29 Aralık 2014 Pazartesi

Annemin Kış Çorbaları

 

Kış için hazırlık yapılırdı çocukluğumda. Isınmak için Sonbahar’da odunlar alınır, üst üste dizilir, kış geldiğinde sobaya atılacak şekilde parçalanırdı. Günümüzdeki gibi, sebze yetişmediği için, kışlık yiyeceklerin de kış gelmeden hazırlanıp kilerlere doldurulması gerekiyordu. Demre çok sıcak olduğu için, yazın pek bir şey yetişmezdi. Kışlık ihtiyaçlar daha çok Gömbe’den edinilirdi. Kuru fasulye, nohut, bulgur, soğan, patates, elma kakları, erik pestilleri, tarhana, pekmez ve tahin gibi kışlık yiyecekleri evlerde bulundurmak kışın insana güven veriyordu.

İki katlı evimizin ocaklığında, kışın sürekli kaynayan bir tencere bulunurdu. Çorbaların özel bir yeri vardı  evimizde. Siyah çayın henüz gelenekselleşmediği kış aylarında, sabahları okula gitmeden çorba içerdik.  Diğer öğünlerde de ana yemekten önce çorba içmek bir gelenekti.

Tarhana, toga (toyga)  ve  arabaşı çorbası uzun süre sacayağının üzerinde kaynatılan çorbalardı. O yıllarda demir tencereler kullanılırdı çoğunlukla, henüz alüminyum ve çelik tencereler girmemişti hayatımıza. Demir tencerelerin kalaylı olması gerekiyordu. Her sene seyyar kalaycılar gelirdi ve onlara kalaylatılırdı tencereler.

Toga çorbası, daha zahmetliydi. Nohut ve buğdayın haşlanması gerekiyordu önce. Haşlanmış, nohut ve buğdayın içine, un, süt ve yoğurttan oluşan mayi suyla iyice ezilir, içinde topaklık kalmamasına dikkat edilirdi. Bu mayi yavaş yavaş, karıştıra karıştıra nohut ve buğdaya yedirilirdi ve unun topaklanmaması için karıştırmaya devam edilirdi bir süre. Annem, daha sonra özleşen çorbanın içine kocaman bir dal kekik koyardı. Kekik kokusu ocaklıktan bütün mutfağa doğru yayılırdı. Artık,  geriye yağlanması kalırdı. Eskiden tava denilmezdi. Uzun saplı, demir dığanlar olurdu çeşitli boylarda. Küçük bir dığanda erittiği tereyağını çorbanın üzerine döker, karıştırırdı. Bir gün sonra daha da özleşen toga çorbası daha bir lezzetli olurdu sanki.

Kış hazırlıklarından biri de tarhana yapmaktı. Tarhana genellikle sonbaharda yapılır, şimdilerde de. Tarhananın çeşitli türleri olur, Annem daha çok nohut ve undan oluşan bir tarhana yapardı. Nohut ve un değirmende öğütülürdü. İç malzemesi daha da önemliydi. Ekonomik durum da burada önemli bir rol oynardı. Parça et, boyun eti daha çok, kocaman bir kazanda kaynatılır, iyice piştikten sonra tencereden çıkarılır ve büyük bir sinide ince lif gibi didilirdi. Kazandaki et suyunun içine ise, domates, yeşil ve kırmızı biber, kuru soğan, sarmısak doğranır, nane, isteğe göre baharatlar ve  salça eklenerek iyice pişirilirdi. Erime noktasına geldiğinde didilen et de eklenir, bir taşım daha kaynatılır ve soğumaya bırakılırdı. Diğer yandan hamur leğenine koyulan nohut ve buğday unu harmanlanır ve içine tuz eklenirdi.  Yoğurt ve soğuyan karışımla yoğurulur ve hamur haline getirilirdi. Hamurun birkaç gün mayalanması beklenirdi. Daha sonra evin içine veya bir dam başına serilen temiz bir sofra bezinin üzerine serilerek bir iki gün kuruması beklenirdi. Ufalanıp, toz haline gelebilmesi için çok da kurumaması gerekiyordu, bunun için özenle takip etmek gerekirdi. Kıvamına geldiğinde avuç içinde ezilir ve toz haline getirilerek tarhana yapılır ve yine temiz torbalara doldurulurdu.

Tarhana çorbasını nohutlu yapardı annem.  Tencereye tereyağı koyar, üzerine kırmızı toz biber, arkasından salça ekler, biraz kavurduktan sonra suyunu eklerdi. Öte yandan, geniş bir tasta tarhanayı suyla  özleştirir, kaynamakta olan suya yavaş yavaş yedirir, yine bir süre tahta kaşıkla karıştırırdı. Eskiden çorbalar uzun uzun karıştırılırdı özenle. Nohut da eklerdi sonradan. Bir gün sonrasında tarhana  yoğunlaşır ve biraz pelte halini alırdı. İşte bu tarhananın yeniden yağlanarak yenmesi çok lezzetli olurdu.

Kış aylarının diğer bir ritüeli arabaşı çorbasıydı. Arabaşı, mutlaka ya özel bir günde, yılbaşında  ya da başka bir yerden misafir geldiğinde yapılırdı. Annem arabaşı yapmakta maharetliydi doğrusu. Akşam üzerine doğru, bir tas yemle,  evin yakınındaki armut ağacının dibine tavukları toplardı. Arpa, buğdayı serptikçe tavuklar coşardı, koşuşurdu adeta. Henüz içlerinden biri tutulup çorba olacağından habersiz yemlerini yerlerdi. Genellikle besili bir horozu tutar, evde bir erkek varsa o, yoksa annem kendisi tekbir getirerek keserdi. Arkasından tüylerinin yolunması gerekirdi ve  epeyce zaman alırdı bu. Sonra ocakta tütsülenir ve içi temizlenirdi. Temizlenmiş horoz ya da tavuk, büyük bir tencerede pişirilirdi. Tavuk pişerken, bir başka büyük demir kazanda kaynamakta olan suya tuz eklenir ve bir kişi eliyle unu serper, annem de bir oklavayla unu kaynamakta olan suya yedirirdi. Burada en önemli nokta hamuru balbastı yapmamaktı. İyice özleştirilerek pişirilen hamur, geniş demir sinilere dökülür, sallayarak bütün siniye yayılması sağlanırdı. En azından iki üç sini hamur dökülürdü. Pişmiş olan tavuk tencereden çıkarılır ve etleri didiklenerek, kemiğinden ayrılırdı. Lades kemiği de bir kenarda saklanır ya da hemen ladese tutuşulurdu. Bol tereyağı, kırmızı biber ve salçayla hazırlanan karışıma tavuk suyu eklenir ve kaynamaya bırakılırdı. Kaynayan suyun içine suyla özenmiş un eklenir ve karıştırılırdı bir süre. Kıvama geldiğinde ocaktan indirilir ve bir tabağa alınan didiklenmiş tavuk etleri atılırdı. Çorbaya tadını verecek bolca limon sıkılır ve bardaklara doldurulurdu.

Yerlere sofra bezi serilir, ortasına yerleştirilen kasnağın üzerine hamurla kaplı siniler yerleştirilir ve ortasından çorba tasının yerleştirileceği yuvarlak bir hamur ortasından kesilip kenara alınırdı. Tepsinin ortasına yerleştirilen çorba tasına limon, karabiber eklenir ve misafirler sofraya davet edilirdi. Kaşığa alınan bir parça hamur çorba tasından çorbası eklenerek yenilirdi. Arabaşı ağır bir çorba olduğu için çok fazla içmemek, ölçüyü kaçırmamak gerekirdi.

Çorba kaynatmak bir ritüeldi, şimdi ki gibi hazır çorbalar yoktu, iyi ki de yoktu. Her şey doğal ve özenliydi. Elbette zamanını çok alıyordu insanın, fakat o çorbaların bile bir ruhu olduğuna inanıyorum şimdi.

Şimdilerde ne o bolluk günleri var, ne de o çorbaları pişirecek annelerimizin ruhu. Evlerimizin kapıları da yoldan geçene açık değil artık. Kendi küçük dünyamızda, annelerimizden öğrendiğimiz çorbaları hatırlamak ve onların bu emeklerini yazıya geçirerek,  vefamızı yerine getirmeye çalışıyoruz. 

İmren Tüzün

27 Aralık 2014 Cumartesi

Annemin Ot Yemekleri


 

                                                    Annemin  Ot  Yemekleri

Soğuk kış akşamüstlerinde, güneş henüz batmadan,  Annem ayağında üst donu, sırtında  jilesi, başını dastarla kavice bağlayarak, bir avcı edasıyla evden çıkar, tarlalara, bahçelere doğru yürüyüşe çıkardı. Demre’de,  yürüyüş imkanı olmayan kadınlar için bahçelerde dolaşmak sanki bir  akşam gezintisi gibiydi. Bu yürüyüşler esnasında kış soğuğuna dayanıklı taze otları; ebegümeci, labada, acibicik  gibi otlar toplardı Annem. Labadanın toplanması özen gerektirirdi, acılarını bilirdi Annem. Bir süre sonra, o gezintiden eli kolu dolu otlarla dönerdi eve.

Otlar, topraklı olurdu çoğunlukla, köklerini tamamen kesmeden, varsa  sararmış yapraklarını da ayıklardı önce . Henüz evlerde çeşme suyunun olmadığı günlerde, tulumbanın önünde, birimiz tulumbayı basarak suyu akıtır, annem de onları yıkardı özenle. Doğramadan önce iyice tozunu toprağını arındırır,  arkasından pişirilecek yemeğin türüne göre doğrar, tekrar tekrar yıkar, iyice temizlendiğine emin olduktan sonra bir kaba alarak suyunun süzülmesini  beklerdi bir süre.

Şimdi bile, annemin otları pişirmesi gözümün önüne gelir zaman zaman. İşte o görüntüden yola çıkarak annemin yemeklerinin tarifini yazmak,  o günleri yeniden anımsatacak bana. Labada’yı sütlü pişirirdi Annem. Önce soğanları ince ince doğrar, derince bir tencereye koyar, zeytinyağı ile çok hafif kavurduktan sonra, üzerine bir tutam kırmızı toz biber  ve bir avuç bulgur ekleyip biraz daha karıştırır, arkasından yeteri kadar süt eklerdi. Süt iyice kaynadıktan sonra, temizleyip doğradığı labadayı tencereye eklerdi. Labada çok çabuk piştiği için bir taşım kaynatır, ocağı kapatmadan önce tuz eklerdi. Ocaktan indirinceye kadar tuz eklenmemesi gerekir, eğer eklenirse süt kesilir ve yemeğin lezzeti bozulur. Diğer bir önemli nokta da sütlü labada yemeğine salça   konulmaz. Nedense, aklımda daha çok akşam yemekleri için pişirdiği kalmış.  Sütlü labada yemeğinin yanında sofraya yoğurt da koyardı annem.  

Annemin diğer ot yemeği de ebegümeciydi.  Ebegümecini hem yemek,  hem de sarma yapmak için kullanırdı annem. Yemek için yine soğan, toz kırmızı biber, salça, zeytinyağı  ve bulgurlu  karışımı az suyla pişirdikten sonra, ayıklanan ebegümecini ekler ve birkaç dakika daha kaynatırdı. Ebegümecinin içine isteğe göre, sarmısak  da eklenirdi. Annemin sarmısakla başı pek hoş değildi, dokunurdu midesine. Oysa, babaannem sarmısak  hastasıydı neredeyse, bazen annemden saklı yemeklere sarmısak  koyardı ve aralarında tartışmaya neden olurdu. Ebegümeci yemeği, limon, nar ve erik ekşisiyle tatlandırılırdı. Büyük yapraklı ebegümecini zeytinyağlı yaprak dolması yapardı. Ebegümeci çok ince ve hemen eridiği için çok fazla kaynatmamak gerekir. İç malzemesinin ise çok az da olsa pişirilmesi yerinde olur. Annem, ince kalem gibi sarardı ebegümecini. Ben hiçbir zaman annem kadar maharetli olamadım yaprak sarmada.

Acibicik ise yemekten çok katmer için kullanılırdı. Yufka ekmeği yapıldığı günlerde, biraz kalınca açılan yufkanın içine, ince kıyılmış, kırmızı toz biber ve tuz eklenmiş  acibiciği serper, eliyle güzelce yaydıktan sonra, yufkanın bir ucunu kaparak, kenarlarını yapıştırdıktan sonra sacda pişirirdi. Evde yaptığımız tereyağıyla yağlardı.  Ekmek pişirilen sacın altında oluşan köze soğan, patates, bazen de patlıcan gömerdi. Taze yufkalara sararak yerdik onları. 

Otların dilinden anlayamaz her kadın. Otları anlamak için kırlarda, tarlalarda dolaşmak, onlarla söyleşmek ve zamanını bilmek gerekir.
 
İmren Tüzün

18 Aralık 2014 Perşembe

Kanaviçe


 Resim yaparken sık sık renk dünyamın kökenlerini düşünüyorum. Renklerle ilişkim ne zaman başlamıştı, nasıl tanımıştım onları bir çocuk olarak .Kim öğretmişti bana maviyi, kırmızıyı, yeşili, bordoyu sarıyı. Artık kimselerin bilmediği neftiyi, deve tüyünü, nar çiçeğini, yavruağzını. 

Çocukluk günlerimi anımsadığımda, aklıma ilk gelen büyük bir bahçe, onun içinde yetişen bir tarafta portakal, limon, mandalina, greyfurt, diğer tarafta ekşi ve tatlı  nar, dut, badem ağaçları ve onların sergilediği renk yelpazesi. Bunun yanı sıra doğanın geçirdiği değişim, yağmur öncesi ve sonrası gökyüzünde oluşan mavinin binbir tonu. Saymak isteyip de başa çıkamadığımız ne çok yıldız olurdu yaz geceleri. Her şeyi alt üst eden, renkleri birbirine dolayan kış günlerimizin korkulu rüyası rüzgar. Güneşin doğuşu ve batışı, yaşamın dönüşüm zamanları içimizde duyduğumuz ışık. 

Bir de kanaviçeler, annelerin, kızları ve oğulları daha çocukken, yastık, yorgan ağzı ve eteklere işlemeye başladıkları el emeği göz nuru. Her kanaviçenin bir adı vardır aslında. Şimdi düşünüyorum da, Annemin çocukları için tasarladığı kanaviçeler doğanın yansıması değil miydi?

Ağabeyim için bademliyi seçmişti. Yaprakları kara yeşil, çiçekleri pembe, içinde bir iki bordo ve sarı benek olan. Bana ise, "üzümlü"yü uygun görmüştü. Üzümler eflatun, yapraklar  açık ve kara yeşil işlenmişti.  

Annemin bu işleri yapmak için aldığı rengarenk yumaklar, bazen birbirine dolaşır, kendi içinde bir renk harmanına dönüşürdü. Kanaviçe işlerken renk uyumu son derece önemliydi. Kaynatıldığında rengi çabuk solmasın, canlılığı uzun sürsün diye, "domino" yumaklar tercih edilirdi.
 

İnsan ruhunu dinginleştiren, eve canlılık katan kanaviçeler yavaş yavaş hayatımızdan
çekilip, sandık diplerine gizlenmeye başladı çoktan. Kimselerin zamanı yok, artık
ne kanaviçe işlemeye ne de onu sergilemeye...
 
 
 
 
 
Üzümlü



 
 
 

15 Ekim 2014 Çarşamba

Muktedirlerin Hissettirdikleri


 
Yarasını saklayan bir kedi gibi

Dip odalarda, derin uykularda

Saklıyorum kendimi ve acılarımı

Oysa sanıyorlar ki acı

Hiç uğramamış kapıma

Gözyaşı akıtmamışım

Gidenlerimin ardından

Öylesine ağır geliyorlar üzerime

Dünyanın tüm acılarını

Kaldırabilirmişim gibi sanki ben.
İmren Tüzün

Antalya, Ekim 2014



©tüm hakları saklıdır.
 
 
 
 

8 Eylül 2014 Pazartesi

Dünyanın En Zor İşi : Kadın ve Sanatçı Olmak



 

 
Dünya Sanat ve Edebiyat tarihine adını yazdırmış kadınların hayatları film endüstrisine konu olmaya devam ediyor. Bu tür filmlerden ilki Camille Claudel üzerineydi. O, hayatını heykeltraş olmaya adamış bir kadındı. Yaşadığı dönemde Fransa'nın en ünlü heykeltraşlarından biri olan Rodin'in önce öğrencisi sonra sevgilisi olmuştu. Rodin'den ayrılıp, sanatını bağımsız sürdürmeye karar verdiğinde ise, ailesi dahil toplum tarafından yalnız bırakılmış, açlığa mahkum edilmişti. Hayatının en güzel döneminde akıl hastanesine kapatılmış ve bir daha oradan çıkamamıştı. 

Son dönemde ise, Frida Kahlo,Wirginia Wolf, Murdoch'un ve Silyvia Plath'ın hayatlarını anlatan filmler geldi ard arda. Şu anda büyük kentlerde gösterimde olan, Silyvia Plath filmi, kentimiz sinemaları sanatsal filmlere yeterli ilgiyi göstermediğinden olsa gerek Antalya'da henüz
seyirciyle buluşmadı. Yazılı ve görsel basında çıkan haberlerle yetinmek zorundayız şimdilik. 

Sanat ve edebiyata ömrünü adamış bu kadınların yaşamına baktığımızda, yine aynı alanda uğraş veren erkek meslektaşlarıyla birlikte yaşadıklarını, evlendiklerini görürüz. Camil Claudel, yukarıda belirttiğim gibi  Heykeltraş Rodin'le birlikte yaşamıştı. Frida Kahlo, Meksika'nın ünlü duvar ressamı Diego Riviera'yla iki kez evlenmiş, fırtınalı bir hayatı olmuştu.Wirginia Woolf ise, yayıncı Leonard Woolf ile evliydi. Silvia Plath'a gelince o da hayatını şair Ted Hughes'la paylaşmıştı. Diğer kadın sanatçı ve yazarların hayatına baktığımızda da benzerlikler görebiliriz. 

Söz konusu kadınlar yaratıcılık konusunda eşlerinden, sevgililerinden destek gördülerse de, aynı zamanda kısıtlanmışlardı. Özellikle kadın sanatçıların bireyleşmesi , günlük yaşamın yükünden kurtulup, sadece yaratı alanlarına eğilmeleri eşlerine oranla daha zordu.Yarattıklarını ilk eşleriyle paylaştılar, zaman zaman da eşleri onların kendi adlarının önüne geçeceğinden korktular.

Aldatıldılar, aldattılar da belki. Bütün bu gel git dolu hayatları içersinde mutlu da olmuş olabilirler, ancak acıları daha büyüktü ve bu acı onları hayattan koparıp aldı. Yaşadıkları, sahip olduklarına rağmen kendilerini bu hayata ait hissedemediler belki.Camille Claudel'in hayatı akıl hastanesinde sona ererken, Wirginia Woolf ve Silvia Plath intiharı seçti. Frida Kahlo ise, fiziksel acılar içinde hayata veda etti.  

Kadın sanatçıların yaşamı filme alınırken, elbette belli dönemleri yansıtılmaya çalışılıyor. Biyografilerinden, mektuplarından, eserlerinden ve onların yaşamına tanıklık etmiş kişilerden yararlanılıyordur sanıyorum.  

Bu filmler, yaratım sürecinin sıkıntılarını, ilişkilerinin getirdiği mutluluklara ve acılara
ne kadar yer verebilir? Bu nedenle onların hayatını eserlerini, biyografilerini ve onlar
üzerine yazılmış kitapları okuyarak daha iyi duyumsayabiliriz.

 

İmren Çalışkan Tüzün

 

10--“Dünyanın En Zor İşi: Kadın ve Sanatçı olmak” - Antalya Körfez- 08 Eylül 2004,Çarşamba
sayfa 4 Turizm&Ekonomi

2 Eylül 2014 Salı

Demre ve Değişim




Son günlerde yazılı ve görsel basında çokça gündeme geldi Demre. Daha çok turizm açısından değerlendiriliyordu. Demre, Antik Myra kenti,  Andrieka ve Noel Baba Kilisesi'yle tarihi bir mirasa sahip.

Doğup, büyüdüğüm bu ilçede geçmişten günümüze ne tür değişimler yaşanıyor, bir de
bu açıdan bakmak gerekiyor sanıyorum. 

Demre, Batı Akdeniz'de, Finike ile Kaş arasında büyük bir ova üzerine kuruludur. Üç tarafı dağlarla çevrili olup, önü denize açıktır. Demre'ye en yakın yerleşim birimleri Beymelek, Köşgerler ve Sura'dır. Bir anlamda bu üç yerleşim birimi varlıklarını Demre'den bağımsız  sürdüregelmiştir bugüne.  
 
Evler, çoğunlukla bahçe içerisindedir.  Mübadele yıllarında gelen göçmenler, Demre'nin bugünkü ilçe merkezine yerleştirilmişler, yerlileri ise merkezin dışında konumlanmışlardır.
 
Günümüzde ise, yerleşim, ilçe merkezi ve dağ yöresi olmak üzere iki bölgede odaklanmıştır. Diğer taraftan, toprağı verimli olduğu için, tarım arazisi üzerinde, bildiğim kadarıyla, yapılaşmaya izin verilmemektedir. 

Narenciye, bir zamanlar Demre'nin en önemli geçim kaynağıydı. Portakal, limon, mandalina
başta olmak üzere, nar, badem, muşmula, kayısı ve daha nice meyve ağaçları bulunurdu
bahçelerde. Sebze, özellikle domates, biber, kabak,  Mart, Nisan aylarında açık alana dikilir ve Haziran, Temmuza kadar sürerdi hasat. O zamanlar, açık hava tarımcılığı yapılıyor, hormon nedir bilinmiyordu. Suni gübreyle birlikte sadece hayvan atıkları gübre olarak kullanılıyordu.  O günlerden hatırladığım, şeker gübrenin baş tacı olduğuydu. Daha sonraları, ilk önce naylon seralar, ardından cam seralar kurulmaya başlandı. Binlerce portakal ağacı söküldü, sera kurmak uğruna.  Elbette, bugün, portakal bahçeleri var yine. Ancak Demre'yi kuşbakışı seyrettiğinizde beyaz bir örtüyle kaplandığını görürüsünüz. Bahçeler yok denecek kadar azdır. Bugün, seralarda domates, biber, patlıcan, kabak, salatalık yetiştiriliyor. Yaş Sebze ve Meyve Hali'nde tüccarlar, üreticiden sebzeleri traktör ve kamyonlarla toplatıyor,  başka bir tüccara pazarlıyorlar. Üreticiden tüketiciye üç dört aracı vasıtasıyla ulaşıyor ürünler.  

Demre'de 1980'lerden başlayarak bir sosyal değişim gözlenmektedir. Toprak sahipleri gün geçtikçe tarlasında çalışmaktan vazgeçip, çevre köylerden gelenlere seralarını kiralayarak ya da onlarla ortaklığa girmeye başlamışlardır. Bu ortaklıktan ve kiradan gelen parayla geçimlerini sağlamaya başlamışlardır. Ancak, zaman içerisinde, dışarıdan gelenlerin yavaş yavaş toprakları kendi mülkiyetlerine geçirdiklerini görmekteyiz.  

Bu gelişimden en fazla Demreli kadınların etkilendiğini söyleyebiliriz. Daha önceleri
seralarda çalışan, toğrağa yakın olan kadınlar, şehir hayatına benzer bir yaşam biçimine yönelmeye başladılar. Daha çok boş zaman elde eden, dolayısıyla evde kalmak zorunda kalan kadınlar, ev gezmelerini günlere dönüştürdüler.
 
Ekonomik durumu daha iyi olanlar ise, kış aylarında, çocuklarını okutmak için, şehirde ev tutuyor, onlara eşlik ediyorlar. Yaşam biçiminin yavaş yavaş değişmesine rağmen, Demreli kadınlar yine de eski alışkanlıklarını sürdürüyorlar. Kanaviçe, dantel, iğne oyası gibi el işlerini yapmaya devam ediyorlar. Bana göre,  bu el işleri her evde hazine gibi yatıyor. 

Bu değişimler sadece kadınların yaşamında söz konusu değil tabii ki. Demreli erkekler ise, ticarete atılıyorlar ya da kiracı ve ortaklık ilişkilerini takip ediyorlar. 

Demre'ye çevre köylerden gelerek, sera kiralayan,  ortaklığa girenler, kötü koşullar
taşıyan naylon barakalarda barınıyorlardı. Yavaş yavaş küçük evler yapmaya başladılar.
Koşullarını düzeltip, tarla alabilenler ise artık kendi evlerini yapıp, yerleşik düzene
geçiyorlar.  

İlçe olmasından sonra, devlet dairelerinin gelmesiyle beraber, Demre'ye atanan memurların da ilçenin yaşamına canlılık getirdiğini söyleyebiliriz. Tüm bu değişimleri ele alırken insan kendisinin yaşadıklarına geri dönmeden edemiyor ve şimdiki kuşakların ne kadar şanslı olduğunu düşünüyor. 

1970'li yılların başına gidelim. Ortaokula başladığımda, bir kaç gün sınıfımızda sıra olmadığından dersleri çimenler üzerinde yaptığımızı hatırlıyorum. Neyse ki, çok kısa sürede sıralarımıza kavuştuk. Daha sonra sınıfta küçük kütüphaneler bile oluşturuldu. Bu olanaksızlıklara rağmen, gelen eğitmenler açısından şanslıydık. O zamanlar Demre sürgün yeriydi, çok iyi öğretmenler gelmişti. Bizlerin iyi yetişmesi için büyük çaba sarfettiler. Aynı yıllarda hala Lise yoktu. Öğrenciler Kaş, Finike, Elmalı ve Antalya'ya giderdi. Bazen, çok ender

Olarak, İstanbul ve İzmir'i tercih edenler olurdu. 1980'li yıllara geldiğimizde Lise de açıldı. Bugün artık, Demre'de İlkokul, Ortaokul ve Lise mevcut. Öğrenciler, bir zamanlar bizim yapmak zorunda kaldığımız gibi, yürüyerek okula gitmiyorlar, şimdilerde onları okullarına servisler taşıyor.
 

Demre'nin yaşadığı süreç, gelenek ve göreneklere de yansıdı. Örneğin, eskiden üç gün, üç gece düğünler yapardı zengini, fakiri. Perşembe akşamı gençler çuvallara buğday doldurur, onları döverler, keşkeklik haline getirirlerdi. Cuma günü oğlan evinde bayrak dikilir, cumartesi günü kına gecesi yapılırdı. Pazar günü ise gelin almasıydı. Artık bu gelenek neredeyse bitmiş gibi. Düğün salonunda veya evlerde yapılıyor ve sadece bir gece sürüyor evlilik törenleri.  

Deniz olmasına rağmen, denizle ilişkisi çok da yoğun değildi Demrelinin. Yaylaya göçmek daha öncelikliydi. Demre'nin hemen yakında bulunan Kekova'nın son yıllarda keşfedilmesiyle deniz de ilçe halkının geçim kaynağı olmaya başladı ve bir anlamda denizi keşfetmiş oldular. Tekrar geriye dönersek; öyle sıcaklar olurdu ki, saat 11:00'e kadar hayvanlar otlatılır, bahçeler sulanır, akşam üstü saat beşten önce bir yerlere çıkılmazdı. Geçmişte, Demre'nin en önemli sorunu elektrik ve suydu. Yağmur suyu kuyularda biriktirilir, içme suyu olarak kullanılırdı.  

Elektrik ise, uzun süre sadece Demre'nin merkezine verilebildi. Çocukluğumuz gaz lambasıyla aydınlanarak, onun altında ders çalışarak geçti. 1980'den sonra elektrik ve su evlere bağlanmaya başlandı.  

Bugün Demre'nin sorunları hala tam olarak çözümlenmiş değildir. Özellikle, aşırı yağışların getirdiği su baskınları bir sorun olarak çözülmeyi beklemektedir. Sera atıklarının, çevreyi ve insan sağlığını daha fazla tehdit edecek boyuta gelmemesi için çevre halkının ve yerel yönetimlerin duyarlı olması gerekiyor.  

Noel Baba Kilisesi ve Myra Antik Kenti turizmin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bu nedenle, Demre'de turizmin geleceğinin açık olduğunu söyleyebiliriz. Turizm aynı zamanda insanlar arası iletişimi güçlendiren bir olgudur. Hem ekonomik hem de kültürel değişime ivme kazandırır. Turizmin, Demre'de daha da gelişmesi ilçe halkının sahip çıkmasına, yerel yöneticilerin buna yürekten inanmasına bağlıdır.
 

İmren Çalışkan Tüzün

©Tüm Hakları Saklıdır. 

 

Yayınlandığı Gazete 

“Demre ve Değişim-1” – Antalya Körfez - 25 Ağustos 2004, Çarşamba    Sayfa 4 

“Demre ve Değişim-2” – Antalya Körfez - 01 Eylül 2004, Çarşamba         Sayfa 4

29 Ağustos 2014 Cuma

Ağustos Böceği ve Karınca


                                                   


Ağustos Böceği ile karıncanın hikayesini bilmeyen var mıdır acaba? Ağustos böceği yaz boyunca durmadan ötüp, şarkı söylerken, karınca hiç durmaksızın çalışır, kış için hazırlığını yapar. Karıncalar kışın rahar ederken, Ağustos böcekleri açlıktan kırılıp giderler. Karıncanın çalışkanlığına övgüler yağdırılır, Ağustos böceği ise tembellikle suçlanır. Hatta bu ikisinin durumu zaman zaman insanlara da yakıştırılır. "Karınca gibi çalışkan adam" ya da "ne olacak ağustos böceği gibi tembel "denir.

Bu yaz nedense ağustos böceklerinin sesi daha mı çok çıkıyor da, üzerlerine yazı yazacak kadar beni etkilediler. Ağustos ayında artık ne kuşların ne de kumruların sesi kaldı.Gün boyunca ağustos böceklerinin sesini duyuyoruz. Ağustos böceği nasıl bir  yaratıktır ki onları görmüyoruz  bile. Bir ağacın kovuğuna saklanıp, durmadan orada ötüyorlar. Onların sesleri bazen insanı rahatsız edici olabiliyor. Hatta öyle yüksek ki çıkardıkları sesler, zaman zaman trafik gürültüsünün önüne bile geçebiliyorlar. 

Karıncalar öyle mi! Koskaca binalara tırmanıp, bütün evi istila edebiliyorlar. Mutfakta yere ekmek kırıntısı mı düştü, hepsi toplanıyorlar oraya. Hani canlarını acıtmayayım, kendi kendilerine kaybolurlar diyorsunuz; öyle inatçılar ki, kapıdan kovsanız, bacadan giriyorlar. Hatta bazen vücudunuzda gezintiye bile çıkıyorlar. Bir yerinizden ısırıveriyorlar. Önce sivrisinek mi var acaba diyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz ki, karınca. Hem de şu minicik sarı karıncalar. İnsan bir an için kızıyor. Şu minick karınca, nasıl olur da benimle uğraşır diye. Benim tecrübeme göre, siyah, büyük karıncalar toprak üzerinde çalışıyorlar. Bir bakıyorsunuz önlerine koca bir yiyecek parçası almış taşıyorlar. Tabii ki, birçok da yardımcı karıncalar var. Biri gidiyor, biri geliyor.

Ağustos böceğine, onların arasındaki iletişime tanık olamadığım için bir yorum getiremiyorum. Herhalde onlar karıncalar gibi kolektif çalışma biçimini bilmiyorlar.

Öylece gece gündüz ses çıkarıp duruyorlar. 

Bir yazı daha yavaş yavaş geride bırakıyoruz. Kimileri için olabildiğince eğlenceli geçiyor belki yaz, kimileri içinse ağustos böceklerinin sesine, karıncaların çalışkanlığına dikkat kesilecek kadar durgun. Ne kadar eğlenceli ya da durgun geçse de, doğa ve onun içindeki diğer canlılar kendini hissettiriyor ve bu dünyayı onlarla paylaştığımızı düşündürüyor bize.

İmren Çalışkan Tüzün
©Tüm Hakları Saklıdır.
“Ağustos Böceği ve Karınca” – Antalya Körfez -  25 Ağustos 2005, Perşembe- Sayfa 4 - Turizm&Ekonomi


 

"Şehir Koleksiyoneri"/"Der Staedtesammler"


 

                                                FREDDER WANOTH

                                              " Der Staedtesammler "

                                               "Şehir Koleksiyoneri"

                                          - Seçilmiş Malzemeler 1994 - 2004 -

                                                04.10.-23.10.2004

                                    Antalya Sanatçılar Derneği Galerisi (ANSAN)

                                               İmren Çalışkan Tüzün

 

 

Almanya'nın güneyinde bulunan ve en eski kentlerinden biri olan Nürnberg, "kardeş şehir" seçimini çeşitli ülkelerin güneyindeki, tarihi geçmişe sahip kentlerden yana yapmıştır. Antalya da Nürnberg'in kardeş şehirleri arasında yer almaktadır.

 

Ekonomik, sosyal ve kültürel alanda gelişen ilişkiler, 2000 yılından itibaren sanat alanına da yansıdı. Nürnberg Belediyesi, Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Güzel Sanatlar Fakültesi'nin birlikte imzaladıkları protokol ile "sanatçı değişimi" projesi hayata geçirildi. Bu protokol çerçevesinde Nürnberg'den, Fredder Wanoth adlı sanatçı Antalya'ya geldi ve üç ay boyunca çalışmalarını sürdürdü. Wanoth, sürekli yanında taşıdığı kurşun kalemi ve eskiz defteriyle kentten çizimler yaptı, çizimlerinin yanına her geçirdiği günün notlarını düştü. Kentin fotoğraflarını çekti. Antalya ve yöresindeki antik kentleri gezdi. Bir süre kentin dışında bulunan Akdeniz Üniversitesi Sosyal Tesisleri'nde kaldıysa da, kenti tam duyumsayamadığı gerekçesiyle, Kaleiçi'nde bir pansiyona geçti. 01 Ekim - 29 Aralık 2003 tarihleri arasında yabancı bir sanatçı olarak Antalya'yı gözlemleme olanağı buldu. Antalya'da bulunduğu sırada oluşturduğu çizimlerin bir sergiye dönüşmesi fikri Antalya Sanatçılar Derneği tarafından desteklendi.

 

Wanoth, Antalya yat limanında bulunan küçük anfi tiyatrodan yola çıkarak, Antalya çevresindeki antik tiyatroların bir modelini kurmak istediğini belirtti. Ansan, sanatçıya 50 paket küp şekerin yanı sıra, projenin ve diğer mimari modellerin konulacağı, 70 x 150 cm genişliğinde, 80 cm ayak boyutu olan 3 masa yaptırdı. Sergi tarihinden bir hafta önce Antalya'ya gelerek, küp şekerleri kendi düzeni içerisinde bir araya getirerek model yapımına başladı.

 

04 Ekim 2004 Pazartesi günü, açılış öncesi Ansan Yönetim Kurulu Başkanı Cahit Çakcıl'dan sonra söz alan Nürnberg Sanatevi Müdürü Bay Jochen Bleistein  konuşmasının bir bölümünde

"Yabancı bir şehir sadece sanatsal üretimi teşvik etmez. Kendi kentinde yabancı olana izleyicilerin de dikkatini çeker, yeni bakış açıları sağlar. Aynı zamanda yeni ve alışılmış bakış açılarının sorgulanmasına da olanak verir" dedi.

 

Sergide, antik tiyatronun yanı sıra, İtalya'nın iki kenti Venedig ve Perugia'nın  kartondan yapılmış mimari modelleri de iki masanın üzerine yerleştirilmişti. Ayrıca, Wanoth'un Paris, Mainz, Antalya ve New York'ta oluşturtuğu şehir çizimleri, düştüğü notlarla birlikte duvarlara çerçevesiz olarak asıldı. Wanoth'un günlüklerinden çevrilmesini istediği bölümler çizimlerin altına konuldu. Bunlardan bazıları ise şunlardı:

 

"Kultur lebt vom Unglück"            (Adorno)

"Kültür felaketlerden beslenir"      (Adorno)

 

"Permanent erlittene vernachlaessigung provoziert maximale aggressive zu wendung"

                                                                                          (Fredder Wanoth)

"Sürekli yaşanmış ihmalkarlık en üst düzeyde saldırganlığa dönüşmeyi tahrik eder."

                                                                                          (Fredder Wanoth)

 

Sergi, bugüne kadar Antalya'da açılmış, izleyicilerin alışık olduğu görselliğin dışındaydı.

Düşünmeye yöneltirken, çok yakınımızda ama yine de bize yabancı olan tarihi antik tiyatrolara odaklanması açısından ilginçti. Sanatçı küp şeker ile çalışarak, sanat yapıtlarının ve mimari yapıların kalıcılığını da sorguluyordu bana göre. Zaman içerisinde kalıntıya dönüşmüş antik kentlerin başına gelenleri, bir gün, bugünkü kentlerin de yaşayabileceğine işaret ediyordu belki de.

©Tüm Hakları Saklıdır. 

Bir İstanbul Gezisi ve Sanat Fuarı



                                  

                Sanat Fuarı’nın başlamasından günler önce, gazetelerde 6. Uluslararası Sanat Fuarı’yla ilgili haberler yayınlanmaya başlamıştı. Ben de Sanat Fuarı’na gitmeyi düşünüyor,  fakat kesin karar veremiyordum. İki günlüğüne İstanbul’a gitmenin bir anlamı var mıydı? İşyerinden izin alabilecek miydim? Tüm bu soruların arasında, Seyahat Acentası’nı arayıp, uçaktaki yer durumunu sordum. Dönüş için sorun yoktu, ancak gidiş uçakları doluydu. Yedeğe yazdırmalarını rica ettim. Bir-iki gün sonra aradığımda uçaktaki yerimin hazır olduğunu öğrendim. İşyerinden izin sorununu da çözümledikten sonra biletin tanzim edilmesini istedim. 21.09.96 günü havaalanına giderken yolculuk duygusu beni sarmaya başlamıştı. Havaalanında Polis kontrolünden geçip, çıkış salonuna geçtiğimde ise yolculuk tam anlamıyla başlamış oldu.  

                Rahat bir yolculuktan sonra İstanbul’daydım işte. Ancak, eve ulaşmak epey bir zaman aldı. Eve geldiğimde, kardeşimin evde olmayacağını bilmeme rağmen, bir burukluk yaşadım. Hemen kendimi Sanat Fuarı’na atmak istedim. Taksiyle Sanat Fuarı’na geldiğimde saat öğleden sonra üç olmuştu.  

                Önce giriş ücretini ödedim. Kapıdan girişte, hemen, gözüme Falez Sanat Galerisi çarptı. Daha önceden edindiğim bilgiler doğrultusunda, Falez Galeri’deki “eller” sergisi bana ilginç geldi. Çok küçük boyutlarda çalışılmış işlerdi. Falez Galeri’den sonra serüven başladı. Genelde, yağlıboya çalışmalardan oluşuyordu sergiler. Nuri İyem’in resimlerinin sergilendiği bölüme geldiğimde, sanatçının, bilinen kadın yüzlerinin dışında bir kadın portresi ilgimi çekti. Ayrıca, bir peyzaj çalışması da güzeldi. Büyük bir bölümü figüratif resimlerden oluşan serginin bir bölümünü izledikten sonra, bir şeyler yemek üzere Kafeterya’da oturdum. Bir bardak çay ile tost yedim. Biraz dinlendikten sonra, kaldığım yerden sergileri izlemeye devam ettim. 

                İstasyon Sanat Galerisi’nde, Hülya Düzenli’nin sergisi hoşuma gitti. Alkent Actuel Art Galerie’de yerli ve yabancı sanatçıların oluşturduğu bir sergi vardı. Sergideki bütün resimlerin yuvarlak tuval üzerine çalışılması bir bütünlük yaratmıştı. Özellikle Sanat Fuarı için çalışılmış işlerdi bunlar sanıyorum. Galeri Baraz’da Turan Erol’un büyük boyutta resimleri yer alıyordu.  Turan Erol’da beni en çok etkileyen kahverengi ve maviyi uyumlu bir şekilde kullanması oldu. Galeri Baraz, Adnan Çoker, Mustafa Ata gibi bildiğimiz sanatçıların yanı sıra, Selva Genç, Gülgün Haksal gibi genç sanatçıların eserlerini de yer vermişti. Fuar’da Bilim Sanat Galerisi geniş bir sanatçı yelpazesini içine almıştı. Burada Utku Varlık, Mustafa Ata, Devrim Erbil, Süleyman Saim Tekcan gibi sanatçıların eserlerini gördüm. Süleyman Saim Tekcan’ın baskıları beni etkiledi. 

                Fransa’dan,  Mac  2000 grubunu görmek benim için iyi oldu. Yurt dışında resim çalışmalarının hangi boyutta olduğunu görebilmek açısından. Burada, özellikle François Millon’un soyut eserleri beni etkiledi. Yine, Mac 2000 grubu içinde Jean-Paul Boyer’in heykelleri şaşırtıcıydı. Bu heykeller cam, ahşap ve mikadan yapılmıştı ve değişik şekiller alabiliyordu.               

                Bir başka bölümde, Teşvikiye Sanat Galerisi’nde Ergin İnan’ın böcekler konulu resim sergisi vardı. Geçmişteki resimlerini bildiğim için, bu sergide yer alan resimlerinde daha renkçi bir anlayış benimsediği fark ediliyordu. Galeri G N G’de Nurcan Giz’in resimleri beni oldukça etkiledi. Mavi ve gri yüzey üzerindeki o küçük ve sarı lekeler tam yerli yerine oturmuştu.  Galeri Artist’de Fahr El Nissa Zeid’in eserleri sergileniyordu. Zeid’in resimleri hakkında daha önceden bilgim vardı. Orijinal yapıtlarıyla karşı karşıya gelmek heyecan vericiydi benim için. Özellikle, küçük soyut çalışmalarındaki renk  oturmuşluğu ustalığını gösteriyordu. Urart Sanat Galerisi’nde Arzu Başaran’ın el yapımı kağıt üzerine karışık teknikle yapılmış işleri beni etkiledi. Atrium Sungur Sanat Evi’nde Burhan Uygur’un sunta üzerine yağlıboya çalışmasındaki kırmızı renk hafızama kazındı sanki. Artisan Sanat Galerisi’nde ise Komet ve Avni Arbaş’ın eserlerini gördüm. Burada Avni Arbaş kendi portrelerini sergiliyordu. Komet’in pentür çalışmaları da güzeldi. 

                Biraz daha arkalara gidip kitaplara göz gezdirdim. Özellikle, Modigliani ile ilgili bir kitap ilgimi çekti. Ressamların o kadar az resimlerini biliyoruz ki, kapsamlı araştırmalar bu kadar güzel basımla Türkçe’ye kazandırılabilir mi? Kitapların çoğu İngilizce olarak yayımlanmıştı.  Ekspresyonist  sanatçılar üzerine bir kitap aradım, ancak bulamadım. Bana göre, resim malzemelerinin Fuar’da yer almaması bir eksiklikti.  

                 Fuar’daki galerileri dolaştıktan sonra, bir yorgunluk çalı daha içip, eve dönmek istiyordum. Kafeteryada otururken, tesadüfen uzun süredir görmediğim kuzenimle karşılaştım. Tesadüfler yaşamın bir parçası.  

                İstanbul’a gelmişken İstiklal Caddesi’nde yürümeden olmazdı. Kalabalığın arasına karışıp The Marmara Otele kadar yürüdüm. Oradan taksiyle kardeşimin evine döndüm. Kardeşim ve kedileri beni karşıladılar. Bir yandan sohbet edip diğer yandan çayımızı içtik. Daha sonra güzel bir akşam yemeği hazırlayıp yedik. Uzun süre sonra iki kardeş yine bir aradaydık. Uzun bir sohbetten sonra uykuya daldık. 

                Ertesi sabah kardeşimin arkadaşında kahvaltı yaptık. Kahvaltıdan sonra tekrar Sanat Fuarı’na gittim. Bu sefer heykellere zaman ayırdım. Antalya’da heykel sergisi görme imkânı olmadığı için, burada değişik tarzda yapılmış heykelleri inceleme olanağı buldum. Fuarı yeni baştan gezdim, kafamda pek çok soru oluştu. 

                Fuar neden düzenleniyordu?

                Sanatçıların yeni eserlerini göstermek için mi?

                Sergilenen eserlerin estetik düzeyi ne kadar dikkate alınmıştı?

                Burası bir Fuar olduğuna göre, neden sadece İstanbul, Ankara galerileriyle katılım var?
 

Anadolu’dan, sadece, Mersin’den Art Home Sanat Galerisi ve Antalya’dan Falez Galeri katılmaktaydı. Falez Galeri, Antalya galerisi olarak yine İstanbullu sanatçılara yer veriyordu. Bunu söylerken şunu yadsımak istemiyorum. Falez Galeri’nin Antalya sanat ortamına çok büyük katkıları vardır. Bu bağlamda neden Türkiye’deki galerilerin tamamı davet edilmiyor? Anadolu’da çok mu galeri var diye sorulabilir. Bana göre, Türkiye’de mevcut olan tüm galeriler ve yurt dışından da daha geniş galeri kitlesi davet edilmelidir.                

                Sanat Fuarı’nın ticari yönü ağır basmakta ve sanatçıların eserlerinin bir çok galeride sergilenmesi bütünlüğü bozmaktadır.  

                Kırmızılar, yeşiller, sarılar, maviler, kahverengiler arasında geçen saatler sona ermek üzereydi. İstanbul gezisini küçük bir kafede tamamlayıp, Taksim meydanından Havaş servis otobüsüne bindiğimde, kardeşim ve arkadaşı bana el sallıyorlardı. Sahilde gidiyordu otobüs, boğaz ise gemilerle doluydu.

 

İmren Tüzün

Antalya, 08.10.1996

©Tüm Hakları Saklıdır.



 



 

8 Mayıs 2014 Perşembe

Hem Kıyağ Hem de Güvey


                                     

Karanlık kış gecelerinde, Annem elinde fenerle yürür,  biz de onu takip ederdik. Çok uzak sayılmazdı gideceğimiz ev, on beş bilemedin yirmi dakika sürerdi yürüyüşümüz. Tek katlı evin dış kapısında  ayakkabılarımızı çıkarır, beyaz badanalı, temiz sofaları olan bir odaya buyur edilirdik. Köşede beyaz tülbentinin altından kızıl saçları görünen yaşlı bir nine otururdu. Annem sanki bir huşu içinde onun elini öper, hemen yanına otururdu, dizinin dibine deyim yerindeyse. Biz de onların yanına dizilirdik.

Akşamları çay ikram edilmezdi o yıllarda. İğde, ceviz ve elmadan oluşan kış gecelerinin   unutulmaz yer sofraları olurdu genellikle. Evin gelini Huriye teyze neşeli ve konuşkan bir kadındı. Benim doğumuma tanık olduğu için, “bu benim kızım” derdi de ben kızardım, beni alıkoyacak zannederdim.

Annem, Nuri Hoca Karısı Hatice Nine’ye büyük bir muhabbet beslerdi. O zamanlar anlamazdım, neden onunla konuşmaktan haz aldığını ve Hatice Nine’nin Anneme neler anlattığını. Annem, anne babasından üç aylık yetim kaldığından olmalı, ailesini tanıyanların anlattıklarından, onlara ait en küçük bir sözün bile izlerini duymak isterdi. Öyle ya ne bir suret, ne de bir fotoğraf kalmıştı onlardan. Bu dünyadan geçip gitmiş insanların varlığından sadece anlatılanlarla haberdar olunabiliyordu yoksul Anadolu kasabalarında.

Annem babasının doğum tarihini bile bilmiyordu belki. Benim araştırmalarıma göre 1893 yılında Davazlar’da doğmuş  Süleyman dedem.  O zamanlar, Kaş ile Gömbe arasında, üzerine çoğunlukla beyaz bulutların bir sis gibi çöktüğü Kasaba Medresesiyle ünlüymüş. Davazlar’dan Kasabaya medresede okumaya gidermiş dedem.  Aynı medresede eğitim gören Hatice’yle aynı  yolları yürürlermiş. Medrese arkadaşlığı zaman içinde bir aşka dönüşmüş. Medrese eğitimi   bitince,  Süleyman  Hatice’yi babasından istetmeye karar vermiş. O zamanlar,  bir ileri gelen kız istemeye gönderilirmiş. Dedem de zamanın sözü geçen adamı Nuri Hoca’dan Hatice’yi ailesinden istemesi için kıyağı olmasını istemiş.  Konuşulmuş, gün belirlenmiş.

Nuri Hoca, atına binip bir ağa edasıyla Hatice’nin ailesine misafir olmuş bir akşam. Aileye konuyu açarken;  “Hem kıyağ hem de güvey geldim.” demiş.  Aile,  büyük bir talih kuşu kondu başımıza diyerek kızlarını o akşam Nuri Hoca’ya vermişler. Hatice ve Süleyman’ın aşkı bir ağanın art niyetine kurban gitmiş.  İtiraz edememiş ne Süleyman ne de Hatice. Kaderlerine razı gelmişler.

Annem’in anlattığı ve benim de hiç aklımdan çıkmayan babasının hüzün dolu aşk hikayesi.  Gerçekten de böyle mi olmuştur,  yoksa annemin anlattıkları mı hikayeyi  daha canlı kılmıştır belleğimde, zaman zaman da sormadan edemem kendime.

Bu yüzden olmalı ki, Annem Hatice Nine’yi görmeye giderdi. Babasını sorar,  hikayelerini anlattırırdı belki de.

İmren Tüzün

27 Şubat 2014 Perşembe

-içe dönüş-


-içe dönüş-


yalnız  geçen bir günün ardından

yüzler arıyorum

varoluşumu duyumsamak için

O yüzlere anlam veren

göz, ağız, dil


dilden dökülen sözleri

doğrulamadığında gözler

anlıyorum ki

dinlediklerim içten değil


uzaklaşıyor

dönüyorum kendime

yeniden

İmren Çalışkan Tüzün – Antalya, 2007


-kurban-

ne gözler gördüm

baştan aşağı süzen

bir atmaca gibi

pençelerini saplayıp

beni parçalamak isteyen. 

İmren Çalışkan Tüzün
Antalya, Kasım 2012

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved

19 Şubat 2014 Çarşamba

Halit Refiğ’e Mektuplar’da Entelektüel Sıkıntının İzleri


                              

                Bir Salı akşamı salonda tek başına oturuyordum.  İnsanın kendini bit ya da karınca gibi hissettiği anlar yaşarsınız hayatta, işte öyle bir duygu içindeydim. Sanki biraz sonra kapı çalacak, Ahmet telaşla çıkıp gelecekti de normal bir insana dönecektim ben de.  Artık onun bir daha kapıyı çalmayacak oluşunun acısı çöktü içime, salonda gezinmeye başladım.

                Müzik setinin üzerinde kitaplar, CD’ler Ahmet’in bıraktığı gibi duruyordu. Cesaret edip   CD’lerden  birini  seçmek ve dinlemek  istiyordum.   CD’lerin yanına  koyduğu kitaplardan biri dikkatimi çekti. Kitabı elime aldım, önce el yazısıyla basılmış, ”Sevgili Halit” yazısı,  ardından  “Halit Refiğ’e Mektuplar “, altında Oğuz Atay’la başlayan İlhan Usmanbaş’la biten isimler beni kitabın içine doğru çekti.

                 Kitabın giriş bölümünde ” O Günler…” başlığıyla yer alan Gülper Refiğ - Irmak  Zileli söyleşisinde, Gülper Refiğ’in bazı cümleleri beni derinden etkiledi. Ahmet’i Anma Günü nedeniyle üzerinde düşündüğüm,  Doğu-Batı çatışması,  Entelektüelin sıkıntısı gibi konularla ne kadar da bağlantılıydı.  Halit Refiğ’in yaşadıkları bizim yaşadıklarımızdan çok da farklı değildi.  Gülper Refiğ’in bir soruya cevabı,  bizi boğan sıkıntıları özetler nitelikteydi.

Irmak Zileli’nin; “ Oğuz Atay’ın da söylediği bir “çeteler”, “aptallar“ ittifakı var. O nedir?” sorusuna Gülper Refiğ’in cevabı  şöyleydi.: “… Özellikle, sanat dünyasının sıradan, vasat donanımlı üyeleri, büyük bir beceri ile hemen birleşirler. Güçlüyü, üstün vasıflıyı yok etmek neredeyse tek hedefleridir; çünkü başka bir şeye ne yetenekleri ne de zekâları izin vermez. Oğuz’un çeteleri kanımca bunlardır.”

Oğuz Atay’a yapılanlar, Ansan ve daha başka çevrelerin Ahmet’e karşı sürdürdükleri katı tutumun göstergesi gibiydi.


Nedense belleğimde, bir televizyon programında Gülper Refiğ’le yapılan röportajdan bir kare kalmış. Elinde kedisiyle ,- kollarının arasında demek daha doğru olur,- konuşması gözümün önüne geliveriyor. O an karşımda olsa ona sarılıp ağlamak isterdim.  Bunu yapamadım ama oturup bağıra bağıra ağladım, bu topraklarda acı çektirilmiş bütün entelektüeller, yazarlar, sanatçılar, şairler ve insanlar için. Ciğerimin yangınına yangın kattı bu satırlar.

Halit Refiğ’in kaleme aldığı ” Mektupların Hikayesi”nde,   1974 yılında, zamanın Başbakanı Bülent Ecevit ve TRT Genel Müdürü İsmail Cem’in uyumlu çalışmasının sonucu “Aşk-ı Memnu”nun televizyon dizisi haline getirilişini, Gülper Refiğ ile evliliğini, Amerika’da Visconsin Üniversitesi’nin davetine nasıl karar verdiğini, Amerika’dan Oğuz Atay, Metin Erksan, Adnan Saygun, Pakize Barışta, Yıldız Kenter , Giovanni Scognamillo  ve İlhan Usmanbaş ile  mektuplaşmalarını ve dostları üzerine düşüncelerini dile getiriyor. Kemal Tahir’in romanından uyarlanan “Yorgun Savaşçı “filminin yakılış sürecini şöyle anlatıyor Refiğ.:”Yorgun Savaşçı  tamamlandıktan sonra,  Ecevit’in siyasi yasaklı olduğu dönemde yakıldı. Aşk’ı Memnu hıncını unutmayan TRT bürokrasisi, gizli servislerin yardımıyla, kumandanları dolduruşa getirmeyi başarmıştı.”

Halit Refiğ, mektupları, kültür ve sinema tarihine ışık tutması amacıyla, Mimar Sinan Üniversitesi, Sinema TV Müdürü Sami Şekeroğlu’na  vermiş öncelikle. Çağın tanığı, kültür kişiliklerini iyi tanıması ve mektupların kimseye zarar vermeden  yayımlanması  sorumluluğunu Selim İleri’ye bırakmış.   Metin Erksan’ın mektuplarının yayımlanmasına müsaade etmemesi  Refiğ’i üzmüş.

Kitapta yer alan Oğuz Atay’ın mektupları gerçekten insanın içini yakacak nitelikteydi. Uğradığı haksızlıklar, anlaşılamamasını yazdığı satırlara yansıtıyordu. :“… Her şeyi ciddiye alan tutumun, içinde yaşadığım ülkenin insanlarının davranışına o kadar uymuyor ki, bilmem bunu nasıl anlatsam. Ve burada bunu kimseye anlatamıyorum ve anlatmaya o kadar ihtiyacım var ki.” Halit Refiğ’e yazdığı ve ondan aldığı mektuplar,  Oğuz Atay için tutunacak bir dal gibiymiş. Onların, bir gazete veya  dergide çıkan bir yazıyı takip edişleri, ülkedeki durumdan haberdar olma çabaları ne kadar da Ahmet’e benziyordu.

Oğuz Atay, Selim İleri’nin yazısından çok üzüntü duymuş.  Daha sonra Selim İleri’nin özür yazısını Pakize Barışta eşi Oğuz Atay’a okuyamamış, Amerika’dan Halit Refiğ bu görevi üstlenmişti.

Bu satırları okuduktan sonra, kitabın sonunda mektupların yayınlanma öyküsünü anlatan Selim İleri bir anlamda kendisiyle de hesaplaşma olanağı bulduğunu hissettiriyordu. :” Gülper’le ve Halit Bey’le o günleri yeniden konuştuk, büyük bir acıyla yeniden andık. Sevgili Oğuz Atay’ı ve sevgili Pakize Barışta’yı onca üzen o yersiz yazıyı neden yazdığımı onca yıl sonra bile tam çözemedim.”

Kitabın sonunda yer alan “Açıklamalı Dizin” , mektuplarda adı geçen kişiler, filmler, kitaplar ve dönemin olayları üzerine önemli bir bilgi kaynağı sunuyor okuyucuya.

Entelektüellerin, yazarların, şairlerin ve sinemacıların çağdaşlarıyla iletişim içinde olmaları, birbirleriyle acılarını, sıkıntılarını paylaşmaları, hem kendi aralarındaki ilişki hem de kitaplar, kentler, mekanlar ve ülke hakkında önemli  ipuçlarını barındırıyor.

 Gülper Refiğ  ve Pakize Barış’ta’nın  eşlerinin entelektüel acılarına  tanıklık etmeleri,  omuzlarında kalan acıların ağırlığı bana,”yalnız değilim” duygusu yaşatıyor.

İmren Tüzün

Antalya , 17 Nisan 2012 – 18 Şubat 2014

©Bütün Hakları Saklıdır / All Right Reserved