3 Eylül 2015 Perşembe

Sessiz ve Sensiz Geçti Bir Ağustos Daha


 

 
Poyrazın yakıp kavurduğu sıcak bir günün ardından, akşamı duyumsamak, kapısı herkese açık Akdeniz’in mavi sularında Ağustos’a veda etmek için yola koyulduğumda düştü aklıma yazının başlığı. Belki de bütün yaz boyunca hissettiğim, fakat dile getiremediğim duygularımın, hallerimin bir toplamıydı bu cümle.
İnsan hayatı boyunca, yıllardan yıllara, mevsimlerden mevsimlere, aylardan aylara, günlere, saatlere ve anlara doğru yol alıp duruyor. Gelecek önümüzde belirsizliğini korurken, geçmiş hatıralarına sahip çıkan bir insan için; "Geçmiş aslında geçmezmiş efendim. Hep bir köşede yerinden çıkmak için geceyi beklermiş." Oğuz Atay’ın cümlesinde olduğu gibi geçmiş dolanıp duruyor zihnimizin labirentlerinde.
Ağustos’un sıcak günlerinde bir yere gitmedim, içim kaldırmıyor artık yalnız tatilleri. Bir yandan yazılarının düzeltilerini yaparken, diğer yandan zihinsel bir yolculuk içindeydim,  odalardan odalara, kentlerden kentlere, anılardan anılara dolaşıp durdum, sırtımdan terler akarken. Gençliğimdeki Ağustos’tan çıktım yolculuğa.
Genç kızlığımda,  akşamüstleri saat dörde doğru evimizin önündeki betonu yıkardı birimiz, diğerimiz çay koyardı, elektriksiz pasta tenceremizde güzel kabarmış kek kokuları sarardı iki katlı evimizi. Sonra sığırların otlatma vakti gelir, onlar önde ben arkada yola koyulurduk, büyük bahçemize doğru.  Sığırlar otlarını yerken, onları gözden kaybetmeyecek bir şekilde, bir portakal ağacının dibine oturur, elişimin içine gizlice koyduğum, Yurda Ablanın kitaplığından alıp getirdiğim Dostoyevski, Tolstoy, Balzac romanlarını okurdum.  Annemi kızdırmamak için de akşama doğru biraz el işi yapardım. Bu yaz Dostoyevski’nin “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”ını okurken aldığım tat gibi, fakat bir yanı eksik yine de ne Annem hayatta ne de Yurda Abla.
1993 Ağustos’unda Ahmet’le Ankara’ya yaptığımız otobüs yolculuğu, Antalya’nın sıcağından sonra Ankara’da üşümemiz, bir de o yolculuk esnasında gördüğüm, Ahmet’in sağlığına kavuşacağı inancı veren o rüya aklımdan çıkmaz hiç.
Bir etkinliğe katılman için Nürnberg’e yaptığımız yolculuk, 12 Ağustos 2006’da Ahmet’in Fitzgerald Kusz’un  şiirlerini Türkçe’ye çevirişi, ondan daha etkileyici olan ise, Türkçe şiirleri  Almanca’ya çevirmesiydi.  O etkinliğin aurasını anlatmak zor, iyi ki fotoğraflarını çekmişim,  geçmişin bize hatırası şimdi.
Nürnberg’den Köln’e hızlı trenle yaptığımız yolculuk boyunca, Almanya’nın tabiatını sevmiştim de bulanık Ren nehri beni tedirgin etmişti, üstünde gemiler gidip geliyor olmasaydı, mavi suların çocuğu olarak Ren’e tahammülüm zor olacaktı. Köln Katedrali karşılamıştı bizi, heybetiyle sanki diğer bütün mimariyi küçümsüyor gibiydi. Müzeleri gezmiştik, Irena bizi kent dışındaki bir galeriye götürmüş, Bonn’da Guggenheim koleksiyon sergisini görmeye gitmiştik.  Irena  ve Dieter’in evinde, bir akşam Ahmet’le Dieter’in memleket meseleleri üzerine girdikleri tartışma, Ahmet’in evi terk etmesiyle sonuçlanmıştı. Ahmet’in tavrı, iyi Almanca bilen bir Entelektüel’in duyarlılığıydı.  Aradan yıllar geçti, Irena ve Dieter’le bu sefer Antalya’da havaalanında birkaç saat de olsa görüşme olanağımız oldu, yine bir Ağustos ayında.
Viyana’ydım biraz, Ulla’nın o tarihi evinden çıkıp Viyana sokaklarında yürümelerimiz. Birlikte gittiğimiz klasik müzik konseri, müzeler, Schönbrunn Sarayı’nın içi,- ne kadar da bakımlı ve temizdi, ister istemez Dolmabahçe Sarayı’nın bakımsızlığıyla karşılaştırmıştık,- çiçeklerle süslü bahçesinde yaptığımız yürüyüş, Central ve Einstein Kafeleri, belki Viyana’dan geçmiş, ruhunu solumuş yazarların, sanatçıların izlerini sürmek istemiştik, fakat hiçbir şey o günlerdeki gibi değildi elbette.
Yakınlarımızın bizi, içinde bulunduğumuz konumu, yapıp eylemelerimizi anlamaları zor oluyor, hele bir de sanat, edebiyatla uğraşıyorsak. Sanki bu memleketin insanı değiliz de bir yabancıymışız gibi hissettiriliyoruz, en küçük bir söz, tavır ve davranışlarında ele veriyorlar kendilerini. En büyük belamızda hatırlamak zaten, onlar unutuyor, biz hatırlıyoruz.
Bir Ağustos ayında, Berlin’de misafirliğe gittiğimiz kapının zilini çaldı ev sahibi, birkaç kez üst üste, fakat kapı açılmadı. En sonunda kendisi açmak zorunda kaldı. O an, işte gelmemiz istenmiyor duygusu basmıştı beni de, yine de belli etmemiştim Ahmet’e. Kapı açılıp içeri girdiğimizde ev sahibimizin eşi ve çocuğuyla karşılaşmıştık. Belli ki, öncesinde bir hesaplaşma yaşanmıştı. Aldırış etmemeye çalıştık, misafirdik ne de olsa. Berlin’de görecek o kadar yer varken bu küçük davranışlarla uğraşmanın bir anlamı yok diye düşündük. Öyle bir tavırla karşılaştık ki, bu sefer tavrı biz koyduk ve kendimizi bir otel odasında bulduk. Biliyorum Ahmet çok üzüldü. Fakat yine de, zamanımızı iyi değerlendirmiş,  Berlin Müzelerini gezip, görmüştük.
Neyse ki, Kassel’de doğa içindeki küçük otel Ahmet’e çok iyi geldi, unutamadığını söylerdi hep. 20 Ağustos 2007’de, Kassel’deki bir şatoda gerçekleşen Documenta sergisini görmek için yeşilliğin gölgesinde, parkta dinlene dinlene yürüyüşümüzü unutmak mümkün mü? Fotoğraflara baktım, hayalimde yine oralarda dolaştım seninle.
2010 yazının büyük bir bölümünü Hastane’de,  Ağustos’un son üç haftasını da bir otel odasında, Ahmet’in iyileşmesini bekleyerek geçirmiştik,  dayanışma içinde. Güniz Sokak, Ahmet’in sokakta, bağıra bağıra okuduğu Can Yücel’in  “Sevgi Duvarı”şiirini hatırlıyordur belki de, kim bilir. ”Yalnızlığım benim sidikli kontesim / Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” , tok sesinin yankısı kulaklarımda hala.
İnsan yine de yaşadığı kentteki zihinsel yolculuğunda bir gerçeklik hissediyor nedense. Ağustos 2011’de, senin diyalizden yorgun argın döndüğün sıcak gecelerde, Konyaaltı’nda 16 nolu Beach’te yan yana oturup, gökyüzünde ayı ve yıldızları seyretmiştik. Beni yanında istiyordun hep, elim elinde, bırakma beni diyormuşsun meğer. Ben bir daha ne o kafeye ne de bir gece yarısı deniz kenarına gidip oturdum sen gittiğinden beri. İsteseydim, tek başına da çıkar giderdim, fakat bir tat alamayacağımı biliyordum.
İhmal etmediğim üç şey oldu yaz boyunca.  Seni ziyaret etmek, Adam Yayınları’ndan çıkmış şiir kitaplarını götürdüm her gidişimde, şiirler okudum sana. İyi de oldu, bilmediğim yeni şiirlerle tanıştım, şairlerin çok bilinen şiirleriyle anılmasının haksızlık olduğunu düşündüm bir an, keşfedilecek ne güzel şiirler var oysa.
Atölyede küçük çizimler yaptım, kendiliğinden geldi, oysa hiç böylesine küçük kağıtlara çalışmamıştım. Bir de küçük arkadaşım var, adı Arda, beni her gördüğünde atölyede merhaba diyor, resimleri seviyor, güzel şeyler söylüyor. Merak ediyorum, büyüdüğünde nasıl bir izlenim kalacak onda.
Sokrates’in deniz tutkusunu dile getirişinden etkilenmişimdir; “Çoğu zaman insanlardan kaçardım. Hiç doyamadığım, bin bir yüzlü, bin bir huylu sevgilim denize inerdim. Kendimi sularına teslim edip onu kucaklar, denizkızları ve Tritonlar eşliğinde derinlere, çok derinlere açılırdım.”(1)   Bilirsin,  ben de denize gitmeyi, orada ruh bulmayı severim. Sokrates kadar derinlere dalamasam da, Akdeniz’in mavi sularıyla buluşmak, onun şefkatli ve şifalı sularında kendimi tazelemek isterim. Yazdığım ve seslendirdiğim metni henüz sergileme fırsatım olmadı, olursa bir gün sen orada olacaksın, Ankara’da Akdeniz hasretiyle geçirdiğimiz yaz günlerinin anısına. Eminim, Sokrates de üzülürdü benim gibi, denizlerin çocukların yaşamını soldurmasına, onun zamanında da yaşanıyor muydu böyle olaylar acaba?
Ağustos ayı çok sıkıntılı geçti Ahmet. Öylesine acılar yaşandı ki bu topraklarda, ölümler, Suriyeli göçmenlerin denizlerde solup giden hayatları, kurulamayan hükümet, sürekli bir bekleyiş, neyi beklediğimizi bilmeden,  bireysel yaşamımızdan uzaklaştırdı bizi. Sen, uzlaşma kültürünün önemini vurgulardın konuşmalarında, uzlaşılamadı, inatlaştı herkes. Şimdi seçim kararı verildi, hem de benim resmi doğum günümde. Çok da şaşırtmadı beni, doğduğum gün seçim haberlerini dinleyen dedemin kollarına götürüvermiş  Huriye teyze beni, ondandır utangaçlığım, politikadan çok da hoşlanmamam belki de.
Sıcak günler ve acı haberler beni yorduğunda, “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar”ın sayfalarına sığındım. Dostoyevski’nin kahramanları, Nataşa, Alyoşa ve  Vanya’nın kötülere karşı verdikleri mücadele, bana da yol yol gösterici oldu, Dostoyevski ne kadar da usta iyi niyetin arkasında yatan kötülüğü anlatmakta. Ne kadar da benzer oluyor insan ilişkileri, sevenlerin huzuruna göz dikenlerin oyunları.
Kendimizi, ilişkimizi, evliliğimizi düşünüyorum sık sık, Ioanna Kuçuradi’nin cümlesi bizi tanımlıyor gibi geldi bana; “ Güç olsa da, etik ilişkinin bilgisi, insanlara bakarak ve yazın yapıtlarının bölgesinde dolaşarak ortaya konabilir. Ama, değerlerin yaşandığı bir etik ilişkiyi yeşertmek ve yaşatmak, bir “mucize”dir; bir ip üzerinde dolaşmaya alışkın iki kişinin karşılaşmasını gerektirir.”(2)
İşte böyle geçti bir Ağustos daha, zihinsel bir yolculukta, geçmişle bugün arasında.

 İmren Tüzün
Ağustos - Eylül, 2015

Kaynakça:
1 -Sokrates’in Gerçek Savunması – Kostas Vanalis – Çeviren: Ari Çokona – Pan Yayıncılık
2 - Ioanna Kuçuradi – Etik – Türkiye Felsefe Kurumu – Ankara, 1996

17 Ağustos 2015 Pazartesi

17 Ağustos 1999


                                                                         

 Yoğun geçen bir çalışma gününün ardından, daha önce sözleştiğimiz gibi arkadaşlarımla birlikte Fatma Meral Horne’yi ziyaret etmek için akşamüstü buluşmuştuk. Seyyah ve Sosyolog Horne, Antalya’daki yaşamını, kent merkezinin dışında Dokuma’da kurmuştu, oradaki yaşamı daha samimi bulduğunu söylüyordu. O yıllarda, Dokuma’ya dolmuşla gidilebiliyordu, eğer özel arabanız yoksa.

Emel Abla, kızı, Nilgün Erentay ve ben, saat 19:30’da Horne’nin atölyesine ulaşmıştık. Benim ilk gidişim değildi, atölyeyi daha önce de ziyaret etmiştim. Fatma Meral, uzun boyu,  kendi tasarladığı elbisesi ve görmüş geçirmişliğiyle insanı etki altına alıyordu. Uzun gecede, kendi hazırladığı ekmek üzerine sürdüğü peynirle birlikte çay sundu bize.

Fatma Meral, Uzakdoğu’da çektiği fotoğrafları, yine oradan aldığı kumaşlarla kendi tasarladığı giysileri tek tek, özelliklerini de anlatarak tanıtıyordu. Giysiler, renkli ve ince halleriyle, keşke benim olsa duygusu uyandırıyordu.

Atölye ortamında saate bakmaya unutmuştuk. Artık dönelim diyerek,  Fatma Meral’le vedalaşıp evden ayrıldık, durağa geldik. Gece yarısı çoktan geçmiş olmasına karşın, dal kıpırdamıyordu, boğucu bir sıcak hüküm sürüyordu gece bile. Saat 24:00’ü geçtiği için otobüs gelmiyordu bir türlü. En sonunda ortaklaşa taksi tutarak kent merkezine ulaşabildik.

Atatürk Caddesi’nde oturduğumuz için eve ulaşmam uzun sürmedi. Ahmet henüz yatmamıştı, merak etmişti gecikince. Ertesi gün işe gideceğim için hemen yattım. Yorgunluktan derin uykuya dalmış olmalıyım ki, Ahmet beni uyandırdığında korktum. “Kalk İmren, İstanbul’da deprem oldu, Sıdıka’yı ara, durumunu sor.” diyordu. Sersem gibiydim, yataktan kalktım, Sıdıka’yı cep telefonundan aradım. “Bir okulun bahçesinde güvendeyim, merak etme” dedi.

O saatten sonra, televizyon başında, yaşamını kaybetmiş, kurtarılmayı bekleyen insanların görüntüleri belleğimize silinmez bir şekilde işlendi. Göçük altından sağ çıkmayı başaran insanlar tesellimiz oluyordu sadece.
Antalya’da, okulu bitirmiş, iş ararken, arkadaşım Pınar Kızıloğlu Sönmez öğrenci evlerinin anahtarını göndermişti İstanbul’dan da, kalacak yer bulma konusunda zorlanmamıştım. Ev buluncaya kadar kalacaktım, fakat ailesinin de Antalya’ya taşınma kararından sonra, onun yerine bana kalabilme olanağı doğmuştu, Güllük Caddesi’ndeki Çetin Köksal Apartmanı’nda. Ev aramak için Pınar’la birlikte Annesi Suna Teyze de Antalya’ya gelmişti.

Ben işe yerleşmiş, düzenimi kurmak için zaman ayıramıyordum, ayrıca ekonomik güçlük de çekiyordum. Annem, Demre’den yastık, yorgan, döşek ve kilim göndermişti. Benim somya almam gerekiyordu.

1984 yılının Sonbahar aylarını yaşıyorduk, geceleri soğumaya başlamıştı. Suna Teyze; “İmren kızım, sen çalışıyorsun, döşekte yatma, hastalanırsın, sen benim yatağıma yat, ben yorganları üst üste koyar yatarım.” dedi. Olmaz dediysem de kabul ettiremedim, bir süre onun yatağında yattım. O da bir süre sonra, evi taşımak üzere İstanbul’a döndü.

Fevzi Çakmak Caddesi’nde bir ev tuttular, güzel bir evdi, çok da güzel döşemişlerdi. Ara sıra gelir giderdim, sanki ikinci evim gibiydi. Belleğimde kalan pek çok anı var.

O yıllarda kültür sanat etkinlikleri çok zayıftı Antalya’da. Tiyatro, Opera yoktu. Edebiyat etkinlikleri ve sinemalar canlıydı biraz. Antalya’ya uyum sağlayamadı Suna Teyze,  Pınar da okulu bitirince İstanbul’a dönmeye karar verdiler.

80’li yılların sonuna doğru, İstanbul’daki evlerinde ziyaret etmiştim Suna Teyze’yi. Daha sonra bağımız zayıfladı. Facebook aracılığıyla Pınar’la bağlantı kurduğumda, Suna Teyze’nin 17 Ağustos 1999 depreminde Çınarcık’taki yazlıklarında yaşamını yitirdiğini öğrendiğimde içime bir ateş düştü.

Yaşamda karşılaştığımız insanlar bakış açımızı, değer yargılarımızı oluşturmamızda etkili olurlar. Suna Kızıloğlu Sönmez de, özverisi ve duyarlılığıyla belleğimden hiç çıkmadı.

17 Ağustos’ta yaşamını kaybeden insanların acısı hala yüreğimizde, toplumsal bir acı olarak belleğimize kazındı,  unutmuyoruz o günü.   

İmren Tüzün

Antalya, 17 Ağustos 2015

23 Mart 2015 Pazartesi

maus arası


I

yaralı bir hayvanın

inlemesine benzeyen

sesim irkiltiyor beni
gecenin bir vakti

nereden geliyor bu ses

içimden

ta derinlerden

bir yerden olmalı

dile gelememiş

açığa vurulamamış

yaratıcılığın

intikamı

belki de bir ruh ağrısı.
 

II                              

herkesin herkesten kaçtığı

bir yabani gibisin bu şehirde
 

durup dururken satın aldığın

ince çorap bile

şehirli yapmaya yetmeyecek seni.

 

İmren Tüzün

Antalya, Mart  2015

©Her hakkı saklıdır.

10 Mart 2015 Salı

Untitled


 I

bir gün alacaksınız
karşılığını

kalbimi kıran

sözlerinizin

kısasa kısas
cümleler kurmaya

yetmez gücüm

ben değil

hayat  verecek

size o karşılığı.

 

 II

gereklidir para

yaşamak  için

küçümsetiyorsa
paranızın gücü
ötekini
bilin ki
esiri olmuşsunuz

artık onun.

İmren Tüzün
 
Antalya, Mart 2015
 
© Tüm hakları saklıdır.

15 Şubat 2015 Pazar

Bir Kadın


bir kadın 
 

ne yapmalı bir kadın

kuşkulu gözlerle

bakıldığında ona

incitilmek istenildiğinde

kaçırıp gözlerini

gitmeli mi yoksa oradan
 

başkaldırmalı ve dik durmalı

bedeniyle ve ruhuyla

meydan okumalı hayata

tüm bunlara inat

 
imren çalışkan tüzün
Antalya, 2007

© Bütün hakları saklıdır.
 

 
 
tedirgin
 
 
bir masada üç erkek

ve bir kadın

soran sorgulayan

gözler karşısında

tedirgin

fırlatıyorlar hançerlerini

yarıp almak istiyorlar

kadının yüreğini

sonra bakıp

bulmak istiyorlar

o gizli cini

 
imren çalışkan tüzün
Antalya, 2007
 
© Bütün Hakları Saklıdır.

 

29 Aralık 2014 Pazartesi

Annemin Kış Çorbaları

 

Kış için hazırlık yapılırdı çocukluğumda. Isınmak için Sonbahar’da odunlar alınır, üst üste dizilir, kış geldiğinde sobaya atılacak şekilde parçalanırdı. Günümüzdeki gibi, sebze yetişmediği için, kışlık yiyeceklerin de kış gelmeden hazırlanıp kilerlere doldurulması gerekiyordu. Demre çok sıcak olduğu için, yazın pek bir şey yetişmezdi. Kışlık ihtiyaçlar daha çok Gömbe’den edinilirdi. Kuru fasulye, nohut, bulgur, soğan, patates, elma kakları, erik pestilleri, tarhana, pekmez ve tahin gibi kışlık yiyecekleri evlerde bulundurmak kışın insana güven veriyordu.

İki katlı evimizin ocaklığında, kışın sürekli kaynayan bir tencere bulunurdu. Çorbaların özel bir yeri vardı  evimizde. Siyah çayın henüz gelenekselleşmediği kış aylarında, sabahları okula gitmeden çorba içerdik.  Diğer öğünlerde de ana yemekten önce çorba içmek bir gelenekti.

Tarhana, toga (toyga)  ve  arabaşı çorbası uzun süre sacayağının üzerinde kaynatılan çorbalardı. O yıllarda demir tencereler kullanılırdı çoğunlukla, henüz alüminyum ve çelik tencereler girmemişti hayatımıza. Demir tencerelerin kalaylı olması gerekiyordu. Her sene seyyar kalaycılar gelirdi ve onlara kalaylatılırdı tencereler.

Toga çorbası, daha zahmetliydi. Nohut ve buğdayın haşlanması gerekiyordu önce. Haşlanmış, nohut ve buğdayın içine, un, süt ve yoğurttan oluşan mayi suyla iyice ezilir, içinde topaklık kalmamasına dikkat edilirdi. Bu mayi yavaş yavaş, karıştıra karıştıra nohut ve buğdaya yedirilirdi ve unun topaklanmaması için karıştırmaya devam edilirdi bir süre. Annem, daha sonra özleşen çorbanın içine kocaman bir dal kekik koyardı. Kekik kokusu ocaklıktan bütün mutfağa doğru yayılırdı. Artık,  geriye yağlanması kalırdı. Eskiden tava denilmezdi. Uzun saplı, demir dığanlar olurdu çeşitli boylarda. Küçük bir dığanda erittiği tereyağını çorbanın üzerine döker, karıştırırdı. Bir gün sonra daha da özleşen toga çorbası daha bir lezzetli olurdu sanki.

Kış hazırlıklarından biri de tarhana yapmaktı. Tarhana genellikle sonbaharda yapılır, şimdilerde de. Tarhananın çeşitli türleri olur, Annem daha çok nohut ve undan oluşan bir tarhana yapardı. Nohut ve un değirmende öğütülürdü. İç malzemesi daha da önemliydi. Ekonomik durum da burada önemli bir rol oynardı. Parça et, boyun eti daha çok, kocaman bir kazanda kaynatılır, iyice piştikten sonra tencereden çıkarılır ve büyük bir sinide ince lif gibi didilirdi. Kazandaki et suyunun içine ise, domates, yeşil ve kırmızı biber, kuru soğan, sarmısak doğranır, nane, isteğe göre baharatlar ve  salça eklenerek iyice pişirilirdi. Erime noktasına geldiğinde didilen et de eklenir, bir taşım daha kaynatılır ve soğumaya bırakılırdı. Diğer yandan hamur leğenine koyulan nohut ve buğday unu harmanlanır ve içine tuz eklenirdi.  Yoğurt ve soğuyan karışımla yoğurulur ve hamur haline getirilirdi. Hamurun birkaç gün mayalanması beklenirdi. Daha sonra evin içine veya bir dam başına serilen temiz bir sofra bezinin üzerine serilerek bir iki gün kuruması beklenirdi. Ufalanıp, toz haline gelebilmesi için çok da kurumaması gerekiyordu, bunun için özenle takip etmek gerekirdi. Kıvamına geldiğinde avuç içinde ezilir ve toz haline getirilerek tarhana yapılır ve yine temiz torbalara doldurulurdu.

Tarhana çorbasını nohutlu yapardı annem.  Tencereye tereyağı koyar, üzerine kırmızı toz biber, arkasından salça ekler, biraz kavurduktan sonra suyunu eklerdi. Öte yandan, geniş bir tasta tarhanayı suyla  özleştirir, kaynamakta olan suya yavaş yavaş yedirir, yine bir süre tahta kaşıkla karıştırırdı. Eskiden çorbalar uzun uzun karıştırılırdı özenle. Nohut da eklerdi sonradan. Bir gün sonrasında tarhana  yoğunlaşır ve biraz pelte halini alırdı. İşte bu tarhananın yeniden yağlanarak yenmesi çok lezzetli olurdu.

Kış aylarının diğer bir ritüeli arabaşı çorbasıydı. Arabaşı, mutlaka ya özel bir günde, yılbaşında  ya da başka bir yerden misafir geldiğinde yapılırdı. Annem arabaşı yapmakta maharetliydi doğrusu. Akşam üzerine doğru, bir tas yemle,  evin yakınındaki armut ağacının dibine tavukları toplardı. Arpa, buğdayı serptikçe tavuklar coşardı, koşuşurdu adeta. Henüz içlerinden biri tutulup çorba olacağından habersiz yemlerini yerlerdi. Genellikle besili bir horozu tutar, evde bir erkek varsa o, yoksa annem kendisi tekbir getirerek keserdi. Arkasından tüylerinin yolunması gerekirdi ve  epeyce zaman alırdı bu. Sonra ocakta tütsülenir ve içi temizlenirdi. Temizlenmiş horoz ya da tavuk, büyük bir tencerede pişirilirdi. Tavuk pişerken, bir başka büyük demir kazanda kaynamakta olan suya tuz eklenir ve bir kişi eliyle unu serper, annem de bir oklavayla unu kaynamakta olan suya yedirirdi. Burada en önemli nokta hamuru balbastı yapmamaktı. İyice özleştirilerek pişirilen hamur, geniş demir sinilere dökülür, sallayarak bütün siniye yayılması sağlanırdı. En azından iki üç sini hamur dökülürdü. Pişmiş olan tavuk tencereden çıkarılır ve etleri didiklenerek, kemiğinden ayrılırdı. Lades kemiği de bir kenarda saklanır ya da hemen ladese tutuşulurdu. Bol tereyağı, kırmızı biber ve salçayla hazırlanan karışıma tavuk suyu eklenir ve kaynamaya bırakılırdı. Kaynayan suyun içine suyla özenmiş un eklenir ve karıştırılırdı bir süre. Kıvama geldiğinde ocaktan indirilir ve bir tabağa alınan didiklenmiş tavuk etleri atılırdı. Çorbaya tadını verecek bolca limon sıkılır ve bardaklara doldurulurdu.

Yerlere sofra bezi serilir, ortasına yerleştirilen kasnağın üzerine hamurla kaplı siniler yerleştirilir ve ortasından çorba tasının yerleştirileceği yuvarlak bir hamur ortasından kesilip kenara alınırdı. Tepsinin ortasına yerleştirilen çorba tasına limon, karabiber eklenir ve misafirler sofraya davet edilirdi. Kaşığa alınan bir parça hamur çorba tasından çorbası eklenerek yenilirdi. Arabaşı ağır bir çorba olduğu için çok fazla içmemek, ölçüyü kaçırmamak gerekirdi.

Çorba kaynatmak bir ritüeldi, şimdi ki gibi hazır çorbalar yoktu, iyi ki de yoktu. Her şey doğal ve özenliydi. Elbette zamanını çok alıyordu insanın, fakat o çorbaların bile bir ruhu olduğuna inanıyorum şimdi.

Şimdilerde ne o bolluk günleri var, ne de o çorbaları pişirecek annelerimizin ruhu. Evlerimizin kapıları da yoldan geçene açık değil artık. Kendi küçük dünyamızda, annelerimizden öğrendiğimiz çorbaları hatırlamak ve onların bu emeklerini yazıya geçirerek,  vefamızı yerine getirmeye çalışıyoruz. 

İmren Tüzün

27 Aralık 2014 Cumartesi

Annemin Ot Yemekleri


 

                                                    Annemin  Ot  Yemekleri

Soğuk kış akşamüstlerinde, güneş henüz batmadan,  Annem ayağında üst donu, sırtında  jilesi, başını dastarla kavice bağlayarak, bir avcı edasıyla evden çıkar, tarlalara, bahçelere doğru yürüyüşe çıkardı. Demre’de,  yürüyüş imkanı olmayan kadınlar için bahçelerde dolaşmak sanki bir  akşam gezintisi gibiydi. Bu yürüyüşler esnasında kış soğuğuna dayanıklı taze otları; ebegümeci, labada, acibicik  gibi otlar toplardı Annem. Labadanın toplanması özen gerektirirdi, acılarını bilirdi Annem. Bir süre sonra, o gezintiden eli kolu dolu otlarla dönerdi eve.

Otlar, topraklı olurdu çoğunlukla, köklerini tamamen kesmeden, varsa  sararmış yapraklarını da ayıklardı önce . Henüz evlerde çeşme suyunun olmadığı günlerde, tulumbanın önünde, birimiz tulumbayı basarak suyu akıtır, annem de onları yıkardı özenle. Doğramadan önce iyice tozunu toprağını arındırır,  arkasından pişirilecek yemeğin türüne göre doğrar, tekrar tekrar yıkar, iyice temizlendiğine emin olduktan sonra bir kaba alarak suyunun süzülmesini  beklerdi bir süre.

Şimdi bile, annemin otları pişirmesi gözümün önüne gelir zaman zaman. İşte o görüntüden yola çıkarak annemin yemeklerinin tarifini yazmak,  o günleri yeniden anımsatacak bana. Labada’yı sütlü pişirirdi Annem. Önce soğanları ince ince doğrar, derince bir tencereye koyar, zeytinyağı ile çok hafif kavurduktan sonra, üzerine bir tutam kırmızı toz biber  ve bir avuç bulgur ekleyip biraz daha karıştırır, arkasından yeteri kadar süt eklerdi. Süt iyice kaynadıktan sonra, temizleyip doğradığı labadayı tencereye eklerdi. Labada çok çabuk piştiği için bir taşım kaynatır, ocağı kapatmadan önce tuz eklerdi. Ocaktan indirinceye kadar tuz eklenmemesi gerekir, eğer eklenirse süt kesilir ve yemeğin lezzeti bozulur. Diğer bir önemli nokta da sütlü labada yemeğine salça   konulmaz. Nedense, aklımda daha çok akşam yemekleri için pişirdiği kalmış.  Sütlü labada yemeğinin yanında sofraya yoğurt da koyardı annem.  

Annemin diğer ot yemeği de ebegümeciydi.  Ebegümecini hem yemek,  hem de sarma yapmak için kullanırdı annem. Yemek için yine soğan, toz kırmızı biber, salça, zeytinyağı  ve bulgurlu  karışımı az suyla pişirdikten sonra, ayıklanan ebegümecini ekler ve birkaç dakika daha kaynatırdı. Ebegümecinin içine isteğe göre, sarmısak  da eklenirdi. Annemin sarmısakla başı pek hoş değildi, dokunurdu midesine. Oysa, babaannem sarmısak  hastasıydı neredeyse, bazen annemden saklı yemeklere sarmısak  koyardı ve aralarında tartışmaya neden olurdu. Ebegümeci yemeği, limon, nar ve erik ekşisiyle tatlandırılırdı. Büyük yapraklı ebegümecini zeytinyağlı yaprak dolması yapardı. Ebegümeci çok ince ve hemen eridiği için çok fazla kaynatmamak gerekir. İç malzemesinin ise çok az da olsa pişirilmesi yerinde olur. Annem, ince kalem gibi sarardı ebegümecini. Ben hiçbir zaman annem kadar maharetli olamadım yaprak sarmada.

Acibicik ise yemekten çok katmer için kullanılırdı. Yufka ekmeği yapıldığı günlerde, biraz kalınca açılan yufkanın içine, ince kıyılmış, kırmızı toz biber ve tuz eklenmiş  acibiciği serper, eliyle güzelce yaydıktan sonra, yufkanın bir ucunu kaparak, kenarlarını yapıştırdıktan sonra sacda pişirirdi. Evde yaptığımız tereyağıyla yağlardı.  Ekmek pişirilen sacın altında oluşan köze soğan, patates, bazen de patlıcan gömerdi. Taze yufkalara sararak yerdik onları. 

Otların dilinden anlayamaz her kadın. Otları anlamak için kırlarda, tarlalarda dolaşmak, onlarla söyleşmek ve zamanını bilmek gerekir.
 
İmren Tüzün