14 Eylül 2013 Cumartesi

Dün Geceye Dair


                                                          

                                                            Ahmet'e...
notlarımı yazdım
gece programını dinlerken
radyoda
bulaşıkları yıkadım
ellerimle
farketmemişim
gece yarısını geçivermiş  çoktan

Eylül, hava hâlâ sıcak

küçük balkona çıkıyorum

ne çok oturur

konuşurduk seninle

bu balkonda

gökyüzünde

iki yıldız parlıyor
birbirinden  uzakta
 “gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar” şarkısı

gelip geçiveriyor aklımdan

sonra gecenin karanlığında

apartmanların arasından

uzaklara,

senin yattığın

yere doğru bakıyorum

hissediyor musun

seni düşünüyorum

unuttum kavgalarımızı  çoktan

mutlu anlarımızı

hatırlıyorum en çok

“seni seviyorum”

demelerini

ağlıyorum

merak etme

gece karanlık

hiç kimse

göremez gözyaşlarımı

 İmren Tüzün
13 Eylül - 14 Eylül 2013
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved

30 Ağustos 2013 Cuma

Annem Meliklerim İçin Çok Ağlamıştı


                                      Annem Meliklerim İçin Çok Ağlamıştı

                Çocukluğumuzda yaşadıklarımız belleğimize kazınır, zamanla bilinçaltına itsek de beklemediğimiz bir anda tüm canlılığıyla gözümüzün önüne geliverir, o can yakıcı hatıralar ben buradayım diye bağırır adeta.

                Uzun süre sonra, kızkardeşim, yeğenim ve ben, yeğenimin yaptığı kek ile çay içmek için masaya oturmuştuk. Nereden o konuya geldik? Ağabeyim, yeğenime, annemin meliklerim için çok ağladığını anlatmış. O hatırlayabildiklerini anlatırken, ben o yıllara doğru bir yolculuğa çıkmıştım bile.

                O yıl, Demre’de Ortaokul binası yeni yapılmıştı. Ben de Ortaokul’un birinci sınıfına yazılmıştım. Okul binası tamamlanmıştı, ancak ne oturacak sırası vardı, ne de kara bir tahtası. Dersleri, çimenler üzerine oturarak yapıyorduk ilk günlerde. Okulun ihtiyaçlarının karşılanması, öğrenci velilerinin desteğine bağlıydı. Bir gün okulda veli toplantısı yapıldı. Velileri gelen öğrenciler mutluydu, babaları gereken desteği vereceklerdi. Benim ve ağabeyim gibi velileri gelmeyen öğrenciler adeta okuldan kovuldu, “evlerinize gidin” denildi bize. Babam nerelerdeydi kimbilir, toplantıya gelmemişti. O gün kendimi çok kötü hissettiğimi, boynu bükük ve üzgün bir şekilde evin yolunu tuttuğumu hatırlıyorum.

                Babam gelmediği gün eve gönderilmiştik, ama,  okul yönetiminin belirlediği parayı öğretmene ödemek için ayağa kalktığımda, ayağım uyuştuğu için düştüğümü de hatırlıyorum hayal meyal.

                Okula sıralar alınmış, sınıflara yerleşmiştik. O sıkıntılı günler geride kaldı diye düşünürken yeni bir yaptırımla karşı karşıya gelmiştik. Saçları uzun olan kız öğrencilerin, saçlarını kestirmesi isteniyordu. Bütün kızların saçlarının kısa olması gerektiği söyleniyordu. Saçlarım çok gür, meliklerim kalındı. Annem için sabahları beni önüne oturtup, saçlarımı taraması, meliklerimi örmesi, anneme ve bana mutluluk veriyordu. Önceleri, bunun haksız bir karar olduğuna karar vermiş, aldırmamıştık. Fakat,  meliklerimle gittiğim her gün uyarı alıyordum. “Saçlarını ne zaman kestireceksin?” sorusuyla karşı karşıya geliyordum. Ortada haksız bir karar vardı ve biz bunu sorgulayamıyorduk. Saçlarımın kesilmesi gerekiyordu.

                Baskılar karşısında bunalıyordum. Anneme, “saçlarımı kestirmem gerekiyor, daha fazla dayanamayacağım” diyordum. Annem, saçlarımı kesemeyeceğini söylüyordu. Akrabamız, muhacir bir beyle evli olan, Hüsniye Teyze’nin saç kestiğini öğrendik. Okul çıkışında, bir akşamüzeri, Hüsniye Teyze’nin çarşı içindeki, iki katlı kerpiç evinin kapısını çaldım. “Annem, saçlarımı kesmenizi istiyor.” dedim. Beni bir sandalyeye oturttu, saçlarımı kesti. Saçlarımı keserken, karşımda bir ayna yoktu. Ne kadar kestiğini bilmiyordum. Meliklerimi bir torbaya koydu, elime verdi. “Eve götür, annene teslim et” dedi. Elimde meliklerim, kısacık saçlarımla eve doğru yürürken ne hissettim şimdi anımsamıyorum.

                Eve doğru yürürken, gelişimi gören annem, saçlarımın kesildiğini hemen fark etmişti. Anneme yaklaştığımda, annem hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, o ağladıkça ben de ağlıyordum. İkimiz birbirimize sarılmış, meliklerim için ağlıyorduk. Annem, artık,  beni önüne oturtup, saçlarımı tarayıp meliklerimi öremeyecekti. Okulda, babası güçlü bir tek kız arkadaşımın saçları kesilmedi, babası ne yaptıysa, kızının saçlarını kestirmemeyi başarmıştı.

                Bu yaşa geldim, o akşamüstü, elimde meliklerimle eve yürüyüşüm ve annemin gözyaşları hiç aklımdan çıkmadı. Meliklerimi uzun yıllar, orada, burada sakladı annem. Şimdi bile sakladığı yerleri hatırlıyorum.

                Çocukluğumda, saçlarım için beni kızdıran, saçlarıma, “yorgan” adını takan ağabeyimin aklından da çıkmamış annemin saçlarıma üzülmesi.

                 Bir daha öyle uzun saçlarım olmadı, içimde acı bir sızı olarak kaldı uzun meliklerim.

İmren Çalışkan Tüzün

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved

24 Ağustos 2013 Cumartesi

Bir Kayıp, Bir Karar


                                                  Bir Kayıp, Bir Karar

            Milenyum yaklaşıyordu. Herkes heyecanla onu beklerken, 04 Mayıs 1999’da kaybettiğim annemin acısını yaşıyordum. Annem son bir ayını bizim evde geçirmişti, onun acılarına yakından tanık olmuştum. Doktorunun, Annemin son günlerini yaşadığını ima etmesine karşın, ben garip bir şekilde, annemi hayatta tutmak için umut aşılamaya çalışıyordum.

            Annem öksürük nöbetleriyle hayata veda ettiğinde, ben de bu illetle mücadele ediyordum. Öksürüğüm,  zaman zaman düzeliyor, sonra yeniden nüksediyordu. Beni yormaya başlamıştı. Annemi kaybetmek, işin yükü, evin sorumlulukları bana ağır gelmeye başlamıştı. Annemi düşünüyordum, hayatta o kadar çok çalışmıştı ki, kendine ayıracak zamanı olmamıştı hiç. Çok çalışmanın, “işleyen demir ışıldar” atasözüne karşın, insanı yıprattığını düşünmeye başlamıştım ve işten ayrılmaya karar verdim.

            O sırada, durumumu gözlemleyen Ahmet, işten ayrılma kararıma destek vermişti. Evliliğimizin ilk yıllarında Ahmet de ameliyatlar geçirmiş, babasını kaybetmişti.  Bu yıllarda evin geçiminde benim yaptıklarımı bildiği için, “artık sıra sende, biraz da sen dinlenmelisin” demişti bana. Ayrıca, o sıralarda  AKM’de kadrolu olarak işe başlamıştı, evin sorumluluğunu üstlenebileceğini söylemişti.

            15 Kasım 1999’da, Turizm sektöründeki işimden istifa ettim. Sağlık konusunda, Antalya’da şifa bulamayınca, Ahmet’le Ankara’ya gittik ve orada sorunumun kaynağı anlaşıldı, aldığım tedaviyle öksürüğüm de gittikçe azaldı.

            İşten istifa ederken, amacım resim yapmaya daha çok zaman ayırmak, bir atölye kurmak ve kendi mekânımı yaratmaktı. Aynı zamanda, daha çok okuyabilecek, yazı konusunda da adımlar atabilecektim.

            2001’de atölyemi açtım ve oldukça yoğun resim yapmaya başladım. Evde karakalem, suluboya, atölyede ise yağlıboyayla yapıyordum resimlerimi. Okuyordum, yazmaya başlamıştım, hatta ilk yazım bir gazetede yayımlandığı gün, Ahmet getirmişti gazeteyi bana ve  benden çok Ahmet heyecanlanmıştı.  O, bir dergide yazısı çıktığı zaman çok heyecanlanır, dergide yazısını göreceği anı iple çekerdi.

            Ahmet, 2000’li yılların başında, AKM’de Sanat Danışmanı olarak çalışıyor ve aylık programlar hazırlıyorlardı çalışma arkadaşlarıyla. Ahmet’in sanata çok yönlü bakışı, edebiyatın yanı sıra, tiyatroyu, sinemayı ve müziği takip etmesi, AKM’deki programların şekillenmesinde etkili oluyordu. Ahmet’le, onun hazırladığı programlar da yer alan sanatsal etkinlikleri takip ediyor, birlikte tiyatroya, sinemaya, konsere gidiyorduk.

            Eve bilgisayar almıştık taksitle, internet de bağlanmıştı. Ahmet’in yazılarını  bilgisayara geçiriyor, e-maillerini takip ediyordum. Ayrıca,  onun belgelerini, bilgilerini de arşivlemeye, saklamaya çalışıyordum. Düzenlilik, bilgilerin saklanması, bana iş hayatımın kazandırdığı bir tecrübeydi.

            28 Mart 2004’te yerel seçimler yapıldı. Yerel seçimleri AKP’den Menderes Türel kazandı. AKM’de pek çok insan işten çıkarıldı. Ahmet, işten çıkarılanlar arasında değildi. Menderes Türel’i de tanıyordu. AKP’nin siyasi görüşünü benimsememesini karşın, Menderes Türel’le çalışabileceğini düşünse de, iş arkadaşlarının işten çıkarılmasını hazmedememişti ve sonunda kararını verdi, istifa etti. Menderes Türel, AKM’nin o dönem müdürü olan Erol İşbilir, Ahmet’le sanatsal konularda görüşmeyi sürdürdüler, Ahmet sanatsal birikimlerini paylaştı her zaman. Özellikle, Altın Portakal Şiir Ödülü ve Altın Portakal Film Festivali’ne desteklerini sürdürdü, önemli olan, kentin kültürel yaşamının canlı kalması ve çağdaş sanat ortamından kopmamasıydı.

             Ahmet’in AKM’den ayrılması, sanatı takip etmeyeceği anlamına gelmiyordu. Zaten Edebiyat, özellikle de şiir dünyasını yakından tanıyordu, her zaman iletişim içindeydi. Ahmet, batıda yaşamış, oranın kültürünü benimsemiş biri olarak, kültür sanat konusunda merkez-taşra ilişkisine farklı bakıyordu.  Antalya’nın merkez olmadığının bilincindeydi elbette, fakat ortaya koyacağı etkinliklerle bir çekim merkezi haline gelebileceğini söylüyordu, çabası da hep bu yönde oldu.

            İkimiz de iş hayatını sonlandırdıktan sonra, zamanımızın çoğunu beraber geçiriyorduk. Evimiz, yazı atölyemiz olmuştu. Ahmet, daha sık yazıyor, daha çok okuyordu. Zaman zaman Ahmet’ten daha yoğun çalıştım, benim ön plana çıktığım zamanlar oldu. Birbirimizin düşünce hayatına, yazmasına, üretmesine engel olmadık, destekledik. Sürekli bir arada olmanın hazzını da, sıkıntılarını da yaşadık, birlikte göğüsledik bütün zorlukları.

            Bugün, Ahmet’in külliyatına bakarken, iş hayatımın sürdüğü yıllarda, Ahmet’in bir çok yazısından ve şiir çevirilerinden haberdar olmadığımı fark ettim. Dergilerin arşivini yaparken onlarla karşılaşıyorum, hem taramalarını yapıyorum hem de bilgisayara aktarıyorum.  

            İşten ayrılmamın doğru bir karar olduğuna inanıyorum şimdilerde.  Birlikte, iç içe, onbir yıl geçirmemiz, onun yaptıklarını koruyup kollamamı, geride bıraktıklarını daha iyi sahip çıkmamı sağlıyor.

            Kafasında götürdüğü, pek çok yazı ve düşünceyi paylaşamamak bana acı veriyor öte yandan.

İmren Tüzün

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved

15 Ağustos 2013 Perşembe


                                         Ağustos;  “İncir Zamanı”

Akşamüstü hava biraz serinlediğinde yürüyüşe çıkıyorum. Yolumun üzerindeki incir ağacının altına düşmüş siyah incirler kaldırıma yapışmış, üzerine basmadan geçmeye çalışıyorum. Yine de dallarına bakmadan edemiyorum. Acaba olgunlaşmış bir incir görebilir miyim umuduyla göz gezdiriyorum. Çoğunluğu yeşil, henüz olgunlaşmamış. Ağacın tepesinde ise olgunlaşmışlarını  görüyorum,  ancak ulaşamayacağımı biliyorum.

 Yürüyüşüme devam ediyorum. Çocukluğumdaki incir ağacı aklıma düşüyor. Evimizin bitişiğinde küçük bir incir ağacı vardı. Onları toplamak bize mutluluk verirdi Ağustos aylarında.

            İncirin sütü kaşıntı yaptığı için toplanacak zaman çok önemliydi. Sabahın erken saatleri ya da akşamüstleri uygundu. Sabahın erken saatinde küçük bir kap alarak evin bitişiğindeki ahırın çatısına çıkardık dikkatlice. Yeşilden bordoya  dönmesi  ve gittikçe koyulaşması incirin olgunlaştığını gösterirdi. Bazıları öylesine büyürdü ki kendiliğinden çatlardı. Böyle incirleri hemen toplamak gerekirdi. Yoksa bir iki gün içinde düşüverir ve erirdi. Olgunlaşmış incirleri ayırt etmek ve toplamak biraz maharet isterdi doğrusu. Kazara olgunlaşmamışlarını  toplarsan sütü eline bulaşır ve hemen etkisini gösterirdi. Yakıcı olurdu incirin sütü. Toplarken, yıkamadan kabuğunu soyarak incir yemenin tadı da bir başkaydı. İnsan tadına baktığında kaptırdıysa kendini birkaç tane yiyiverirdi.

Toplanılan incirler, bir süre buzdolabında saklanır, yenilecekleri zaman yıkanırdı. Akdeniz’in önemli bir meyvesi olan incirin zamanı kısadır aslında. Ağustos ayında öylesine yoğun bir ürün verir ki incir ağacı,  Sonbaharla birlikte kaybolurdu birden.  Gelecek yaza kadar bir tat bırakır, giderdi.

Çocukluğumda incir demezdik biz. “Balart” denilirdi çoğunlukla. “Balartlar olgunlaşmış”, “balartları topladınız mı” cümleleri Ağustos ayına aitmiş gibi gelir bana. Sanki hala kulağımda annemin bu cümleleri yankılanır. Annem, ne çok severdi  balartları. Hergün özenle bakar, olgunlaşanları  biz çocuklarıyla paylaşırdı.

            Portakal ağaçlarının sayısızlığına karşın, incir ağacı neden bu kadar azdı bahçemizde bilmiyorum. Belki de ondandır,  incir ağacımızın belleğimde bu kadar canlı kalması. 

            Ağustos; “İncir Zamanı”dır.  Akdenizliliğin önemli bir parçasıdır.


İmren Tüzün
©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved


13 Ağustos 2013 Salı

an old man and his donkey


                             an old man and his donkey

“My mother used to tell us many tales during our childhood. One of them was about “the old man and his donkey.” I tell my niece this tales for remembering my mother. She likes it very much too.

Once upon a time there was an old man who lived in a small village. He just wanted to go to Istanbul. But he didn’t have enough money. One day he decided to visit Istanbul. He rode on the donkey and began to travel to Istanbul. He came from his Village to Istanbul in three days. He bound his donkey to pillar of telephone when he came to Istanbul. But he didn’t know, in which region in Istanbul he was. He began to walk in Istanbul. He forgot  his donkey until towards the evening. He came back to his donkey. But he couldn’t remember, where he bound donkey. He looked for it everywhere. But he didn’t find it.

He was very tired, hungry and dirty. Also he wanted to sleep. He went to a hotel and booked a room. He was very worried, “ where was the donkey”. He continued to look for the donkey. It became dark. He thought and said “I am very tired. I am going to find the donkey tomorrow. I must go to the hotel. He came back to the hotel and went to the room directly. The bed was the most cleanest. But he was very dirty. He said to him self  “If I sleep in this bed, it will be dirty. I can’t sleep. I can sleep under the bedstead.”  He stayed under the bedstead and slept.

 One young pair came to the same hotel and asked “Is there a room for us?” The receptionist didn’t see the old man. He told them; that an old man booked a room. But he didn’t come. The receptionist gave them the room of the old man. They went to the room. The joung man said to his girl friend.  “I can see Istanbul in your eyes.” The old man woke up and cried out. “ If you see the whole city , can you see my donkey too.”

 Imren Tuzun

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved

12 Ağustos 2013 Pazartesi

coco chanel; gösterişin altında yatan hüzün…




coco chanel; gösterişin altında yatan hüzün…

                Coco Chanel’in Stravinski’yle aşkını anlatan filmi 2009 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde izlemiş, onun hayatından etkilenmiştim. Daha sonra bir film daha izledim onun hayatını anlatan. Oradaki hikayeyle, bu otobiyografik roman örtüşüyor biraz.

                Babasının satış yapmak için sık sık evden ayrılıp başka yerlere gitmesi,  onları yanında götürmemesi, serüvenci hali, yalanları dolanları, ihanetleri, annesinin hastalığı,  Coco’da derin bir acı bırakıyor.  Annesini kaybettikten sonra kiliseye verilmeleri, onu daha çocuk yaşta bilinçlendirmiş, hayattan ailesinin intikamını almak üzere programlamıştır kendisini.

                Terzilikten modayı yönlendiren Coco Chanel’e doğru uzanan yolda insanlardan yardım almasını bilmiş, yeteneği ve cesareti ona yol gösterici olmuş.

                En şaşalı günlerinde bile ailesinin trajedisi onu yalnız bırakmamış, kardeşlerini, halasını ve yeğenlerini kollamış.

                Benim aile geçmişimle tam benzer olmasa da; baba ve annelerimizin ortak yönleri olması, çektiği acıların bana tanıdık gelmesi, bana Coco Chanel’in hayatını sevdirdi.

                Trajedi dolu ailelerde yetişen bazı kızlar, acılardan parlak bir yıldıza dönüştürüyorlar kendilerini ve hayata yön veriyorlar.

                Atalarından gelen hayatta kalma savaşı onların ruhuna işliyor belki de, gözü pek ve cesaretli oluyorlar.               

İmren Tüzün

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved

14.07.2011
CHANEL / RÜYA GİBİ BİR HAYAT / ALFONSO SIGNORINI / ÇEVİREN EREN YÜCESAN CENDEY

TURKUAZ KİTAP – ARALIK 2010

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Küçük kızdan hayat dersi…


Küçük kızdan hayat dersi…

Bugün öğleden sonra, Atölyemde,  Elmas’la yarım kalmış bir arşiv üzerinde çalışıyorduk. Kapı çaldı, “kim o?” diye sordum. Küçük bir kız ” bayramınız kutlu olsun” dedi. Sevinçle kapıyı açtım, o ses bana yabancı değildi. Mahallemizde oturan, geçen bayramlarda da beni ziyaret etmiş olan, yolda gördüğümde selamlaştığım küçük kızdı. Atölyeye davet ettim. “Burasının atölye olduğunu bilmiyordum” dedi. Resimlere baktı, odaları dolaştı. Sonra birkaç fotoğrafını çektim, fotoğrafını çekmemi sevdiğini biliyordum.

Çalıştığımızı gördüğü için, fazla kalmak istemedi. O anda, atölyede ne şeker ne de ona verebileceğim bozuk para vardı. “Eve çıkayım, sana şeker ikram edeyim” dedim. “Yok sen yorulma, ben apartmana çıkacağım.” diyerek ayrıldı atölyeden.

Biz çalışmaya dalmışken pencereden seslendi, Elmas’la bana şeker vermek istedi. Biz de olmaz, sende kalsın dediysek de, çantasından küçük avucuna doldurduğu kağıt şekerleri Elmas’ın avucuna bırakıverdi ve ekledi.:”Çocuklar gelirse şeker verirsin” dedi  ve yoluna devam etti.
İmren Tüzün

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved