8 Mayıs 2014 Perşembe

Hem Kıyağ Hem de Güvey


                                     

Karanlık kış gecelerinde, Annem elinde fenerle yürür,  biz de onu takip ederdik. Çok uzak sayılmazdı gideceğimiz ev, on beş bilemedin yirmi dakika sürerdi yürüyüşümüz. Tek katlı evin dış kapısında  ayakkabılarımızı çıkarır, beyaz badanalı, temiz sofaları olan bir odaya buyur edilirdik. Köşede beyaz tülbentinin altından kızıl saçları görünen yaşlı bir nine otururdu. Annem sanki bir huşu içinde onun elini öper, hemen yanına otururdu, dizinin dibine deyim yerindeyse. Biz de onların yanına dizilirdik.

Akşamları çay ikram edilmezdi o yıllarda. İğde, ceviz ve elmadan oluşan kış gecelerinin   unutulmaz yer sofraları olurdu genellikle. Evin gelini Huriye teyze neşeli ve konuşkan bir kadındı. Benim doğumuma tanık olduğu için, “bu benim kızım” derdi de ben kızardım, beni alıkoyacak zannederdim.

Annem, Nuri Hoca Karısı Hatice Nine’ye büyük bir muhabbet beslerdi. O zamanlar anlamazdım, neden onunla konuşmaktan haz aldığını ve Hatice Nine’nin Anneme neler anlattığını. Annem, anne babasından üç aylık yetim kaldığından olmalı, ailesini tanıyanların anlattıklarından, onlara ait en küçük bir sözün bile izlerini duymak isterdi. Öyle ya ne bir suret, ne de bir fotoğraf kalmıştı onlardan. Bu dünyadan geçip gitmiş insanların varlığından sadece anlatılanlarla haberdar olunabiliyordu yoksul Anadolu kasabalarında.

Annem babasının doğum tarihini bile bilmiyordu belki. Benim araştırmalarıma göre 1893 yılında Davazlar’da doğmuş  Süleyman dedem.  O zamanlar, Kaş ile Gömbe arasında, üzerine çoğunlukla beyaz bulutların bir sis gibi çöktüğü Kasaba Medresesiyle ünlüymüş. Davazlar’dan Kasabaya medresede okumaya gidermiş dedem.  Aynı medresede eğitim gören Hatice’yle aynı  yolları yürürlermiş. Medrese arkadaşlığı zaman içinde bir aşka dönüşmüş. Medrese eğitimi   bitince,  Süleyman  Hatice’yi babasından istetmeye karar vermiş. O zamanlar,  bir ileri gelen kız istemeye gönderilirmiş. Dedem de zamanın sözü geçen adamı Nuri Hoca’dan Hatice’yi ailesinden istemesi için kıyağı olmasını istemiş.  Konuşulmuş, gün belirlenmiş.

Nuri Hoca, atına binip bir ağa edasıyla Hatice’nin ailesine misafir olmuş bir akşam. Aileye konuyu açarken;  “Hem kıyağ hem de güvey geldim.” demiş.  Aile,  büyük bir talih kuşu kondu başımıza diyerek kızlarını o akşam Nuri Hoca’ya vermişler. Hatice ve Süleyman’ın aşkı bir ağanın art niyetine kurban gitmiş.  İtiraz edememiş ne Süleyman ne de Hatice. Kaderlerine razı gelmişler.

Annem’in anlattığı ve benim de hiç aklımdan çıkmayan babasının hüzün dolu aşk hikayesi.  Gerçekten de böyle mi olmuştur,  yoksa annemin anlattıkları mı hikayeyi  daha canlı kılmıştır belleğimde, zaman zaman da sormadan edemem kendime.

Bu yüzden olmalı ki, Annem Hatice Nine’yi görmeye giderdi. Babasını sorar,  hikayelerini anlattırırdı belki de.

İmren Tüzün

27 Şubat 2014 Perşembe

-içe dönüş-


-içe dönüş-


yalnız  geçen bir günün ardından

yüzler arıyorum

varoluşumu duyumsamak için

O yüzlere anlam veren

göz, ağız, dil


dilden dökülen sözleri

doğrulamadığında gözler

anlıyorum ki

dinlediklerim içten değil


uzaklaşıyor

dönüyorum kendime

yeniden

İmren Çalışkan Tüzün – Antalya, 2007


-kurban-

ne gözler gördüm

baştan aşağı süzen

bir atmaca gibi

pençelerini saplayıp

beni parçalamak isteyen. 

İmren Çalışkan Tüzün
Antalya, Kasım 2012

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved

19 Şubat 2014 Çarşamba

Halit Refiğ’e Mektuplar’da Entelektüel Sıkıntının İzleri


                              

                Bir Salı akşamı salonda tek başına oturuyordum.  İnsanın kendini bit ya da karınca gibi hissettiği anlar yaşarsınız hayatta, işte öyle bir duygu içindeydim. Sanki biraz sonra kapı çalacak, Ahmet telaşla çıkıp gelecekti de normal bir insana dönecektim ben de.  Artık onun bir daha kapıyı çalmayacak oluşunun acısı çöktü içime, salonda gezinmeye başladım.

                Müzik setinin üzerinde kitaplar, CD’ler Ahmet’in bıraktığı gibi duruyordu. Cesaret edip   CD’lerden  birini  seçmek ve dinlemek  istiyordum.   CD’lerin yanına  koyduğu kitaplardan biri dikkatimi çekti. Kitabı elime aldım, önce el yazısıyla basılmış, ”Sevgili Halit” yazısı,  ardından  “Halit Refiğ’e Mektuplar “, altında Oğuz Atay’la başlayan İlhan Usmanbaş’la biten isimler beni kitabın içine doğru çekti.

                 Kitabın giriş bölümünde ” O Günler…” başlığıyla yer alan Gülper Refiğ - Irmak  Zileli söyleşisinde, Gülper Refiğ’in bazı cümleleri beni derinden etkiledi. Ahmet’i Anma Günü nedeniyle üzerinde düşündüğüm,  Doğu-Batı çatışması,  Entelektüelin sıkıntısı gibi konularla ne kadar da bağlantılıydı.  Halit Refiğ’in yaşadıkları bizim yaşadıklarımızdan çok da farklı değildi.  Gülper Refiğ’in bir soruya cevabı,  bizi boğan sıkıntıları özetler nitelikteydi.

Irmak Zileli’nin; “ Oğuz Atay’ın da söylediği bir “çeteler”, “aptallar“ ittifakı var. O nedir?” sorusuna Gülper Refiğ’in cevabı  şöyleydi.: “… Özellikle, sanat dünyasının sıradan, vasat donanımlı üyeleri, büyük bir beceri ile hemen birleşirler. Güçlüyü, üstün vasıflıyı yok etmek neredeyse tek hedefleridir; çünkü başka bir şeye ne yetenekleri ne de zekâları izin vermez. Oğuz’un çeteleri kanımca bunlardır.”

Oğuz Atay’a yapılanlar, Ansan ve daha başka çevrelerin Ahmet’e karşı sürdürdükleri katı tutumun göstergesi gibiydi.


Nedense belleğimde, bir televizyon programında Gülper Refiğ’le yapılan röportajdan bir kare kalmış. Elinde kedisiyle ,- kollarının arasında demek daha doğru olur,- konuşması gözümün önüne geliveriyor. O an karşımda olsa ona sarılıp ağlamak isterdim.  Bunu yapamadım ama oturup bağıra bağıra ağladım, bu topraklarda acı çektirilmiş bütün entelektüeller, yazarlar, sanatçılar, şairler ve insanlar için. Ciğerimin yangınına yangın kattı bu satırlar.

Halit Refiğ’in kaleme aldığı ” Mektupların Hikayesi”nde,   1974 yılında, zamanın Başbakanı Bülent Ecevit ve TRT Genel Müdürü İsmail Cem’in uyumlu çalışmasının sonucu “Aşk-ı Memnu”nun televizyon dizisi haline getirilişini, Gülper Refiğ ile evliliğini, Amerika’da Visconsin Üniversitesi’nin davetine nasıl karar verdiğini, Amerika’dan Oğuz Atay, Metin Erksan, Adnan Saygun, Pakize Barışta, Yıldız Kenter , Giovanni Scognamillo  ve İlhan Usmanbaş ile  mektuplaşmalarını ve dostları üzerine düşüncelerini dile getiriyor. Kemal Tahir’in romanından uyarlanan “Yorgun Savaşçı “filminin yakılış sürecini şöyle anlatıyor Refiğ.:”Yorgun Savaşçı  tamamlandıktan sonra,  Ecevit’in siyasi yasaklı olduğu dönemde yakıldı. Aşk’ı Memnu hıncını unutmayan TRT bürokrasisi, gizli servislerin yardımıyla, kumandanları dolduruşa getirmeyi başarmıştı.”

Halit Refiğ, mektupları, kültür ve sinema tarihine ışık tutması amacıyla, Mimar Sinan Üniversitesi, Sinema TV Müdürü Sami Şekeroğlu’na  vermiş öncelikle. Çağın tanığı, kültür kişiliklerini iyi tanıması ve mektupların kimseye zarar vermeden  yayımlanması  sorumluluğunu Selim İleri’ye bırakmış.   Metin Erksan’ın mektuplarının yayımlanmasına müsaade etmemesi  Refiğ’i üzmüş.

Kitapta yer alan Oğuz Atay’ın mektupları gerçekten insanın içini yakacak nitelikteydi. Uğradığı haksızlıklar, anlaşılamamasını yazdığı satırlara yansıtıyordu. :“… Her şeyi ciddiye alan tutumun, içinde yaşadığım ülkenin insanlarının davranışına o kadar uymuyor ki, bilmem bunu nasıl anlatsam. Ve burada bunu kimseye anlatamıyorum ve anlatmaya o kadar ihtiyacım var ki.” Halit Refiğ’e yazdığı ve ondan aldığı mektuplar,  Oğuz Atay için tutunacak bir dal gibiymiş. Onların, bir gazete veya  dergide çıkan bir yazıyı takip edişleri, ülkedeki durumdan haberdar olma çabaları ne kadar da Ahmet’e benziyordu.

Oğuz Atay, Selim İleri’nin yazısından çok üzüntü duymuş.  Daha sonra Selim İleri’nin özür yazısını Pakize Barışta eşi Oğuz Atay’a okuyamamış, Amerika’dan Halit Refiğ bu görevi üstlenmişti.

Bu satırları okuduktan sonra, kitabın sonunda mektupların yayınlanma öyküsünü anlatan Selim İleri bir anlamda kendisiyle de hesaplaşma olanağı bulduğunu hissettiriyordu. :” Gülper’le ve Halit Bey’le o günleri yeniden konuştuk, büyük bir acıyla yeniden andık. Sevgili Oğuz Atay’ı ve sevgili Pakize Barışta’yı onca üzen o yersiz yazıyı neden yazdığımı onca yıl sonra bile tam çözemedim.”

Kitabın sonunda yer alan “Açıklamalı Dizin” , mektuplarda adı geçen kişiler, filmler, kitaplar ve dönemin olayları üzerine önemli bir bilgi kaynağı sunuyor okuyucuya.

Entelektüellerin, yazarların, şairlerin ve sinemacıların çağdaşlarıyla iletişim içinde olmaları, birbirleriyle acılarını, sıkıntılarını paylaşmaları, hem kendi aralarındaki ilişki hem de kitaplar, kentler, mekanlar ve ülke hakkında önemli  ipuçlarını barındırıyor.

 Gülper Refiğ  ve Pakize Barış’ta’nın  eşlerinin entelektüel acılarına  tanıklık etmeleri,  omuzlarında kalan acıların ağırlığı bana,”yalnız değilim” duygusu yaşatıyor.

İmren Tüzün

Antalya , 17 Nisan 2012 – 18 Şubat 2014

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved

14 Şubat 2014 Cuma

                                       Kıymetlim Ahmet'e...

Yıl 2007, günlerden 14 Şubat. Atlanta’dan New York’a uçmak için sabah erkenden arkadaşım Deanna Sirlin beni Atlanta Havaalanı’na bırakıyor. Dünyanın en büyük havaalanlarından birinde, kontuarı bulmak, check-in yaptırmak pek de kolay olmuyor. Tek başınalığın getirdiği tedirginlik var üzerimde. Çıkış kapısına gidip oturuyorum, tetikteyim. Bir hareketlenme oluyor, ben de hemen ayaklanıyorum telaşla. New York’a giden bütün uçaklar kar yağışı nedeniyle iptal olmuş. Uçak biletleri yeniden düzenleniyor, fakat uçuş saati belli değil. Herkes de bir gerginlik var. Akşam sekizden önce kalkmayacağı söyleniyor uçağın. O sıralarda Antalya’da tanıştığım Amerikalı Doris Miracle bana cep telefonunu vermişti kolaylık olsun diye. Yanlışlıkla çantam yerine bavula koymuşum telefonu. Kimseyi arayamıyorum.

Business Center olduğunu öğrenince, hemen çıkıyorum üst kata. Ahmet’i arıyorum telefonla, fakat ulaşamıyorum. E-maillerime bakıp oyalanıyorum, bir kez daha arıyorum. Nihayet ulaşıyorum. Sevgililer Günü’nde ayrı olmanın burukluğu var ikimizde de. Uzun uzun konuşuyoruz, o bana takılıyor, “Amerika’ya bensiz gittin” diyor. Ben de ona, “Sen Altın Portakal Şiir Ödülü’nü bırakabilseydin beraber giderdik” diyorum. Ses arada gelip gidiyor, son konuşmalarımızı iyi anlamamış olacak ki, bir an paniğe kapılmış Ahmet. Güya, ben, Antalya’ya dönmeyeceğim demişim. Hemen taksiye atlıyor, Çakırlar’da oturan arkadaşımız Françoise’ye gidiyor. “İmren seni aradı mı hiç?” diye soruyor. O da, “yok aramadı diyor.” İçine düştüğü tedirginliği tam da anlatamıyor, geriye dönüyor. Ahmet, beni kaybedeceği korkusu yaşıyor o gece. Ben ise tüm bunlardan habersiz, gece yarısı New York’a uçuyorum, bavulum çıkmıyor, gece yarısı Hisami Holland’ın bana bıraktığı anahtarı alıp, sanki kendi evimmiş gibi kapıyı açmaya çalışırken, Hisami kapıyı açıyor, o da çok merak etmiş beni, hayatımda ilk kez karşılaştığım Hisami Holand beni öylesine sıkıca sarıyor ki, annemin kollarındaymışım gibi hissediyorum kendimi, güven doluyor içime onca tedirgin geçen saatlerden sonra.

Hisami’nin stüdyosu Japon iletişim araçlarıyla donatılmıştı adeta. Ahmet’i arıyorum, durumumu bildirmek için. O da içindeki korkuları bana anlatıveriyor hemen. Yanlış anlamışsın, döneceğim ben, merak etme diyorum. Ahmet’in varlığı nereye gidersem gideyim benim arkamda en büyük destekti. Oradaydı, evimizdeydi, o bir yere gitse ben de onun için öyleydim. Birbirimizi habersiz bırakmazdık hiçbir zaman.

Yıl 2012, Sevgililer Günü’nde Ahmet yoğun bakımda. Ziyaret saatinde biraz daha uzun kalıp, ona Taraf gazetesindeki Sevgililer Günü’yle ilgili bir yazıyı okuyorum. Dinliyor, duyuyor beni. Doktor B, gelip biraz alayla bakıyor bize. “Eşlerimiz bize evde bile gazete okumuyor “diyor. Canımız sıkılıyor, isteksizce gülümsüyoruz. Gazeteleri toparlıyorum, Ahmet’i orada bırakıp çıkmak ne zor geliyor bana.

Yıl 2013, 14 Şubat. Beni terk edeli bir yıl oluyor neredeyse. Havada şimşekler çakıyor, ortalık sel suya karışıyor. Canım durmuyor bir türlü. Taksiye atlayıp Uncalı’ya gidiyorum. Bir demet çiçeği o karanlık kış akşamüstünde Ahmet’e koyarken su içinde kalıyorum. Gözyaşlarım yağmurla yıkanıyor.

Yıl 2014, bugün. Yağmurlu bir sabaha uyanıyorum. Anılar dönenip duruyor , “Aşk bir Güldür İçimizde” şiir çevirisi aklıma düşüyor, sonra da evliliğimizin ilk yıllarında bana daktilo ettirdiği şiiri; “Kıyıda Durma”. Geçmişimizi hatırlatıyor bana şiiri.

Hava açılıyor biraz, hemen yola koyuluyorum. Bu sefer Recep Peker Caddesi üzerindeki çiçekçi hanımdan alıyorum bordo, beyaz renkteki çiçekleri. Ahmet’in en sevdiği renkti bordo.

Yola koyuluyorum, Ahmet’e ulaşıncaya kadar yağmur müsaade etse de bastırıyor aniden. Mezarlıkta kimsecikler yok sanki. Ahmet’e kendi şiiri,”Kıyıda Durma”yı okuyorum, sonra da Necati Tosuner’in Dünya Öykü Günü bildirisini. Sesli okuyunca daha sıcak ve insancıl buluyorum bildiriyi.

“Yaşadığınız öyküler dilerim güzel bitsin!” diyor Necati Tosuner.

Bizimki güzel bitmedi diyorum, hüzün kaplıyor içimi.

İmren Tüzün

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved


6 Şubat 2014 Perşembe

İnsani Hallere Işık Tutan Truman Capote Öyküleri


                Yeni Gazetecilik”, öte yandan, güçlü örneklerinde beni okur kimliğimle hayli saran bir anlayış,   belirtmeliyim. Amerikan Edebiyatında, çığır açan Capote’nin yapıtını etkileyici buluyorum      sözgelimi. Çarpıcı metinler geldi oradan, “üçüncü sayfa “ gerçekliğinin parlak örnekleri. Bizim      yazarlarımız için sağlam birer denektaşı işlevi ya da “çıkış modeli” oluşturabilirdiler –  böylelikle, hiç değilse kısır imgelem ürünü kurmacaların arasında boğulmayabilirdik. Olmadı,   çünkü uç vermediler, sanırım okunmadılar da yeterince. Eski gerçekçilik yenisini itip kakaladı anlaşılan.”

30 Ocak 2014 tarihli, Cumhuriyet Kitap’ta, Enis Batur’un, “pervasız pertavsız”  köşesinde yer alan, “üç okuma parantezi” başlıklı yazısının yukarıda alıntıladığım bölümü Türk Edebiyatına bir eleştiri içeriyordu. Batur’un, Truman Capote’ye atıfta bulunmasıydı daha çok benim dikkatimi çeken. Truman Capote’nin, Sel Yayıncılık’tan çıkan, Püren Özgören çevirdiği “Gümüş Damacana”adlı kitabı düştü hemen aklıma. Evde değildi kitap, atölyemde olduğunu biliyordum, gece vakti atölyeye indim, kitabı buldum. Önce kitabın kapağını taradım, kitabın arkasına aldığım notları okuyunca, yeniden ele almaya karar verdim.
Temmuz için olağanüstü serin bir günde,  arka balkonda okuyarak bitirdim kitabı. “Capote”(*) filmini izlemiştik Ahmet’le.   Ahmet , Capote’nin bütün öykülerinin bulunduğu “Gümüş Damacana”yı almış. Tesadüfen, - her zaman  olduğu gibi,-evde görünce okumaya karar verdim. Fakat, nedense ilk öykü,“Duvarlar  Soğuk”u pek sevemedim ve kitap uzun süre  başucumda durdu, bekledi.

Tekrar, okumaya başladığımda,  “ Kendine Ait Bir Vizon” başlıklı öykü beni kitabın içine sürükledi, 2008 yazının kitabı olup çıktı.

“Kendine Ait Bir Vizon”,  genç kızlıklarından beri tanışan iki kadının, Bayan Munson ve Vini Rando’nun yıllar sonra karşılaşmaları üzerine kurulu bir öykü. Vini,  babasından kalan mirasın  getirdiği olanakla, Avrupa’ya gitmiş, orada bir kont ya da baronla evlenmiş, savaş yıllarını orada geçirmiştir. Vini, Amerika’ya döndüğünde, eski arkadaşının  izini bularak, kendisini ziyaret etmek için Bayan Munson’u arar. Vini’nin ihtişamlı gelişini,-bayan Munson öyle hayal etmektedir Vini’yi,- heyecanla evde beklerken; “…delici  gözlerle  salonu  inceledi. Eşyalarını, çevreni, ancak bir ziyaretçi beklerken fark etmen, ne kadar garipti”
Bayan Munson, kış ortasında çiçekli bir elbiseyle, saçı cılız, bakımsız Vini’ye şaşkınlığını hissettirmez. Kendisine hemen bir likör ikram etmek ister, fakat Vini kabul etmez. Vini, elindeki pembe kutuyu açar, içindeki vizon kürkü çıkararak, bu kürke hayran olduğunu bildiğini, o nedenle yatırımım boşa gitmesin sana vereyim, para da önemli değil, bin dolar versen yeter deyiverir, Bertha’ya.  Bertha, o kadar param yok dese de, arkadaşına; “belki dört yüz” verebileceğini söyler.  Kürkü aynanın önünde denedikten sonra; “Çeki benim adıma yazabilirsin” diyen  Vini’ye,  hemencecik imzalar çeki Bayan Munson. Tekrar haberleşmek üzere Vini evden ayrılır.
Bayan Munson, eşi Albert’e kürkü hemen göstermemek için, onu  dolapta  karanlık bir köşeye astığında bir cırt sesi duyar. Işığı açıp mantoya baktığında, mantonun tamamen çürümüş olduğunu görür.
“Aman Tanrım, kandırıldım, bir güzel kazıklandım ve artık, yapabileceğim hiçbir şey yok, hiçbir şey!”
Vini’nin kendisini aldattığını anlamıştır çok kısa sürede.

 “Gümüş Damacana”, kitaba adını veren öykü çok etkileyiciydi benim için. Ama, beni , esas  kitaba bağlayan ya da öykülere diyelim, Truman Capote’nin Alabama’daki çiftlikte annesinin ailesiyle geçirdiği çocukluk yılları oldu. Ne çok benzerliği vardı kendi çocukluğumla. Hele onu hayata bağlayan Bayan Sook, sanki annemdi.

 “Doğum Günlerinde Çocuklar”, Çiçekten Ev”,  “Şükran Günü Gelen Konuk”, “ Bir Noel “ diğer sevdiğim öyküler.

Beni sanki çocukluğuma doğru bir yolculuğa çıkardı Capote’nin toplu öykülerini barındıran “Gümüş Damacana.”
Yazımı bilgisayara aktarmaya başladığım günün ertesinde, “Capote” filminde, Truman Capote’yi canlandırdığı rolüyle Oscar kazanan Philip Seymour Hoffman hayata veda etti.  Bu vakitsiz kayıp herkes gibi beni de üzdü.

Philip Seymour Hoffmann’ın  son dönem fotoğraflarına baktığımda,  yaşamın hırslarından arınmış, tüm ruhunu yaptığı işe adamış biri olduğu hissini verdi bana.

İmren Tüzün

Antalya, 26 Temmuz 2008 – 06 Şubat 2014
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved
“Capote” (*)

19 Kasım 2013 Salı

Sanat Fuarı mı Yoksa Müze mi?

 


1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çözülmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılması sonucu Doğu ve Batı Almanya’nın  birleşmesi dünyada kısacık da olsa bir sevinç havası yarattı, insanların kucaklaşmasını sağladı. Bu sevinç ortamı çok da uzun sürmedi aslında. Balkanlarda Yugoslavya’nın parçalanması, Ortadoğu’da birinci Irak savaşının başlaması, dünyanın gözünü Balkanlara ve Ortadoğu’ya çevirdi. Türkiye’de ise Güneydoğu’da yakılan köyler sonucu Kürtlerin büyük kentlere zorunlu göçünü de bu sürece dahil edebiliriz. Savaşların, göçlerin, acının, yoksulluğun, yerlerinden yurtlarından savrulup giden insanların durumları sanatın konusu olmaya devam ediyordu.  Bu nedenle olmalı ki,  sanata sosyolojik ve  felsefi  açıdan yaklaşan  Küratörler,  yaşanan bu acılara  “Göç”, “Kimlik”, “Aidiyet”, “Melezlik” gibi kavramlara dikkat çekerek,  Bienaller aracılığıyla sorgulanmasını sağladılar.  Resimden çok, videolar, fotoğraflar, enstelasyonlar  ifade  alanları olarak öne çıkmaya başladı. 

Soğuk Savaş’ın ardından gelen küreselleşme ticarette sınırları ortadan kaldırırken, malların dolaşımını da kolaylaştırdı. Küresel şirketler, verdikleri desteklerle sanatın dolaşımının  önünü açtılar, pek çok büyük sergi dünyanın bir ucundan diğer ucuna ulaşabilir hale geldi. Türkiye’de elbette bu gelişmelerden kendini soyutlamayacak, özellikle İstanbul  yeni dünya düzeninde sanatta önemli bir durak noktası haline gelmeye başlayacaktı.

TÜYAP’ın düzenlediği Kitap Fuarı'na paralel olarak başlatılan Sanat Fuarı’nın zamanla, dünyanın içinde bulunduğu değişime yeterince ayak uyduramadığı aşikardı.  Çeşitli ülkelerden galeriler katılsa da istenilen uluslararası boyuta ulaşamıyordu ARTIST.
İstanbullu koleksiyonerler, işadamları, büyük şirket sahipleri ve çağdaş sanatı takip eden Akedemisyen, Küratörlerin işbirliğiyle yeni bir oluşum için adım atıldı ve ilk kez 2006 yılında, İstanbul’dan ve  dünyanın önemli kentlerinden gelen galerilerin katılımıyla,” Contemporary İstanbul”  Çağdaş Sanat  Fuarı hayata geçirildi.
Contemporay İstanbul, bu sene, 07-10 Kasım 2013 tarihleri arsında, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde,  650 sanatçı, 3000 eser, 23 ülkeden 96 çağdaş sanat galerisinin katılımıyla gerçekleşti.
İstanbul ve Ankara’nın yanı sıra,  New York, Londra , Berlin, Bejing(Pekin)Paris, Roma, Floransa, Barselona, Lizbon, Bükreş, Selanik, Tahran, Beyrut ve Erbil’den  galeriler yer alıyordu Fuar’da.
Çevre ülkelerdeki çağdaş sanat ortamını görünür kılmayı amaçlayan Contemporary Istanbul,  “yeni ufuklar” başlıklı bir tema belirleyerek her sene bir ülkeyi davet ediyor. Bu sene Rusya davet edilmiş, bu bağlamda Moskova ve St. Petersburg’dan galeriler, sanatçılar ve eleştirmenlerin fuara katılmaları sağlanmış.
Türkiye’nin lider akaryakıt dağıtım ve madeni yağ şirketi Petrol Ofisi’nin ana hissedarı, Avusturyalı OWM şirketi Contemporary Istanbul’a sponsor olurken,  özel bir proje olan;"Diyalog: Viyana’dan Sanat” çerçevesinde Avusturyalı çağdaş sanatçıların eserlerini  sergiliyordu. 
Sanat inisiyatifleri de Fuar’da dikkati çekiyordu. Collectorspace; kâr amacı gütmeyen, Newyork merkezli bir sanat kurumu, 2011 yılında İstanbul’da şubesini açmış. Amacı, koleksiyonerliği tartışmaya açmak ve yeni koleksiyonerlerin vizyonunu geliştirmede yardımcı olmak. İstanbul’daki mekanlarında koleksiyon sergileri yapıyorlarmış ve sanat kitapları ve güncel sanat dergilerinin yer aldığı kütüphanelerinden de yararlanmak mümkünmüş.

Plato Sanat, hep merak ettiğim bir kurumdu, Fuar’da karşılaşınca sevindim. Nisan 2010’da açılan Plato Sanat, Marcus Graf küratörlüğünde, sergi, etkinlik ve performanslara yer veren bir güncel sanat mekanı.
Bükreş’ten katılan Lavacow”  temsilcileri,  Romanya, Macaristan, Türkiye gibi ülkelerden dijital çizim yapan sanatçıların buluştuğu bir platform oluşturmak istediklerini anlattılar. 

İKSV, Akbank Sanat, Pera Müzesi, Baksi Müzesi, Pera Müzesi,  Doğançay Müzesi ve  EKAV gibi kurumlar Fuar’da kendilerini tanıtma imkanı bulurken, Sanatatak adına Ayşegül Sönmez yaptığı röportajlarla Fuar’ın nabzını tutmaya çalışıyordu. 

Avusturyalı sanatçı Herman Nitsch’in gerçekleştirdiği  canlı resim performansı ve Ülker’in sponsorluğunda gerçekleşen Çocuk Sanat Atölyesi Fuar’ın dikkat çekici etkinliklerindendi. 

09-10 Kasım 2013 tarihlerinde izleme fırsatı bulduğum Contemporary İstanbul’da resimler, heykeller, fotoğraflar, çizimler gözümün önünden akıp giderken, ilgimi çekenleri fotoğrafladım. Video bölümü beni oldukça şaşırttı, dijital sanatın yeni olanaklarıyla karşılaştırdı. Teknolojinin olanaklarıyla sanat üretmek yeni bir ifade alanı. Bu bağlamda çağdaş sanatçının, grafik, photoshop, web grafik, üç boyutlu çizimi öğrenmesi ve  kendini yetiştirmesi gerekiyor. Özellikle, genç sanatçıların bu alana el atması şart gibi görünüyor. Öte yandan neon ışıklarıyla yazılan cümlelerde fuarların ve bienallerin ayrılmaz parçası. Harfler ve cümleler de gittikçe plastik sanatların içine dahil olmaya başladı. 

İspanya’dan katılan bir galerinin temsilcisi hanımla yaptığım sohbette, Fuar’ı nasıl bulduğunu sordum. “Açılışın çok görkemli ve abartılı bulduğunu, fakat bu durumun koleksiyonerlere yansımadığını daha çok halkın katılımının iyi olduğunu belirttikten sonra, burası müze değil ki, bir fuar, o nedenle koleksiyonerlerle karşılaşmak bizim için önemli “dedi. Bir de izleyicilerin sergilenen eserlere dokunmalarından şikayetçiydi. Türkiye’de Çağdaş Sanat Müzelerinin azlığı, aslında Fuarlara bir nevi Müze işlevi de yüklüyor sanki.


Türkiye’de sanat piyasasının oluşamaması ciddi bir sorun. Dünyanın çeşitli kentlerinden katılan galericilerin, sergiledikleri eserleri satmak istemeleri, bunun içinde izleyiciden çok koleksiyonerlerle

buluşmak istemelerini anlaşılır buluyorum.  Bildiğim kadarıyla, Contemporary İstanbul yönetimi çeşitli kentlerde yaptığı toplantılarda yeni koleksiyonerler oluşturmak için çaba harcıyor. Bu çabaların sonuçları gelecek yıllarda daha iyi ortaya çıkacaktır.

9. Contemporary İstanbul,  12-16 Kasım 2013 tarihleri arasında gerçekleşeceğinin duyurulması, Fuar’ın uluslararası ortamın bir parçası ve sürekliliğini anımsatması bakımından önemli. Bu aynı zamanda Türkiyeli sanatçıların ve galericilerin yurtdışına açılabilmelerini sağlayacak. 


İmren Tüzün
Fotoğraflar: İmren Tüzün

                                               Fuar Alanından, ziyaretçiler...




Fuar'da yer alan eserlerden bazıları...




                           
                                         
 






























"Yeni Ufuklar" bağlamında Moskova ve St . Petersburg galerilerinden...  












Video bölümünden bir çalışmadan görüntü...






Neon ışıklarıyla yapılan çalışmalardan...  





















        Hermann Nitsch Resim Performansından...





22 Ekim 2013 Salı

Nar Tanesi

       
Yaz aylarından Sonbahara geçerken yavaştan tezgahlarda  görünmeye başlar. Yaz boyunca , o sıcak günlerin  ısısıyla içindeki taneleri günden güne çoğaltır, irileştirir. Çiçekten meyveye dönüştüğünü fark edersiniz de ne zaman öyle irileşip büyüdüğünü ve renginin yeşilden bordoya doğru değiştiğini pek de gözlemleyemezsiniz. Bir de bakarsınız ki pazarda, manavda satışa sunulmaya başlamıştır. Akdeniz’in bu büyülü meyvesi nar,  inci taneleri gibi saçılmaya başlar etrafa.

Çocukluğumda, bahçemizin etrafı nar ağaçlarıyla doluydu. Ekşi ve tatlı narları Sonbaharda toplayıp, konu komşuya dağıtmak, paylaşmak mutluluk verirdi bize. Fazlasını ise güneş görmeyen kilerde saklar, kış boyunca yerdik.

Şimdiler de artık sadece taneyle alıyoruz narları. Kesip, etrafa saçmadan, örtüleri, üstünüzü kirletmeden yemek epeyce maharet ister.  Rengi öyle kuvvetlidir ki damladığı yerde izini bırakır.
                Mutfakta bir narı kesip, tanelerini ayıklarken annemin anlattığı hikâye aklıma düştü birden. Çocukluğumuzda annem yaşadığı bu hikâyeyi pek çok kez anlatmıştır, biz de her seferinde dinlemiş, belki de aynı soruyu sormuşuzdur. 

                Ailem,  büyük bahçenin işlerinin üstesinden gelemediği  için,  her zaman,  yanlarında çalışan yardımcıları olurdu.  Bazıları aileden sayılırdı. Babaannemin kız kardeşi, Emine Teyzem’in evlatlık olarak büyüttüğü Adil Ağabey de bize yardım ederdi işlerimizde. Annem ve Adil Ağabey  bir nar mevsimi iddiaya girmişler. Kim bir narın tanesini hiç düşürmeden yerse o kazanacak ve hediye alınacakmış.  Annem dökmeden yemeyi başaramamış. Fakat, Adil Ağabey öylesine titiz ve ağır yiyormuş ki, hiçbir tane dökülmüyormuş. Adil Ağabey tam narı bitirmek üzereyken, annem bir kurnazlık düşünmüş ve kendi nar tanesinden bir tanesini o fark etmeden atmış. Adil Ağabey, “ ben narımı bitirdim, bir tane bile dökmedim” demiş. Annem, “kalk etrafına bakalım belki bir tane dökülmüştür”  demiş.  Adil Ağabey nar tanesini görünce çok üzülmüş ve kendi kendine söylenmeye başlamış. ” Nasıl  olur, o kadar dikkatli yedim ki bir tane bile düşmesi imkansız” diyormuş.  Adil Ağabey’in çok üzüldüğünü gören annem,  suçunu itiraf etmiş.” O taneyi ben atmıştım” demiş. Böylece, Adil Ağabey’in üzüntülü hali sevince dönmüş ve annemin söz verdiği gömleği almaya hak kazanmış.

                Biz anneme,  o nar tanesini Adil Ağabey görmeden nasıl atabildiğini sorardık hep.  O da her seferinde anlatırdı bize  bıkmadan.  

                İşte bir nar mevsimi daha gelip geçmek üzere.  Antalya’da şehir merkezine, Kalekapısı’na düşerse yolunuz, Attalos Heykeli’nin hemen arkasındaki bir dükkanda nar suyu sıkıp satan gençlerin seslerini işitebilirsiniz. Taze nar suyu, Granatapfel…  Güler yüzlü  gençler,  yerli yabancı pek çok insana taze nar suyu satmaya çalışırlar gün boyunca.            

İmren Çalışkan Tüzün   
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved