10 Mart 2015 Salı

Untitled


 I

bir gün alacaksınız
karşılığını

kalbimi kıran

sözlerinizin

kısasa kısas
cümleler kurmaya

yetmez gücüm

ben değil

hayat  verecek

size o karşılığı.

 

 II

gereklidir para

yaşamak  için

küçümsetiyorsa
paranızın gücü
ötekini
bilin ki
esiri olmuşsunuz

artık onun.

İmren Tüzün
 
Antalya, Mart 2015
 
© Tüm hakları saklıdır.

15 Şubat 2015 Pazar

Bir Kadın


bir kadın 
 

ne yapmalı bir kadın

kuşkulu gözlerle

bakıldığında ona

incitilmek istenildiğinde

kaçırıp gözlerini

gitmeli mi yoksa oradan
 

başkaldırmalı ve dik durmalı

bedeniyle ve ruhuyla

meydan okumalı hayata

tüm bunlara inat

 
imren çalışkan tüzün
Antalya, 2007

© Bütün hakları saklıdır.
 

 
 
tedirgin
 
 
bir masada üç erkek

ve bir kadın

soran sorgulayan

gözler karşısında

tedirgin

fırlatıyorlar hançerlerini

yarıp almak istiyorlar

kadının yüreğini

sonra bakıp

bulmak istiyorlar

o gizli cini

 
imren çalışkan tüzün
Antalya, 2007
 
© Bütün Hakları Saklıdır.

 

29 Aralık 2014 Pazartesi

Annemin Kış Çorbaları

 

Kış için hazırlık yapılırdı çocukluğumda. Isınmak için Sonbahar’da odunlar alınır, üst üste dizilir, kış geldiğinde sobaya atılacak şekilde parçalanırdı. Günümüzdeki gibi, sebze yetişmediği için, kışlık yiyeceklerin de kış gelmeden hazırlanıp kilerlere doldurulması gerekiyordu. Demre çok sıcak olduğu için, yazın pek bir şey yetişmezdi. Kışlık ihtiyaçlar daha çok Gömbe’den edinilirdi. Kuru fasulye, nohut, bulgur, soğan, patates, elma kakları, erik pestilleri, tarhana, pekmez ve tahin gibi kışlık yiyecekleri evlerde bulundurmak kışın insana güven veriyordu.

İki katlı evimizin ocaklığında, kışın sürekli kaynayan bir tencere bulunurdu. Çorbaların özel bir yeri vardı  evimizde. Siyah çayın henüz gelenekselleşmediği kış aylarında, sabahları okula gitmeden çorba içerdik.  Diğer öğünlerde de ana yemekten önce çorba içmek bir gelenekti.

Tarhana, toga (toyga)  ve  arabaşı çorbası uzun süre sacayağının üzerinde kaynatılan çorbalardı. O yıllarda demir tencereler kullanılırdı çoğunlukla, henüz alüminyum ve çelik tencereler girmemişti hayatımıza. Demir tencerelerin kalaylı olması gerekiyordu. Her sene seyyar kalaycılar gelirdi ve onlara kalaylatılırdı tencereler.

Toga çorbası, daha zahmetliydi. Nohut ve buğdayın haşlanması gerekiyordu önce. Haşlanmış, nohut ve buğdayın içine, un, süt ve yoğurttan oluşan mayi suyla iyice ezilir, içinde topaklık kalmamasına dikkat edilirdi. Bu mayi yavaş yavaş, karıştıra karıştıra nohut ve buğdaya yedirilirdi ve unun topaklanmaması için karıştırmaya devam edilirdi bir süre. Annem, daha sonra özleşen çorbanın içine kocaman bir dal kekik koyardı. Kekik kokusu ocaklıktan bütün mutfağa doğru yayılırdı. Artık,  geriye yağlanması kalırdı. Eskiden tava denilmezdi. Uzun saplı, demir dığanlar olurdu çeşitli boylarda. Küçük bir dığanda erittiği tereyağını çorbanın üzerine döker, karıştırırdı. Bir gün sonra daha da özleşen toga çorbası daha bir lezzetli olurdu sanki.

Kış hazırlıklarından biri de tarhana yapmaktı. Tarhana genellikle sonbaharda yapılır, şimdilerde de. Tarhananın çeşitli türleri olur, Annem daha çok nohut ve undan oluşan bir tarhana yapardı. Nohut ve un değirmende öğütülürdü. İç malzemesi daha da önemliydi. Ekonomik durum da burada önemli bir rol oynardı. Parça et, boyun eti daha çok, kocaman bir kazanda kaynatılır, iyice piştikten sonra tencereden çıkarılır ve büyük bir sinide ince lif gibi didilirdi. Kazandaki et suyunun içine ise, domates, yeşil ve kırmızı biber, kuru soğan, sarmısak doğranır, nane, isteğe göre baharatlar ve  salça eklenerek iyice pişirilirdi. Erime noktasına geldiğinde didilen et de eklenir, bir taşım daha kaynatılır ve soğumaya bırakılırdı. Diğer yandan hamur leğenine koyulan nohut ve buğday unu harmanlanır ve içine tuz eklenirdi.  Yoğurt ve soğuyan karışımla yoğurulur ve hamur haline getirilirdi. Hamurun birkaç gün mayalanması beklenirdi. Daha sonra evin içine veya bir dam başına serilen temiz bir sofra bezinin üzerine serilerek bir iki gün kuruması beklenirdi. Ufalanıp, toz haline gelebilmesi için çok da kurumaması gerekiyordu, bunun için özenle takip etmek gerekirdi. Kıvamına geldiğinde avuç içinde ezilir ve toz haline getirilerek tarhana yapılır ve yine temiz torbalara doldurulurdu.

Tarhana çorbasını nohutlu yapardı annem.  Tencereye tereyağı koyar, üzerine kırmızı toz biber, arkasından salça ekler, biraz kavurduktan sonra suyunu eklerdi. Öte yandan, geniş bir tasta tarhanayı suyla  özleştirir, kaynamakta olan suya yavaş yavaş yedirir, yine bir süre tahta kaşıkla karıştırırdı. Eskiden çorbalar uzun uzun karıştırılırdı özenle. Nohut da eklerdi sonradan. Bir gün sonrasında tarhana  yoğunlaşır ve biraz pelte halini alırdı. İşte bu tarhananın yeniden yağlanarak yenmesi çok lezzetli olurdu.

Kış aylarının diğer bir ritüeli arabaşı çorbasıydı. Arabaşı, mutlaka ya özel bir günde, yılbaşında  ya da başka bir yerden misafir geldiğinde yapılırdı. Annem arabaşı yapmakta maharetliydi doğrusu. Akşam üzerine doğru, bir tas yemle,  evin yakınındaki armut ağacının dibine tavukları toplardı. Arpa, buğdayı serptikçe tavuklar coşardı, koşuşurdu adeta. Henüz içlerinden biri tutulup çorba olacağından habersiz yemlerini yerlerdi. Genellikle besili bir horozu tutar, evde bir erkek varsa o, yoksa annem kendisi tekbir getirerek keserdi. Arkasından tüylerinin yolunması gerekirdi ve  epeyce zaman alırdı bu. Sonra ocakta tütsülenir ve içi temizlenirdi. Temizlenmiş horoz ya da tavuk, büyük bir tencerede pişirilirdi. Tavuk pişerken, bir başka büyük demir kazanda kaynamakta olan suya tuz eklenir ve bir kişi eliyle unu serper, annem de bir oklavayla unu kaynamakta olan suya yedirirdi. Burada en önemli nokta hamuru balbastı yapmamaktı. İyice özleştirilerek pişirilen hamur, geniş demir sinilere dökülür, sallayarak bütün siniye yayılması sağlanırdı. En azından iki üç sini hamur dökülürdü. Pişmiş olan tavuk tencereden çıkarılır ve etleri didiklenerek, kemiğinden ayrılırdı. Lades kemiği de bir kenarda saklanır ya da hemen ladese tutuşulurdu. Bol tereyağı, kırmızı biber ve salçayla hazırlanan karışıma tavuk suyu eklenir ve kaynamaya bırakılırdı. Kaynayan suyun içine suyla özenmiş un eklenir ve karıştırılırdı bir süre. Kıvama geldiğinde ocaktan indirilir ve bir tabağa alınan didiklenmiş tavuk etleri atılırdı. Çorbaya tadını verecek bolca limon sıkılır ve bardaklara doldurulurdu.

Yerlere sofra bezi serilir, ortasına yerleştirilen kasnağın üzerine hamurla kaplı siniler yerleştirilir ve ortasından çorba tasının yerleştirileceği yuvarlak bir hamur ortasından kesilip kenara alınırdı. Tepsinin ortasına yerleştirilen çorba tasına limon, karabiber eklenir ve misafirler sofraya davet edilirdi. Kaşığa alınan bir parça hamur çorba tasından çorbası eklenerek yenilirdi. Arabaşı ağır bir çorba olduğu için çok fazla içmemek, ölçüyü kaçırmamak gerekirdi.

Çorba kaynatmak bir ritüeldi, şimdi ki gibi hazır çorbalar yoktu, iyi ki de yoktu. Her şey doğal ve özenliydi. Elbette zamanını çok alıyordu insanın, fakat o çorbaların bile bir ruhu olduğuna inanıyorum şimdi.

Şimdilerde ne o bolluk günleri var, ne de o çorbaları pişirecek annelerimizin ruhu. Evlerimizin kapıları da yoldan geçene açık değil artık. Kendi küçük dünyamızda, annelerimizden öğrendiğimiz çorbaları hatırlamak ve onların bu emeklerini yazıya geçirerek,  vefamızı yerine getirmeye çalışıyoruz. 

İmren Tüzün

27 Aralık 2014 Cumartesi

Annemin Ot Yemekleri


 

                                                    Annemin  Ot  Yemekleri

Soğuk kış akşamüstlerinde, güneş henüz batmadan,  Annem ayağında üst donu, sırtında  jilesi, başını dastarla kavice bağlayarak, bir avcı edasıyla evden çıkar, tarlalara, bahçelere doğru yürüyüşe çıkardı. Demre’de,  yürüyüş imkanı olmayan kadınlar için bahçelerde dolaşmak sanki bir  akşam gezintisi gibiydi. Bu yürüyüşler esnasında kış soğuğuna dayanıklı taze otları; ebegümeci, labada, acibicik  gibi otlar toplardı Annem. Labadanın toplanması özen gerektirirdi, acılarını bilirdi Annem. Bir süre sonra, o gezintiden eli kolu dolu otlarla dönerdi eve.

Otlar, topraklı olurdu çoğunlukla, köklerini tamamen kesmeden, varsa  sararmış yapraklarını da ayıklardı önce . Henüz evlerde çeşme suyunun olmadığı günlerde, tulumbanın önünde, birimiz tulumbayı basarak suyu akıtır, annem de onları yıkardı özenle. Doğramadan önce iyice tozunu toprağını arındırır,  arkasından pişirilecek yemeğin türüne göre doğrar, tekrar tekrar yıkar, iyice temizlendiğine emin olduktan sonra bir kaba alarak suyunun süzülmesini  beklerdi bir süre.

Şimdi bile, annemin otları pişirmesi gözümün önüne gelir zaman zaman. İşte o görüntüden yola çıkarak annemin yemeklerinin tarifini yazmak,  o günleri yeniden anımsatacak bana. Labada’yı sütlü pişirirdi Annem. Önce soğanları ince ince doğrar, derince bir tencereye koyar, zeytinyağı ile çok hafif kavurduktan sonra, üzerine bir tutam kırmızı toz biber  ve bir avuç bulgur ekleyip biraz daha karıştırır, arkasından yeteri kadar süt eklerdi. Süt iyice kaynadıktan sonra, temizleyip doğradığı labadayı tencereye eklerdi. Labada çok çabuk piştiği için bir taşım kaynatır, ocağı kapatmadan önce tuz eklerdi. Ocaktan indirinceye kadar tuz eklenmemesi gerekir, eğer eklenirse süt kesilir ve yemeğin lezzeti bozulur. Diğer bir önemli nokta da sütlü labada yemeğine salça   konulmaz. Nedense, aklımda daha çok akşam yemekleri için pişirdiği kalmış.  Sütlü labada yemeğinin yanında sofraya yoğurt da koyardı annem.  

Annemin diğer ot yemeği de ebegümeciydi.  Ebegümecini hem yemek,  hem de sarma yapmak için kullanırdı annem. Yemek için yine soğan, toz kırmızı biber, salça, zeytinyağı  ve bulgurlu  karışımı az suyla pişirdikten sonra, ayıklanan ebegümecini ekler ve birkaç dakika daha kaynatırdı. Ebegümecinin içine isteğe göre, sarmısak  da eklenirdi. Annemin sarmısakla başı pek hoş değildi, dokunurdu midesine. Oysa, babaannem sarmısak  hastasıydı neredeyse, bazen annemden saklı yemeklere sarmısak  koyardı ve aralarında tartışmaya neden olurdu. Ebegümeci yemeği, limon, nar ve erik ekşisiyle tatlandırılırdı. Büyük yapraklı ebegümecini zeytinyağlı yaprak dolması yapardı. Ebegümeci çok ince ve hemen eridiği için çok fazla kaynatmamak gerekir. İç malzemesinin ise çok az da olsa pişirilmesi yerinde olur. Annem, ince kalem gibi sarardı ebegümecini. Ben hiçbir zaman annem kadar maharetli olamadım yaprak sarmada.

Acibicik ise yemekten çok katmer için kullanılırdı. Yufka ekmeği yapıldığı günlerde, biraz kalınca açılan yufkanın içine, ince kıyılmış, kırmızı toz biber ve tuz eklenmiş  acibiciği serper, eliyle güzelce yaydıktan sonra, yufkanın bir ucunu kaparak, kenarlarını yapıştırdıktan sonra sacda pişirirdi. Evde yaptığımız tereyağıyla yağlardı.  Ekmek pişirilen sacın altında oluşan köze soğan, patates, bazen de patlıcan gömerdi. Taze yufkalara sararak yerdik onları. 

Otların dilinden anlayamaz her kadın. Otları anlamak için kırlarda, tarlalarda dolaşmak, onlarla söyleşmek ve zamanını bilmek gerekir.
 
İmren Tüzün

18 Aralık 2014 Perşembe

Kanaviçe


 Resim yaparken sık sık renk dünyamın kökenlerini düşünüyorum. Renklerle ilişkim ne zaman başlamıştı, nasıl tanımıştım onları bir çocuk olarak .Kim öğretmişti bana maviyi, kırmızıyı, yeşili, bordoyu sarıyı. Artık kimselerin bilmediği neftiyi, deve tüyünü, nar çiçeğini, yavruağzını. 

Çocukluk günlerimi anımsadığımda, aklıma ilk gelen büyük bir bahçe, onun içinde yetişen bir tarafta portakal, limon, mandalina, greyfurt, diğer tarafta ekşi ve tatlı  nar, dut, badem ağaçları ve onların sergilediği renk yelpazesi. Bunun yanı sıra doğanın geçirdiği değişim, yağmur öncesi ve sonrası gökyüzünde oluşan mavinin binbir tonu. Saymak isteyip de başa çıkamadığımız ne çok yıldız olurdu yaz geceleri. Her şeyi alt üst eden, renkleri birbirine dolayan kış günlerimizin korkulu rüyası rüzgar. Güneşin doğuşu ve batışı, yaşamın dönüşüm zamanları içimizde duyduğumuz ışık. 

Bir de kanaviçeler, annelerin, kızları ve oğulları daha çocukken, yastık, yorgan ağzı ve eteklere işlemeye başladıkları el emeği göz nuru. Her kanaviçenin bir adı vardır aslında. Şimdi düşünüyorum da, Annemin çocukları için tasarladığı kanaviçeler doğanın yansıması değil miydi?

Ağabeyim için bademliyi seçmişti. Yaprakları kara yeşil, çiçekleri pembe, içinde bir iki bordo ve sarı benek olan. Bana ise, "üzümlü"yü uygun görmüştü. Üzümler eflatun, yapraklar  açık ve kara yeşil işlenmişti.  

Annemin bu işleri yapmak için aldığı rengarenk yumaklar, bazen birbirine dolaşır, kendi içinde bir renk harmanına dönüşürdü. Kanaviçe işlerken renk uyumu son derece önemliydi. Kaynatıldığında rengi çabuk solmasın, canlılığı uzun sürsün diye, "domino" yumaklar tercih edilirdi.
 

İnsan ruhunu dinginleştiren, eve canlılık katan kanaviçeler yavaş yavaş hayatımızdan
çekilip, sandık diplerine gizlenmeye başladı çoktan. Kimselerin zamanı yok, artık
ne kanaviçe işlemeye ne de onu sergilemeye...
 
 
 
 
 
Üzümlü



 
 
 

15 Ekim 2014 Çarşamba

Muktedirlerin Hissettirdikleri


 
Yarasını saklayan bir kedi gibi

Dip odalarda, derin uykularda

Saklıyorum kendimi ve acılarımı

Oysa sanıyorlar ki acı

Hiç uğramamış kapıma

Gözyaşı akıtmamışım

Gidenlerimin ardından

Öylesine ağır geliyorlar üzerime

Dünyanın tüm acılarını

Kaldırabilirmişim gibi sanki ben.
İmren Tüzün

Antalya, Ekim 2014



©tüm hakları saklıdır.
 
 
 
 

8 Eylül 2014 Pazartesi

Dünyanın En Zor İşi : Kadın ve Sanatçı Olmak



 

 
Dünya Sanat ve Edebiyat tarihine adını yazdırmış kadınların hayatları film endüstrisine konu olmaya devam ediyor. Bu tür filmlerden ilki Camille Claudel üzerineydi. O, hayatını heykeltraş olmaya adamış bir kadındı. Yaşadığı dönemde Fransa'nın en ünlü heykeltraşlarından biri olan Rodin'in önce öğrencisi sonra sevgilisi olmuştu. Rodin'den ayrılıp, sanatını bağımsız sürdürmeye karar verdiğinde ise, ailesi dahil toplum tarafından yalnız bırakılmış, açlığa mahkum edilmişti. Hayatının en güzel döneminde akıl hastanesine kapatılmış ve bir daha oradan çıkamamıştı. 

Son dönemde ise, Frida Kahlo,Wirginia Wolf, Murdoch'un ve Silyvia Plath'ın hayatlarını anlatan filmler geldi ard arda. Şu anda büyük kentlerde gösterimde olan, Silyvia Plath filmi, kentimiz sinemaları sanatsal filmlere yeterli ilgiyi göstermediğinden olsa gerek Antalya'da henüz
seyirciyle buluşmadı. Yazılı ve görsel basında çıkan haberlerle yetinmek zorundayız şimdilik. 

Sanat ve edebiyata ömrünü adamış bu kadınların yaşamına baktığımızda, yine aynı alanda uğraş veren erkek meslektaşlarıyla birlikte yaşadıklarını, evlendiklerini görürüz. Camil Claudel, yukarıda belirttiğim gibi  Heykeltraş Rodin'le birlikte yaşamıştı. Frida Kahlo, Meksika'nın ünlü duvar ressamı Diego Riviera'yla iki kez evlenmiş, fırtınalı bir hayatı olmuştu.Wirginia Woolf ise, yayıncı Leonard Woolf ile evliydi. Silvia Plath'a gelince o da hayatını şair Ted Hughes'la paylaşmıştı. Diğer kadın sanatçı ve yazarların hayatına baktığımızda da benzerlikler görebiliriz. 

Söz konusu kadınlar yaratıcılık konusunda eşlerinden, sevgililerinden destek gördülerse de, aynı zamanda kısıtlanmışlardı. Özellikle kadın sanatçıların bireyleşmesi , günlük yaşamın yükünden kurtulup, sadece yaratı alanlarına eğilmeleri eşlerine oranla daha zordu.Yarattıklarını ilk eşleriyle paylaştılar, zaman zaman da eşleri onların kendi adlarının önüne geçeceğinden korktular.

Aldatıldılar, aldattılar da belki. Bütün bu gel git dolu hayatları içersinde mutlu da olmuş olabilirler, ancak acıları daha büyüktü ve bu acı onları hayattan koparıp aldı. Yaşadıkları, sahip olduklarına rağmen kendilerini bu hayata ait hissedemediler belki.Camille Claudel'in hayatı akıl hastanesinde sona ererken, Wirginia Woolf ve Silvia Plath intiharı seçti. Frida Kahlo ise, fiziksel acılar içinde hayata veda etti.  

Kadın sanatçıların yaşamı filme alınırken, elbette belli dönemleri yansıtılmaya çalışılıyor. Biyografilerinden, mektuplarından, eserlerinden ve onların yaşamına tanıklık etmiş kişilerden yararlanılıyordur sanıyorum.  

Bu filmler, yaratım sürecinin sıkıntılarını, ilişkilerinin getirdiği mutluluklara ve acılara
ne kadar yer verebilir? Bu nedenle onların hayatını eserlerini, biyografilerini ve onlar
üzerine yazılmış kitapları okuyarak daha iyi duyumsayabiliriz.

 

İmren Çalışkan Tüzün

 

10--“Dünyanın En Zor İşi: Kadın ve Sanatçı olmak” - Antalya Körfez- 08 Eylül 2004,Çarşamba
sayfa 4 Turizm&Ekonomi