1 Ekim 2015 Perşembe

Reading Novel



There was a rush in our house in a gloomy evening at dusk. That rush was because of my mother's considering everything to be perfect while she was getting ready for visiting our family friends while beginning a journey. While a journey was flying like a buttferfly for my father, it was needing to review the kids, the house, our cows, the vineyards and orchards, all properties for my mother. My mother was as if she was unable to go on the journey if my father wasn't hurrying up with starting the car.

Everytime my mother goes to anywhere and doesn't take us, the kids, I feel myself as if I am deserted. I remember I was looking behind them from my grandmother's room.

The persons which I had mentioned as family friends were in fact family friends of my grandfather. One of them was living in Turuncova, the other was in Isparta and my father and my aunts were trying to continue the relation with them.

When my mother and father arrived to Turuncova a night time, they wonder the girl of the house when they couldn't see her and asked “Where is she?”. To their surprise there was a boredom in the house. One day, the family saw that their daughter was reading a novel and they became very angry and raged. They started to think “Absolutely she has a secret relation if she is reading a novel” and they had  forbidden her to go out from the house and had locked her in a room. My mother was sympathizing to the persons in that situation, probably because she was suffering from being not able to get education too. Whatever they talked,my mother had entered into to the room and had tried to understand her problem, probably she was very affected.

My mother returned to home with gloom from the journey which she had begun for having a change, a hope and she told this story to us. The story of that girl whose name didn't remaine in my mind is sticked in my mind.

When I had completed the primary school, most of my friends completing the primary school were not able to be sent to the secondary school by their parents. Being registered in the secondary school was like a privilege for me and I never like privileges, going to the school from our neigbourhood solitary was like a burden for me. Fortunately, my big brother was going to the secondary school too, we would fraternise. Somehow, my father would take us to the school with his car in rainy days, so I was preparing myself to the school.

The building of Demre Secondary School was newly-built, we studied on grasses for a time, then we didn't study on grasses after the classroom desks were bought and the classes were prepared. Demre was a banishment place for the teachers at that time. Most of them were leftist, they installed little libraries in our classes with their enlightened standing. The first book I read was 'Kuyucaklı Yusuf'¹ novel of Sabahattin Ali. It is possible to say that this novel was the book which took me into the world of the books and put reading love into me.

As I have written many times before, the library which I had met at my Lycee life had encouraged me more in reading issue. I had found opportunity to read the Russian and French classics in the house of the elder sister Yurda. I had also read the English classics in the library of the older brother Erkan in whose house I was staying during the last year of the Lycee. Somehow, I remember “The Grapes of Wrath” of John Steinbeck from there.

While our friendship was continuing with Ahmet, my family was under more pressure than me. When someone was seeing me with Ahmet in the street, immediately he was sending message to Demre and was making my family upset and that bad situation was reflecting back to me.One day – I never forget- my big brother came to the house which I was staying in. He warned me after suppressing his love to me in his heart and said: “You think the life is like it is written in the novels, but the life is not like it is written in the books”. His words remained in my mind, but I don't remember whether I had given an answer to him or not.

Perhaps four-five years later my older brother made this conversation with me, we got married with Ahmet. Ahmet opened the doors of a world in which I could easily read books with him, that was a door openning to the world of the literature. When he presented me ‘Mrs. Dolaway’ of Virginia Woolf, I recognized that a novel could be written in a different way. The stories, novels, poems of Adalet Ağaoğlu, Peride Celal, Sevim Burak, Susan Sontag, A.S. Byatt, John Fowles, Truman Capote and many other authors became a part of our own universe.

Why we read novels, what are the sentences pulling us into them, what tell us the lives installed there, so we are not able to desist ourselves from reading. This is because the author in his fictional world, in fact, reveals us the right and wrong, the opressed people and the opressors, the richness and the poverty, the justice and the injustice, the class contradictions, the love and the lovelessness, and the insensitivity based on the observation of true stories and starting from this point. The world there is in fact not a factoid dream world, it puts exactly the core of the life in front of us.

The novels are like guides helping us exactly how to live the life, what kind of standing we have to choose against the events and situations. Reading a novel needs wending a time period too, it is a travel at the same time. Going on this journey is not a thing which everybody can afford, who knows, even presently, in a place which we don't know, a young girl is putting up what kind of a fight to read a novel or a book.

Imren Tuzun

Antalya, 19 September 2015

Translated by Serkan Engin


1--Kuyucaklı Yusuf, The novel of Sabahattin Ali which had been published firstly in
 1937 year.

The novel which was the first work of the author is one of the most important novels of Turkish literature.

Roman Okumak




Kasvetli bir kış akşam üstü,  hava kararmak üzereyken evimizde bir telaş vardı.  Aile dostlarını  ziyaret etmek için hazırlanan  annemin yolculuğa çıkarken her şeyi dört dörtlük düşünmesinden kaynaklanıyordu bu telaş biraz da.  Babam için yolculuk , bir kelebek misali uçup gitmekken, annem için çocuklar, ev, ineklerimiz, bağın bahçenin, bilumum varlığın gözden geçirilmesini gerektiriyordu.  Babam arabayı çalıştırıp acele etmese annem o yolculuğa hiç çıkamayacak gibiydi sanki.

Annem ne zaman bir yere gitse ve biz çocuklarını götürmese, terkedilmiş gibi hissederdim kendimi. Onların arkasından baktığımı hatırlıyorum babaannemin odasından.

Aile dostu dediysem de, dedemden kalma aile dostlarımız, biri Turunçova’da diğeri Isparta’daydı, dedem öldükten sonra da ilişkilerini sürdürmek için çaba harcıyordu babam ve halamlar.

Turunçova’ya bir gece vakti ulaşan annemler, evin kızını ortalıkta göremeyince merak etmişler, “nerede?” diye sormuşlar. Meğer o evde bir can sıkıntısı varmış. Bir gün, kızlarını elinde roman okurken gören  aile çok kızar ve hiddetlenirler. “Roman okuyor, mutlaka bir gizli saklısı var.” düşüncesi hasıl olduğundan kızlarının dışarı çıkmasına yasak koymuşlar, bir odaya kapatmışlar.  Annem, böyle durumlardaki insanlara yakınlık gösterirdi, kendisi de okuyamamanın acısını çektiğinden olsa gerek. Ne konuştularsa artık, odasına girip derdini anlamaya çalışmış  annem, çok etkilenmiş olmalı.

Bir değişiklik, bir umut olsun diye çıktığı yolculuktan hüzünle döndü annem, bu hikayeyi anlattı bize. Çocuk yaşımda adı aklımda kalmayan bu kızın hikayesi belleğime kazınmış gibidir.

İlkokulu bitirdiğimde, İlkokul’u bitiren birçok arkadaşım Ortaokul’a gönderilmeyecekti aileleri tarafından. Ailemin Ortaokul’a yazdırması benim için bir ayrıcalık gibiydi ve ben oldum olası ayrıcalıklardan hoşlanmazdım, mahalleden tek başına Ortaokul’a gidip gelmek bana bir yük gibi gelecekti sanki. Neyse ki abim Ortaokul’a gidiyordu, arkadaşlık edecektik onunla. Yağmurlu kış günlerinde babam arabasıyla götürürdü bizi nasıl olsa, kendimi hazırlıyordum böylece okula.

Demre Ortaokul binası yeni yapılmıştı, ilk derslerimizi çimenlerin üstünde yapmıştık bir süre, sıralar alınıp sınıflar hazırlanınca bir daha çimenlerin üstünde ders yapmadık. Demre öğretmenler için bir sürgün yeriydi o zaman. Çoğu da sol görüşlüydü, aydınlanmacı duruşlarıyla, sınıflarımıza küçük kitaplıklar kurdular.  Okuduğum ilk kitap Sabahattin Ali’nin  Kuyucaklı Yusuf’(1) romanıydı. Beni kitapların dünyasına çeken ve okuma aşkını içime koyan bu romandır desem yeridir.

Pek çok kereler yazdığım gibi Lise hayatımda karşılaştığım kitaplık beni okuma konusunda daha da yüreklendirmişti. Yurda Abla’nın evinde Rus ve Fransız klasiklerini okuma fırsatı bulmuştum. Lise son sınıfta evlerinde kaldığım Erkan abinin küçük kitaplığında ise İngiliz klasiklerini okumuştum. Nedense oradan da aklımda kalan John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri”dir.


Ahmet’le arkadaşlığımızın sürdüğü günlerde benden çok ailem çevrenin baskısına maruz kalıyordu. Birisi beni Ahmet’le sokakta görse, hemen Demre’ye haber uçuruyor ve onları rahatsız ediyordu. Bu rahatsızlık da bana geri dönüyordu. Bir gün, hiç unutmuyorum arkadaşlarımla kaldığım eve abim geldi. Kalbindeki sevgiyi bastırıp beni ikaz ettikten sonra şöyle dedi: “Sen hayatı romanlardaki gibi sanıyorsun, kitaplardaki gibi değil hayat.” Onun söylediği cümle aklımda kaldı da ona cevap verip veremediğimi bile hatırlamıyorum şimdi.

Abim bu ikazı yaptıktan belki dört – beş sene sonra Ahmet’le evlendik. Ahmet benim için birlikte rahatça kitap okuyabileceğim bir dünyanın kapılarını açtı, edebiyat dünyasına açılan bir kapıydı bu. Virginia Woolf’un, ‘ Mrs. Dolaway’i ni hediye ettiği gün romanın başka bir şekilde de yazılabileceğini de fark etmiş oldum. Adalet Ağaoğlu, Peride Celal, Sevim Burak, Susan Sontag, A.S. Byatt, John Fowles, Truman Capote  ve daha nice yazarların öyküleri, romanları, şiirleri  bizim evrenimizin parçası oldular.

Neden okuruz romanları, nedir bizi içine çeken satırlar, orada kurulan hayatlar bize neyi anlatır da kendimizi alamayız okumaktan. Yazarın kurmaca dünyasında, aslında yaşanmış olayların gözlemine dayanan ve oradan yola çıkarak bize yaşamda doğruyu, yanlışı, ezileni ezeni, varsıllığı yoksulluğu, adaleti adaletsizliği, sınıfsal çelişkileri, aşkı sevgiyi, sevgisizliği, duyarsızlığı ortaya koymasıdır. Oradaki dünya uçuk, kaçık bir hayal dünyası değildir aslında, tam da hayatın özünü koyar önümüze.

Romanlar bize tam da hayatın nasıl yaşanması  gerektiği konusunda, olaylar ve durumlar karşısında nasıl bir duruş içinde olacağımızın yol göstericileri gibidir. Roman okumak, bir zaman dilimini de kat etmeyi gerektirir, bir yolculuktur aynı zamanda. Bu yolculuğa çıkmak herkesin göze alabileceği bir şey değildir,  şimdi bile bilmediğimiz bir yerde, bir genç kız, roman ya da bir kitap okumak için ne mücadeleler veriyordur kim bilir.

İmren Tüzün

Antalya,  19 Eylül 2015


1--Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali’nin ilk baskısı 1937 yılında yapılan romanıdır.

Yazarın ilk romanı olan eser, Türk edebiyatının önemli romanlarından biridir.

22 Eylül 2015 Salı

Göç Gününü Hatırlamak

        

Geçen sene bugün, sabah erkenden kalkmış, kendime çay yapmıştım. Evin arka balkonundaki masada bir yandan notlarımı yazıyor, bir yandan da çayımı yudumlamaya çalışıyordum. Çok sevdiğim dut ağaçları bana eşlik ediyor, sanki onlara doya doya bakmam için sabah serinliğinde dalları salınıp duruyorlardı.  İçeride toplanmış eşyalar, biraz sonra gelecek taşıma şirketini beklemiyordum sanki. Çay içmek, notlarımı yazmak, kitap okumak istiyordum. Kapının çalan zili beni gerçeğe döndürdü, gelen taşıma şirketinin elemanlarıydı, dış kapıyı açmak istiyorlardı.  Onlar kamyonu içeriye çekip, asansörü kurarken ben hala balkonda dut ağaçlarıyla vedalaşıyordum çay içerken. Ne çok sabahlar, akşamlar bakmıştık bu dut ağaçlarına, Ahmet her baktığında çocukluğunu, dayılarını hatırlardı.

İki kişi taşındığımız evden, tek kişi çıkacak olmanın hüznü olacaktı elbette. Fakat bu normal, kendi öz kararımla verdiğim bir taşınma değildi.  Aile ve mahkemeler el ele vermiş, tahliyeme karar vermişlerdi. Güç onlardaydı, muktedir onlardı, bunu uygulatmanın yolu da katı kalpli bir  Avukat’a düşmüştü. Kötüler tek başına kötü olamazlar, onların etrafında, onlardan nemalanan insanlar vardır, kötü de cesaretini buradan alır, tek başına bir insan buldu mu onu ötekileştirmenin, yersiz yurtsuzlaştırmanın yollarını çok iyi bulurlar.

Yerimden kalkıp, evin içine, gerçeğe dönebilmem Gülistan’ın gelmesiyle oldu. Gülistan, göz pınarlarıma takılıp kalmış gözyaşlarımı görüyordu, içinde bulunduğum hüznü de. Birlikte toplamış, kaplamıştık bütün eşyaları.

Göç etmenin en küçüğü bile iç yakar,  büyük göçleri, evinden yurdundan edilenleri düşünüp kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Eşyalar yerinden kaldırılıp kamyona yüklenmeye başlandığı anda göz yaşlarımı tutamadım. Taşımacı Kürt gençler birden şaşırdılar, ellerinde kalakaldı eşyalar. Ben diğer odaya geçtiğimde Gülistan onlara eşimi kaybettiğimi, o nedenle bu taşınmanın ağır geldiğini anlatmış onlara. Taşımayı yöneten genç yanıma  gelerek; “merak etmeyin, siz ne derseniz onu yapacağız, toparlayın kendinizi” demesi bana güç verdi adeta. O dakikadan sonra, benim önerilerimi dikkate alarak evi boşalttık. Taşınmadan önce filme almıştım evi, fakat göç esnasında bir kare fotoğraf bile çekecek güç bulamadım kendimde.

Hiç istemeyerek taşındığım evden,  eşimi kaybetmiş, hayatın tüm yükünü sırtlanmış bir şekilde ayrılıyordum. Yanımda, büyük ruhlu, kendisi de göç etmek zorunda kalmış bir kadın, bulundukları yerden kopup gelen Kürt gençler vardı. İçimden dedim ki; eğer sürgün edilirseniz bir gün Kürtlerle taşının, en çok onlar anlar sürgün edilenleri, evinden yurdundan kovulanları.

Aradan bir yıl geçti. Hiç kolay olmadı, olağanüstü zor günlerden geçtim, her türlü hakkımı kendim aradım,  mücadelemi verdim, hiçbir şey eskisi gibi olmasa da, bir kadın olarak tek başına ayakta kalabilmenin gururu var içimde.


Bu sabah,  serin havayı duyumsarken balkonda, 22 Eylül 2014, göç günüm gözlerimin önünden akıp giderken, kahvemi yudumluyordum, Gülistan memleketine doğru yola koyulurken.

İmren Tüzün

22 Eylül 2015

19 Eylül 2015 Cumartesi

geceye düşen yüzün



                                                               Ahmet’e

öyle bir yüzün vardı ki

bir gün yaşlı bir adam

ertesi gün genç bir delikanlı

gibi olurdu yüzün


Gözlerin, ah o gözlerin

ah o ela gözlerin

nasıl da büyürdü

sağlık ve ateş fışkırırdı

mutlu olduğun anlarda


beni taklit ettiğin zamanlarda

muzip bir çocuğun

yüzüne dönerdi yüzün


bir de düşünceli halin

nerelerde olurdun kim bilir

hayal dünyanın genişliğini

anlayamazdı hiç kimse

ruhu yaşadığı

yere dar gelenlerin

soyundandın sen de


bir gece yarısı

nasıl da düştü

yüzün aklıma

radyoda Maria Callas’ın

hüzünlü sesi

geceyi taçlandırırken.

İmren Tüzün

Antalya, Eylül 2015

3 Eylül 2015 Perşembe

Sessiz ve Sensiz Geçti Bir Ağustos Daha


 

 
Poyrazın yakıp kavurduğu sıcak bir günün ardından, akşamı duyumsamak, kapısı herkese açık Akdeniz’in mavi sularında Ağustos’a veda etmek için yola koyulduğumda düştü aklıma yazının başlığı. Belki de bütün yaz boyunca hissettiğim, fakat dile getiremediğim duygularımın, hallerimin bir toplamıydı bu cümle.
İnsan hayatı boyunca, yıllardan yıllara, mevsimlerden mevsimlere, aylardan aylara, günlere, saatlere ve anlara doğru yol alıp duruyor. Gelecek önümüzde belirsizliğini korurken, geçmiş hatıralarına sahip çıkan bir insan için; "Geçmiş aslında geçmezmiş efendim. Hep bir köşede yerinden çıkmak için geceyi beklermiş." Oğuz Atay’ın cümlesinde olduğu gibi geçmiş dolanıp duruyor zihnimizin labirentlerinde.
Ağustos’un sıcak günlerinde bir yere gitmedim, içim kaldırmıyor artık yalnız tatilleri. Bir yandan yazılarının düzeltilerini yaparken, diğer yandan zihinsel bir yolculuk içindeydim,  odalardan odalara, kentlerden kentlere, anılardan anılara dolaşıp durdum, sırtımdan terler akarken. Gençliğimdeki Ağustos’tan çıktım yolculuğa.
Genç kızlığımda,  akşamüstleri saat dörde doğru evimizin önündeki betonu yıkardı birimiz, diğerimiz çay koyardı, elektriksiz pasta tenceremizde güzel kabarmış kek kokuları sarardı iki katlı evimizi. Sonra sığırların otlatma vakti gelir, onlar önde ben arkada yola koyulurduk, büyük bahçemize doğru.  Sığırlar otlarını yerken, onları gözden kaybetmeyecek bir şekilde, bir portakal ağacının dibine oturur, elişimin içine gizlice koyduğum, Yurda Ablanın kitaplığından alıp getirdiğim Dostoyevski, Tolstoy, Balzac romanlarını okurdum.  Annemi kızdırmamak için de akşama doğru biraz el işi yapardım. Bu yaz Dostoyevski’nin “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”ını okurken aldığım tat gibi, fakat bir yanı eksik yine de ne Annem hayatta ne de Yurda Abla.
1993 Ağustos’unda Ahmet’le Ankara’ya yaptığımız otobüs yolculuğu, Antalya’nın sıcağından sonra Ankara’da üşümemiz, bir de o yolculuk esnasında gördüğüm, Ahmet’in sağlığına kavuşacağı inancı veren o rüya aklımdan çıkmaz hiç.
Bir etkinliğe katılman için Nürnberg’e yaptığımız yolculuk, 12 Ağustos 2006’da Ahmet’in Fitzgerald Kusz’un  şiirlerini Türkçe’ye çevirişi, ondan daha etkileyici olan ise, Türkçe şiirleri  Almanca’ya çevirmesiydi.  O etkinliğin aurasını anlatmak zor, iyi ki fotoğraflarını çekmişim,  geçmişin bize hatırası şimdi.
Nürnberg’den Köln’e hızlı trenle yaptığımız yolculuk boyunca, Almanya’nın tabiatını sevmiştim de bulanık Ren nehri beni tedirgin etmişti, üstünde gemiler gidip geliyor olmasaydı, mavi suların çocuğu olarak Ren’e tahammülüm zor olacaktı. Köln Katedrali karşılamıştı bizi, heybetiyle sanki diğer bütün mimariyi küçümsüyor gibiydi. Müzeleri gezmiştik, Irena bizi kent dışındaki bir galeriye götürmüş, Bonn’da Guggenheim koleksiyon sergisini görmeye gitmiştik.  Irena  ve Dieter’in evinde, bir akşam Ahmet’le Dieter’in memleket meseleleri üzerine girdikleri tartışma, Ahmet’in evi terk etmesiyle sonuçlanmıştı. Ahmet’in tavrı, iyi Almanca bilen bir Entelektüel’in duyarlılığıydı.  Aradan yıllar geçti, Irena ve Dieter’le bu sefer Antalya’da havaalanında birkaç saat de olsa görüşme olanağımız oldu, yine bir Ağustos ayında.
Viyana’ydım biraz, Ulla’nın o tarihi evinden çıkıp Viyana sokaklarında yürümelerimiz. Birlikte gittiğimiz klasik müzik konseri, müzeler, Schönbrunn Sarayı’nın içi,- ne kadar da bakımlı ve temizdi, ister istemez Dolmabahçe Sarayı’nın bakımsızlığıyla karşılaştırmıştık,- çiçeklerle süslü bahçesinde yaptığımız yürüyüş, Central ve Einstein Kafeleri, belki Viyana’dan geçmiş, ruhunu solumuş yazarların, sanatçıların izlerini sürmek istemiştik, fakat hiçbir şey o günlerdeki gibi değildi elbette.
Yakınlarımızın bizi, içinde bulunduğumuz konumu, yapıp eylemelerimizi anlamaları zor oluyor, hele bir de sanat, edebiyatla uğraşıyorsak. Sanki bu memleketin insanı değiliz de bir yabancıymışız gibi hissettiriliyoruz, en küçük bir söz, tavır ve davranışlarında ele veriyorlar kendilerini. En büyük belamızda hatırlamak zaten, onlar unutuyor, biz hatırlıyoruz.
Bir Ağustos ayında, Berlin’de misafirliğe gittiğimiz kapının zilini çaldı ev sahibi, birkaç kez üst üste, fakat kapı açılmadı. En sonunda kendisi açmak zorunda kaldı. O an, işte gelmemiz istenmiyor duygusu basmıştı beni de, yine de belli etmemiştim Ahmet’e. Kapı açılıp içeri girdiğimizde ev sahibimizin eşi ve çocuğuyla karşılaşmıştık. Belli ki, öncesinde bir hesaplaşma yaşanmıştı. Aldırış etmemeye çalıştık, misafirdik ne de olsa. Berlin’de görecek o kadar yer varken bu küçük davranışlarla uğraşmanın bir anlamı yok diye düşündük. Öyle bir tavırla karşılaştık ki, bu sefer tavrı biz koyduk ve kendimizi bir otel odasında bulduk. Biliyorum Ahmet çok üzüldü. Fakat yine de, zamanımızı iyi değerlendirmiş,  Berlin Müzelerini gezip, görmüştük.
Neyse ki, Kassel’de doğa içindeki küçük otel Ahmet’e çok iyi geldi, unutamadığını söylerdi hep. 20 Ağustos 2007’de, Kassel’deki bir şatoda gerçekleşen Documenta sergisini görmek için yeşilliğin gölgesinde, parkta dinlene dinlene yürüyüşümüzü unutmak mümkün mü? Fotoğraflara baktım, hayalimde yine oralarda dolaştım seninle.
2010 yazının büyük bir bölümünü Hastane’de,  Ağustos’un son üç haftasını da bir otel odasında, Ahmet’in iyileşmesini bekleyerek geçirmiştik,  dayanışma içinde. Güniz Sokak, Ahmet’in sokakta, bağıra bağıra okuduğu Can Yücel’in  “Sevgi Duvarı”şiirini hatırlıyordur belki de, kim bilir. ”Yalnızlığım benim sidikli kontesim / Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” , tok sesinin yankısı kulaklarımda hala.
İnsan yine de yaşadığı kentteki zihinsel yolculuğunda bir gerçeklik hissediyor nedense. Ağustos 2011’de, senin diyalizden yorgun argın döndüğün sıcak gecelerde, Konyaaltı’nda 16 nolu Beach’te yan yana oturup, gökyüzünde ayı ve yıldızları seyretmiştik. Beni yanında istiyordun hep, elim elinde, bırakma beni diyormuşsun meğer. Ben bir daha ne o kafeye ne de bir gece yarısı deniz kenarına gidip oturdum sen gittiğinden beri. İsteseydim, tek başına da çıkar giderdim, fakat bir tat alamayacağımı biliyordum.
İhmal etmediğim üç şey oldu yaz boyunca.  Seni ziyaret etmek, Adam Yayınları’ndan çıkmış şiir kitaplarını götürdüm her gidişimde, şiirler okudum sana. İyi de oldu, bilmediğim yeni şiirlerle tanıştım, şairlerin çok bilinen şiirleriyle anılmasının haksızlık olduğunu düşündüm bir an, keşfedilecek ne güzel şiirler var oysa.
Atölyede küçük çizimler yaptım, kendiliğinden geldi, oysa hiç böylesine küçük kağıtlara çalışmamıştım. Bir de küçük arkadaşım var, adı Arda, beni her gördüğünde atölyede merhaba diyor, resimleri seviyor, güzel şeyler söylüyor. Merak ediyorum, büyüdüğünde nasıl bir izlenim kalacak onda.
Sokrates’in deniz tutkusunu dile getirişinden etkilenmişimdir; “Çoğu zaman insanlardan kaçardım. Hiç doyamadığım, bin bir yüzlü, bin bir huylu sevgilim denize inerdim. Kendimi sularına teslim edip onu kucaklar, denizkızları ve Tritonlar eşliğinde derinlere, çok derinlere açılırdım.”(1)   Bilirsin,  ben de denize gitmeyi, orada ruh bulmayı severim. Sokrates kadar derinlere dalamasam da, Akdeniz’in mavi sularıyla buluşmak, onun şefkatli ve şifalı sularında kendimi tazelemek isterim. Yazdığım ve seslendirdiğim metni henüz sergileme fırsatım olmadı, olursa bir gün sen orada olacaksın, Ankara’da Akdeniz hasretiyle geçirdiğimiz yaz günlerinin anısına. Eminim, Sokrates de üzülürdü benim gibi, denizlerin çocukların yaşamını soldurmasına, onun zamanında da yaşanıyor muydu böyle olaylar acaba?
Ağustos ayı çok sıkıntılı geçti Ahmet. Öylesine acılar yaşandı ki bu topraklarda, ölümler, Suriyeli göçmenlerin denizlerde solup giden hayatları, kurulamayan hükümet, sürekli bir bekleyiş, neyi beklediğimizi bilmeden,  bireysel yaşamımızdan uzaklaştırdı bizi. Sen, uzlaşma kültürünün önemini vurgulardın konuşmalarında, uzlaşılamadı, inatlaştı herkes. Şimdi seçim kararı verildi, hem de benim resmi doğum günümde. Çok da şaşırtmadı beni, doğduğum gün seçim haberlerini dinleyen dedemin kollarına götürüvermiş  Huriye teyze beni, ondandır utangaçlığım, politikadan çok da hoşlanmamam belki de.
Sıcak günler ve acı haberler beni yorduğunda, “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”ın sayfalarına sığındım. Dostoyevski’nin kahramanları, Nataşa, Alyoşa ve  Vanya’nın kötülere karşı verdikleri mücadele, bana da yol yol gösterici oldu, Dostoyevski ne kadar da usta iyi niyetin arkasında yatan kötülüğü anlatmakta. Ne kadar da benzer oluyor insan ilişkileri, sevenlerin huzuruna göz dikenlerin oyunları.
Kendimizi, ilişkimizi, evliliğimizi düşünüyorum sık sık, Ioanna Kuçuradi’nin cümlesi bizi tanımlıyor gibi geldi bana; “ Güç olsa da, etik ilişkinin bilgisi, insanlara bakarak ve yazın yapıtlarının bölgesinde dolaşarak ortaya konabilir. Ama, değerlerin yaşandığı bir etik ilişkiyi yeşertmek ve yaşatmak, bir “mucize”dir; bir ip üzerinde dolaşmaya alışkın iki kişinin karşılaşmasını gerektirir.”(2)
İşte böyle geçti bir Ağustos daha, zihinsel bir yolculukta, geçmişle bugün arasında.

 İmren Tüzün
Ağustos - Eylül, 2015

Kaynakça:
1 -Sokrates’in Gerçek Savunması – Kostas Vanalis – Çeviren: Ari Çokona – Pan Yayıncılık
2 - Ioanna Kuçuradi – Etik – Türkiye Felsefe Kurumu – Ankara, 1996

17 Ağustos 2015 Pazartesi

17 Ağustos 1999


                                                                         

 Yoğun geçen bir çalışma gününün ardından, daha önce sözleştiğimiz gibi arkadaşlarımla birlikte Fatma Meral Horne’yi ziyaret etmek için akşamüstü buluşmuştuk. Seyyah ve Sosyolog Horne, Antalya’daki yaşamını, kent merkezinin dışında Dokuma’da kurmuştu, oradaki yaşamı daha samimi bulduğunu söylüyordu. O yıllarda, Dokuma’ya dolmuşla gidilebiliyordu, eğer özel arabanız yoksa.

Emel Abla, kızı, Nilgün Erentay ve ben, saat 19:30’da Horne’nin atölyesine ulaşmıştık. Benim ilk gidişim değildi, atölyeyi daha önce de ziyaret etmiştim. Fatma Meral, uzun boyu,  kendi tasarladığı elbisesi ve görmüş geçirmişliğiyle insanı etki altına alıyordu. Uzun gecede, kendi hazırladığı ekmek üzerine sürdüğü peynirle birlikte çay sundu bize.

Fatma Meral, Uzakdoğu’da çektiği fotoğrafları, yine oradan aldığı kumaşlarla kendi tasarladığı giysileri tek tek, özelliklerini de anlatarak tanıtıyordu. Giysiler, renkli ve ince halleriyle, keşke benim olsa duygusu uyandırıyordu.

Atölye ortamında saate bakmaya unutmuştuk. Artık dönelim diyerek,  Fatma Meral’le vedalaşıp evden ayrıldık, durağa geldik. Gece yarısı çoktan geçmiş olmasına karşın, dal kıpırdamıyordu, boğucu bir sıcak hüküm sürüyordu gece bile. Saat 24:00’ü geçtiği için otobüs gelmiyordu bir türlü. En sonunda ortaklaşa taksi tutarak kent merkezine ulaşabildik.

Atatürk Caddesi’nde oturduğumuz için eve ulaşmam uzun sürmedi. Ahmet henüz yatmamıştı, merak etmişti gecikince. Ertesi gün işe gideceğim için hemen yattım. Yorgunluktan derin uykuya dalmış olmalıyım ki, Ahmet beni uyandırdığında korktum. “Kalk İmren, İstanbul’da deprem oldu, Sıdıka’yı ara, durumunu sor.” diyordu. Sersem gibiydim, yataktan kalktım, Sıdıka’yı cep telefonundan aradım. “Bir okulun bahçesinde güvendeyim, merak etme” dedi.

O saatten sonra, televizyon başında, yaşamını kaybetmiş, kurtarılmayı bekleyen insanların görüntüleri belleğimize silinmez bir şekilde işlendi. Göçük altından sağ çıkmayı başaran insanlar tesellimiz oluyordu sadece.
Antalya’da, okulu bitirmiş, iş ararken, arkadaşım Pınar Kızıloğlu Sönmez öğrenci evlerinin anahtarını göndermişti İstanbul’dan da, kalacak yer bulma konusunda zorlanmamıştım. Ev buluncaya kadar kalacaktım, fakat ailesinin de Antalya’ya taşınma kararından sonra, onun yerine bana kalabilme olanağı doğmuştu, Güllük Caddesi’ndeki Çetin Köksal Apartmanı’nda. Ev aramak için Pınar’la birlikte Annesi Suna Teyze de Antalya’ya gelmişti.

Ben işe yerleşmiş, düzenimi kurmak için zaman ayıramıyordum, ayrıca ekonomik güçlük de çekiyordum. Annem, Demre’den yastık, yorgan, döşek ve kilim göndermişti. Benim somya almam gerekiyordu.

1984 yılının Sonbahar aylarını yaşıyorduk, geceleri soğumaya başlamıştı. Suna Teyze; “İmren kızım, sen çalışıyorsun, döşekte yatma, hastalanırsın, sen benim yatağıma yat, ben yorganları üst üste koyar yatarım.” dedi. Olmaz dediysem de kabul ettiremedim, bir süre onun yatağında yattım. O da bir süre sonra, evi taşımak üzere İstanbul’a döndü.

Fevzi Çakmak Caddesi’nde bir ev tuttular, güzel bir evdi, çok da güzel döşemişlerdi. Ara sıra gelir giderdim, sanki ikinci evim gibiydi. Belleğimde kalan pek çok anı var.

O yıllarda kültür sanat etkinlikleri çok zayıftı Antalya’da. Tiyatro, Opera yoktu. Edebiyat etkinlikleri ve sinemalar canlıydı biraz. Antalya’ya uyum sağlayamadı Suna Teyze,  Pınar da okulu bitirince İstanbul’a dönmeye karar verdiler.

80’li yılların sonuna doğru, İstanbul’daki evlerinde ziyaret etmiştim Suna Teyze’yi. Daha sonra bağımız zayıfladı. Facebook aracılığıyla Pınar’la bağlantı kurduğumda, Suna Teyze’nin 17 Ağustos 1999 depreminde Çınarcık’taki yazlıklarında yaşamını yitirdiğini öğrendiğimde içime bir ateş düştü.

Yaşamda karşılaştığımız insanlar bakış açımızı, değer yargılarımızı oluşturmamızda etkili olurlar. Suna Kızıloğlu Sönmez de, özverisi ve duyarlılığıyla belleğimden hiç çıkmadı.

17 Ağustos’ta yaşamını kaybeden insanların acısı hala yüreğimizde, toplumsal bir acı olarak belleğimize kazındı,  unutmuyoruz o günü.   

İmren Tüzün

Antalya, 17 Ağustos 2015