearbout’un, Travel, 1996-2013, 12 dakikalık filmindeki
doğa görüntüleri bana sanki 18 yüzyıldaki resimlerinin bir yansıması gibi
geliyor, öylesine güzel bir ışık yayılıyordu ki, izlerken filmin içinde bir
yerlerde gezindiğimi hissediyorum bir an. Belki de ihtiyacım olanın, böyle bir
fuarı gezmek, eserleri görmek değil de bir ormanın içinde yürümek olduğu
hissine kapılıyorum. Bazen pek çok şey görürsünüz ama bir tek şey size iyi ki
buraya geldim duygusu verir, iyi ki bu filmi gördüm. Haliç’e karşı oturup bir
çay içtikten sonra biraz daha dolaşıyorum.
Contemporary Istanbul, belki de 2007’den beri edindiği tecrübeyle, Çağdaş Sanat Fuarı
niteliklerini yerine getiren bir Fuar. Art International Istanbul, nasıl bir
Fuar olmak istediği konusunda biraz daha düşünmeli bana göre.
Ertesi günü,
kendimi toparladığımda, ilk işim Gezi Parkı’na gitmek oluyor. Küçük toprak
tepeciği tırmanıp Gezi Parkı’na ulaşıyorum.
Gezi Parkı olayları belleğime kazınmış olacak ki, kalabalıklar görmeyi
umuyordum. Parkta çok az insan vardı,
bazıları bankta oturuyor, bazıları da parkı turluyor, çok az insan da gazete
kitap okuyorlardı. Parktan ve Taksim Meydanı’ndan fotoğraflar çekiyorum. Taksim Meydanı bomboş beton bir tarla
görünümünde, üzerinde insanlar gidip geliyorlar. İçim burkuluyor bir kez daha,
“acaba değişiklikleri kabul etmekte zorlanıyor muyum?” diye sormadan edemiyorum
kendime.
İstiklal Caddesi ise
bildiğim gibi, yine kalabalıklar yürüyor yukarıdan aşağıya,aşağıdan yukarıya doğru.
Birkaç fotoğraf çekiyorum. Sırt çantam, fotoğraf makinem kolumda, elimle sıkıca
tutarak Galatasaray’a doğru yürürken, arkalardan bir adam sesini, “ Sara, Sara” diye bağırdığını duyuyorum.
Kime sesleniyor bimiyorum ve arkama dönüp bakmıyorum, aklıma ilk gelen Sara
Siera oluyor ve adımlarımı hızlandırıyor, Salt Beyoğlu'na ulaşıyorum.
13. İstanbul Bienal'i ismini Lale Müldür'ün "Anne Ben Barbar mıyım" adlı kitabından alıyor. Salt Beyoğlu'nun girişinde yer alan 13. İstanbul Bienal’inin işlerini bir süre izliyorum, inceliyorum, anlamaya çalışıyorum. Daha fazla oyalanmadan sinema salonunda gösterilmekte olan Hintli yönetmen Amar Kanwar’ın, The scene of crime”, 2011, şiirsel ve imge yüklü filmini izlemeye koyuluyorum. Hindistan’da doğa için verilen mücadeleyi ve toplum dışına itilmiş insanların hikayelerini anlatan filmin alt yazıları beni çok etkiliyor.
13. İstanbul Bienal'i ismini Lale Müldür'ün "Anne Ben Barbar mıyım" adlı kitabından alıyor. Salt Beyoğlu'nun girişinde yer alan 13. İstanbul Bienal’inin işlerini bir süre izliyorum, inceliyorum, anlamaya çalışıyorum. Daha fazla oyalanmadan sinema salonunda gösterilmekte olan Hintli yönetmen Amar Kanwar’ın, The scene of crime”, 2011, şiirsel ve imge yüklü filmini izlemeye koyuluyorum. Hindistan’da doğa için verilen mücadeleyi ve toplum dışına itilmiş insanların hikayelerini anlatan filmin alt yazıları beni çok etkiliyor.
Sıra, Gülsün
Karamustafa’nın “Vadedilmiş Bir
Sergisi”sini görmeye geliyor. 2006
yılının Ağustos ayında, Viyana’da bir
fotoğraf sergisinde siyah beyaz
fotoğraflarını ve “Ağlayan Erkekler/Men Crying”
videosunu gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Gülsün
Karamustafa’nın işlerine ayrı bir oda tahsis edilmişti, ne çok gönenmiştim o
zaman. Daha önce resimlerini, videolarını, halı işleriyle enstalasyonlarını
görmüştüm, belki bildiğim işleriyle yeniden karşılaşacaktım, fakat kapsamlı bir
sergisini görecek olmanın heyecanı içimdeydim.
Sergiyi üçüncü kattan aşağıya doğru görmeye karar veriyorum.
Üçüncü katta beni Karamustafa’nın
resimleri karşılıyor. Elleri çeşitli yönleri gösteren kadın portresi, ki portre
bir self-portre niteliği de taşıyor ve
Karamustafa konuklarını karşılıyor da
sergiye onları yönlendiriyor hissini uyandırıyor ben de. Altın varakla, mor rengin
ne kadar da uyumla çalışılabileceğini
görüyorum. Sağdaki salonda yer alan, Last Supper’ın tasvirinin yer
aldığı “Çifte İsalar ve de Yavru Ceylan” ve “Karpuz/Watermelon” halı tekstil
karşımı işlerini beğeniyorum. Üç tane çocuk yeleği tavandan asılarak sergilenmiş,
altına bir metin yazılmış: ”Sınırdan geçerken bizim için önemli olanları çocuk yeleklerinin içine dikerek
gizliyorduk.” Bu not, bir göçü,
özellikle de mübadele dönemini anımsatıyor bana. Gülsüm Karamustafa ve Sadık
Karamustafa’nın yargılandığı anı gösteren fotoğrafı daha önce görmüştüm. Bu
fotoğrafın karşısına, ilk kez sergilenen
“Hapishane Resimleri “
(1972-1978) resimleri yerleştirilmişti. 68 kuşağının bir temsilcisi
olan Karamustafa, Üniversite yıllarında yataklık suçlamasından hüküm giyiyor ve
sivil bir hapishanede, “İzmit Kadınlar
Hapishanesi”nde kalırken yapıyor bu resimleri, fakat bugüne
kadar hiç sergilememiş. Parmaklıklar arkasında, görüş esnasında, uyurken, bir
köşeye oturmuş bir kadının yalnızlığını aktarmış resimlerine. Bu sıkıntılı ve
acı dolu resimlerde yine de insanın içindeki umudu diri tutacak renkler kullanmış.
İstanbul Bienali’nde
gördüğüm yorganlarıyla tekrar karşılaşıyorum.
Yorganını sırtına sarınarak yollara düşmüş nice Anadolu insanı gözümün
önüne geliyor birden. “Abide ve Çocuk”
adlı halı dokumadaki, Güven Park’ta anıtı karşılıklı taraflardan iten küçük kız
çocuğu Gülsün Karamustafa’nın kendisi ve
fotoğraf babası tarafından çekilmiş.”
Erken Bir Temsiliyetin Sunumu” üzerine yazdıkları aslında sanatla uğraşan
kadınların karşılaştıkları ve hep karşılaşacakları sorulara parmak basıyor.
“Kadın ve İslam hakkında sorular soracaklar mı bana?”İslam’la ilişkimin
karmaşık olduğunu anlatmak zorunda kalacak mıyım yine?” Batılılar, Türkiye’den
gelen bir kadın sanatçıya şu soruyu yöneltirler çoğunlukla . “Müslüman kadın
şarap içer mi? Müslüman kadın kocasından ayrı seyahat eder mi?” gibi sorularla dünyanızı alt üst ederler,
onlardan biri olmadığınızı hissettirirler. İsteksizce birkaç cevap verseniz de
belli bir süre yorgun hissedersiniz kendinizi bu sorulardan.
“Adab-ı muaşeret/Etiquette” /2011 Pierre Lafitte et cle. tarafından 1910’da basılan görgü kuralları konulu Por
Bien connat rie les Mondaine adlı kitap Franszıca aslından Abdullah Cevdet
tarafından 1927 Osmanlıca’ya çevrilir. Modernleşme ironisi gibi, 1927’de Arap
harfleriyle basılan kitap, 1928’de Latin harflerinin kabülüyle gözden düşer
daha okunmadan depoya kaldırılır.” Bu kitap cam bir bölmede sergileniyor. Ayrıca, kitaptan seçilen, bir kadının elinin
nasıl öpüldüğünü, nasıl dans edildiğini temsil eden fotoğraflar sergileniyor. Kitaptan seçilen
fotoğrafların baskısının yapıldığı yemek takımlarıyla bir sofra kurularak,
adabı muaşeret kurallarına uygun olarak düzenlemiş. Tabaklar, çatal bıçak
takımları, şarap bardakları ve şamdanlarla sofra, zenginlik, ihtişam ve daha
çok burjuvazinin zevkini yansıtıyordu. “Meydanın
Belleği”2005, 17’40’’ toplumsal olayları anlamak açısından önemli
buluyorum, ikinci kez karşılaştığıma seviniyorum. “Apartman/ The Apartment Building”
sanatçının yaşadığı Apartman’ın asıl sahiplerinin kim olduğunun izlerini
sürmesini, asıl sahiplerini ve onların hikayelerini gün yüzüne çıkarmasını
belgeliyor. Apartman, 6-7 Eylül olaylarında İstanbul’u terk etmek zorunda kalan
bir Rum aileye ait. Ailenin, evlerini bırakıp gitmeden, o evde çekilmiş
fotoğrafları da sergileniyor. Ayrıca, apartmanın üç boyutlu maketi de yer
alıyor sergide. Bir sanatçının hangi mirasın üzerinde yaşadığını sorgulaması ve onun peşine düşerek gün ışığına
çıkarması bakımından çok değerli. “ Okul
Defteri/Notebook “ işinde, sanatçının
İlkokul fotoğrafı ve İlkokul defterleri sergileniyor. İlkokul defterlerini
saklaması, geçmişine sahip çıkması, çocukluğundaki eğitim sistemi hakkında
bilgi edinmemizi sağlıyor.
Serginin bütününe
baktığımızda, Gülsün Karamustafa, yaratıcılığını resim yapmakla
sınırlandırmamış,
kendisine sorduğu
sorular, - kimlik, bellek, göç, kültürel miras, yaşadığı ve tanığı olduğu toplumsal olaylar,- sanatını yönlendirmiş,
bunu da video, halı, tekstil ve enstelasyonlarla ifade etmiş. İçinde bulunduğu
konumu sorgulamayan, “ben kimim?”,
sorusunu sormayan bir sanatçının bu çok yönlü üretimi yakalaması mümkün değil.
Ayrıca, bilgi ve belgenin değerini çok iyi bilen bir sanatçı.
Başka bir kentten
geliyorsanız, kısıtlı günlere pek çok şeyi sığdırmak zorundasınız. Gördüğünüz
kapsamlı bir serginin üzerine oturup düşünemeden başka bir sergiyi görmek zorunda
hissediyorsunuz kendinizi. Böyle duygularla Arter’de, 13. İstanbul Bienal’i kapsamında gerçekleşen
sergide yer alan işleri görmeye
gidiyorum.
Arter’deki işler, video, fotoğraf ve enstelasyon ağırlıklı. Basel Abbas Ruanne Abou-Rahme’nin
çalışma ortamlarını yansıttıkları, fotoğraf
ve yazılı metinlerle destekledikleri
işleri ilgi çekici. Bienal kataloğunda işleri üzerine yer alan metinden; “Basel
Abbas ve ruanne Abou- Rahme Filistin’in Ramallah şehrindeki atölyelerinde
birlikte ses, imge enstelasyon kullanarak çalışıyorlar.” Hector
Zamaro’nun, “ Maddesel Değişkenlik”
adlı videosunda tuğlaları birbirlerine
atarak, dairesel bir döngü yaratan ve işbölümünü, yardımlaşmayı ve bunu
yaparken yorgunluktan çok bir çeşit neşeyle çalışan işçileri
izleyebiliyordunuz. Jananne Al-anı’nın
“Kazıcılar”, 2010, videosu da çalışkan karıncaların yuvalarına girip
çıkarken görüntülerine odaklanmıştı. Dikkatimi çeken diğer bir iş de Jımmi Durham’ın “Kapıcı”, 2009 adlı heykeliydi.
Arter’den çıkışta
Lebon’da bir çay molası veriyorum. Saat
19:00’da, Belmin Söylemez ve Haşmet
Topaloğlu’nun, ödüllü filmleri “Şimdiki
Zaman”ı izlemek için Cinemajestic’e
geliyorum. Meğer orada Türkiye-Kore Film
Haftası varmış, filmi beklerken broşüre göz gezdirdim, güzel filmler
varmış,
Kim Ki- duk filmlerine de özel bir yer ayrılmış.
”Şimdiki
Zaman”da ailesinden ayrı İstanbul’da, kentsel dönüşüme kurban gitmekte olan
bir apartmanda tek başına yaşayan Mina, hem ayakta kalmak hem de Amerika’ya gitmek
için iş bulma çabasındadır. Bir gün, bir duvara yapıştırılmış “falcı aranıyor” iş alanını görür. Aslında fal
bakmayı bilmemektedir, fakat falcılığı denemeye karar verir. İş ilanı için bir
kafeye gider. Sabah çok erken olduğu için, işyeri sahibinin oğlu Tayfun,
çalışanlar henüz işyerine gelmiş, etrafı toparlamakla meşguldürler. Tayfun,
kafenin esas falcısı Fazi’ye “fal
bakmayı biliyor mu?” diye Mina’yı teste tabii tutmasını ister. Fazi kısa zamanda aslında Mina’nın fal bakmayı bilmediğini anlar, fakat
patronuna yapabileceğini söyler. Böylece işe başlayan Mina, kısa zamanda
falcılığa ısınmaya başlar, hatta özel müşterileri bile olur. Mina’nın, ketum ve erdemli bir duruşuna karşın Fazi hayatını günü
birlik ilişkilerde tüketmeye meyillidir, en büyük hayali ise bir kafe açmaktır. Birbirinin zıttı karektere
sahip iki kadın birbirlerini desteklerler ve anlamaya çalışırlar. Mina, bir
yandan yaşadığı apartmandan çıkmamak için direnir, faldan biriktirdiği her
kuruşu Dolara yatırır. Bu arada, Amerika’ya nasıl gidebileceğini de araştırmaya
başlar. Vize alması kolay görünmemektedir, evrakları tamamlamak için ablasından
yardım ister fakat ablası onu tersler, bunun üzerine patronu Tayfun’a konuyu
açar. Tayfun, aslında Mina’ya aşık olmuştur, Mina bunu fark etse de önemsemez,
tek amacı Amerika’ya gitmektir.
Oyuncular kadar, filmin
Görüntü Yönetmeni’ni de kutlamak gerekiyor bana göre. İstanbul’u farklı yönleriyle çok
iyi yansıtıyor. İstiklal Caddesi’nde filmi izlemeye gelmeden önce gördüğüm,
elinde “fal bakılır” yazısını tutan çocuk filmi daha da gerçek kılıyor benim
gözümde ve günlük hayatla bütünleştiriyor birden. Kafe’de fal baktıkları
masanın arkasında yer alan sonbahar görüntüsünü yansıtan duvar resmi, filme şiirsel bir boyut kazandırıyor.
Sergiler, film derken
yorgun hissediyorum kendimi. Bir an önce bir şeyler yemek ve dinlenmek istiyorum.
Ertesi günü,13. İstanbul
Bienal’i mekanlarından Galata Rum Okulu’na
gitmeye karar veriyorum. Zaman kaybetmemek için taksiye biniyorum, taksiciye
şehir haritasında yerini göstermeme rağmen, beni mekandan epeyce uzakta bir
yerde indiriyor, geriye doğru yürüyerek ulaşıyorum bu güzelim binaya. Giriş’te
demirlerle çevrilmiş, karşı duvarda çizimlerin bulunduğu mekanda iki genç kız
oturmuş, yün ditiyorlar. Çok iyi anlayamıyorum
oradaki ortamı, en iyisi yukarı katlara çıkıp dönüşte yeniden bakarım
diyorum içimden.
Amsterdam doğumlu
sanatçı Falke Pisano’nun , “Bozulmuş Bedenler, Çatlamış Zihinler için
Bedenin Krizleri baskıları” altı
dijital baskı ile “Düzensiz Bedenler
Kırılmış Zihinler” videosunu izliyorum bir süre. Video,
travma, zihinsel hastalık ve madde kullanımı sonrasında zihinsel ve
fiziksel parçalanmaya odaklanıyor. Basim
Magdy’nin, “Dünyayı anlamak İçin 13 Temel Kural” 5’16’’, fiminde yer alan
kurallardan biri aklıma kazınıveriyor. “Asla köpeklere ve insanlara güvenme.
İkisi de kızdığında ısırır”. Filmin görselliği etkiliyeci. Agniezka
Polska’nın “Saç“ filminde şiirsel dili çok etkileyici buluyorum. Kıyıdaki
taşların üzerinden ufka doğru bakan adamın söylediği, "Sen burada yokken, rüzgarsız bir yelken gibiyim.", "Kuşların terkettiği yuva
gibiyim." cümleleri içimi yakıyor, Ahmet’in
ardından duyduğum hisleri yansıtıyor,
adamın yerinde kendimi hayal ediyorum ve ağlıyorum. Jean Rouch’un “ Çılgın
Efendiler”1955, belgesel filmini izlemek biraz yürek istiyor. “Gana’nın
başkenti Akra’da göçmen işçi olarak
çalışan Hauka tarikatı üyelerinin bir Pazar günü gerçekleştirdikleri ruhlar tarafından
ele geçirilme törenini belgeler.” Martin
Cordian& Tomas Espina’nın “Nüfuz Alanı ” bir ev içini yansıtıyor.
Burada yer alan nesneleri sanatçılardan biri kırmış, diğeri yapıştırarak eski
haline getirmiş. “Bu çatlak, geç dönem kapitalizmin günümüzde karşı karşıya
bulunduğu sosyo-politik parçalanmaya, kriz dönemlerinde günümüz bireyinin
yaşadığı çöküşe ve doğal felaketlerin
izlerine karşılık geliyor olabilir.” Çatı katında yer alan, Sulukule Paltformu,
Sulukulelerin kentsel dönüşüm sonucu yaşadıklarını, aldıkları tavırları
fotoğraflarla, videolarla yansıtıyor.”Mülksüzleştirme Ağları “ kentsel dönüşümün sermaye –iktidar
ilişkileri üzerine kolektif veri derleme
ve yayınlama projesi. Mülksüzleştirme ağları çizilen bir harita üzerinde
görselliğe dönüştürülmüş. Azınlıkların mülksüzleştirilmesi de projenin önemli
konularından biri.
Galata Rum Okulu’nun
çatısından caddesinin karşısında yer
alan bir kiliseyi ve
İstanbul Modern’in
önünde demir atmış, yolcu gemilerini fotoğraflıyorum. Ne zaman İstanbu’a gelsem
bu yolcu gemilerini görürüm. Bir an, sanki aynı gemi hep oradaymış duygusuna
kapılıyorum. O kadar büyük gemi bu kadar yakın kıyıya nasıl yaklaşabiliyor,
hayret ediyorum.
Tarihi okulun merdivenlerin
yavaş yavaş aşağıya inerken, kitaplar arasına gömülmüş bir adamın fotoğrafı,
kendimi anımsatıyor bana. Ahmet’in Kütüphanesi, kütüphanemiz de böyle değil mi?
O fotoğrafın bir parçası gibi hissediyorum kendimi ve bir izleyiciden beni
fotoğraflamasını istiyorum.
En alt kata yeniden
döndüğümde, girişteki alanda İnci Eviner yönetiminde performanslar ve workshop
çalışmaları yapıldığını öğreniyorum. Bienal katoloğundan alıyorum ve” iyi ki
gördüm” dediğim Galata Rum Okulu’ndan ayrılıyorum.
13.İstanbul Bienali’nin
diğer mekanlarından Antrepo’ya çok yakın olduğum halde, zamanımın zlığından
Taksim’e dönüyorum. Kızkardeşimle çay içiyoruz, Mephisto’nun “yeni çıkan kitaplar” ve edebiyat dergileri bölümünde
pekçok dergiye göz gezdiriyorum. Anadolu’nun dört bir tarafından gelen Edebiyat
dergilerini bulmak mümkün Mesphisto’da.
Bir çok sergiyi göremeden
İstanbul’dan ayrılmanın hüznüyle, Antalya’ya dönmek üzere yola koyuluyorum.
Havalaalanında, “granada” edebiyat
dergisinde yer alan, Enis Batur’un “Serafim”
Şiirinin ben debıraktığı
etkiyle ayrılıyorum İstanbul’dan.
Serafim
...
Duydum oysa her ses
kırıntısını, her
Hareketi henüz doğmadan sezdim,
Bu şehrin bana emanet
edildiğini
Bir an olsun aklımdan
çıkarmadım.
...
İmren Tüzün
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)